PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Bazen hayali bir zaman makinesiyle geçmişi ziyaret etmek ufuk açıcı olabilir. Tayyip Erdoğan zorla istediği düzeni kurmuş değil. Rahatsız edici bir gerçeklik olsa da bunu herkesin bilmesinde veya kendine hatırlatmasında yarar var.
Erdoğan tek de değil. Onunla beraber hareket eden yakın çevresi ve onlara bağlı olan geniş bir halkanın yanında, bir de Erdoğan ve adamlarıyla birlikte bir nevi “koalisyon” içerisinde yer alan, içerisinde kendilerine “Türk milliyetçileri” ve “muhafazakârlar” diyen bir grup da var. Kimilerine göre yüzde 30, kimilerine göre otuz 35’lik oranlarda bir desteğe sahip bu kitle, Türkiye gerçeğidir.
Bir de bunların dışında, dolaysız ya da dolaylı Erdoğan rejiminin kurumsallaştırdığı ve konsolide ettiği yeni devlette rollerini sürdürmekte olan partiler var ki bunlar rejimin rejim olduğunun esas kanıtıdır. Çünkü eğer işimiz salt Erdoğan ve avanelerinden ibaret olsaydı inanın bu fecaat süreç kısa sürede geçer giderdi. Oysa rejim diskurunu oturttu.
Nedir bu diskur?
17 Aralık 2013 sonrası Erdoğan ve avanelerinin, yedikleri naneler ve yaptıkları ‘abrakadabralardan’ tabiri caizse “yırtmak” için yaptıklarıdır ki Ahmet Altan’ın seneler önce büyük bir öngörüyle tespit ettiği üzere, esas suçları budur.
Türkiye her zaman yolsuzlukların olduğu ve kan uyuşmazlığından mütevellit hukuk devleti olamamış bir “devletti”, dikkat edin devlet tırnak içinde. Her zaman rüşvet, yolsuzluk ve hortumlama oldu. Her zaman baskılar, zulümler ve işkencelerle adı anıldı. Fakat 102 yıllık Türkiye Cumhuriyeti, kendi yasalarından bu denli kopuk bir dönemi ilk defa yaşamaktadır.
Bir önceki yazımda bunu ele almıştım. Detayları orada bulabilirsiniz. Ama özetle, kendi anayasasına uymayan bir yapıdır. Yani kendi kendisini reddeden, kurumsallığı sıfırlanmış, bir avuç Ali Baba ve Kırk Harami’ye teslim olmuş bir ülkedir.
Esasen sosyolojik ve kültürel – sosyokültürel – gerçeklik bir tür tersine evrimle Türkiye’yi tarihi normaline ışınlamıştır. Bir toplumun çökmesi için tek bir neslin heba olması yetiyor. İnsan kültürünün devamlılığı kuşaktan kuşağa aktarım başarısına bağlıdır. Modernleşme projeleri sürekliliği kaybettiğinde önceki form dışarı kusulur. Türkiye’nin öncesindeki mevcut form neydi?
Osmanlı toplumsal ve siyasi sistemini ele geçirilen topraklardan devşirme bir elit grup üretimine dayandırdı. Bu durum, detayına girmek istemediğim tarihsel süreçte Anadolu demografisini de belirledi ve çok kültürlü ve çok kökenli, farklı ırkların ve etnisitelerin var olduğu ve karıştığı bir toplum oluşturdu.
Ümmet ve gayrimüslim milletlerden oluşan Osmanlı’da hâkim birinci sınıf tebaa Müslüman ahaliydi ve bu topluluğun 20. yüzyıl başına kadar kendisini ait hissettiği kimlik İslam’dı. Osmanlı’nın çöküş sürecinde, dağılmanın önünü almak amacıyla ümmet aidiyeti yerine Osmanlı ve akabinde de Türklük aidiyetleri “inşa edilmek” istendi.
Osmanlı aidiyeti bir tür Amerikalılık gibi, Osmanlılık üzerinden tüm etnik ve dini farklılıkları kapsayıcı civic bir kimlik inşası deneyidir. Bu deney tutmadı. Türklük de bu şekilde bir deneydi ama civic değil ırki aidiyete dayalı bir kimlikti. Yine başka bir yazının konusu olabilecek detaylardan dolayı, tarihsel süreçte Türklük “hayali cemiyeti” başarılı oldu.
İttihatçılar Birinci Dünya savaşı öncesi ve esnasında homojenleştirici bir siyaset güderek Balkanlar ve Ortadoğu’da elde kalan bölgelerde bu etnik-nasyonalizm siyasetini güttüler. Onlar da Cihan Harbi’ndeki başarısızlık nedeniyle başarılı olmadı; ancak onların B takımı olan Kemalistler iktidarı sürdürdü, kurulan yeni devlet, bu milliyetçilik ideolojisi ve ona dayalı resmi tarih tezi üzerine inşa edilmiş bir kimlik inşası projesine girişti. Bu “ilk gömlek düğmesinin yanlış iliklenmesi” durumu, ileriki on yıllarda, bir yüz yıl boyunca meydana gelen zincirleme reaksiyonun nedenidir.
Diğer bir mevzu mülkiyete ilişkindir. İslam hukuku gereği Batı tipi bir özel mülkiyet uygulaması kurumsallaşmadı. Bu nedenle de güçlü devlet, merkeziyetçilik, keyfilik, monarkın gücünü dengeleyici bir aristokratik sınıf doğmaması, sonrasında burjuva sınıfının ortaya çıkamaması gibi sosyolojik gerçekler nedeniyle, Osmanlı-Türkiye deneyinde iktidarın sınırlandırılması ve dengelenmesinde yaşanan başarısızlık, siyasi sistemdeki en ciddi yumuşak karın oldu. Bu durum diğer (Orta)doğu tipi sosyolojilerde ve onların ürünü olan siyasal kültürlerde de benzerdir.
Dediğim gibi, merkeziyetçi monarkın sınırsız gücünü hukuksal ve fiili politik sınırlandırmaya tabi tutabilecek bölgesel aristokrasiler bu durumda ister istemez mümkün olmayacaktı. Güçlü Beylikler Osmanlı’ya katıldıktan – çoğunlukla başka çareleri olmadığı için! – ve ona sadakat yemini ettikten sonra kısmen imtiyazlara sahip oldular, ama ademi merkeziyetçilik olmadığından boğuldular ve sonunda yok oldular. Daha doğrusu Osmanlı’da absorbe edildiler.
Doğan sonuç diktatör monark yapısının kurumsallaşmasıydı. Yine bu, diğer (Orta)doğu siyasi kültürlerinde ortaktır. Machiavelli ve Jean Bodin bunları anlatıyor, her ikisi de Osmanlı’nın merkeziyetçiliğini vurguluyor. Tek otorite tarafından hizmetkârlarını/kullarını (kölelerini) yöneten Osmanlı Padişahı (Machiavelli) ve kişilerin ve mülklerin tam efendisi, tebaaları kiracılar olan (mülke sahip olmayan!) tımarlı sipahiler (Bodin) şeklinde tespit edilen sosyolojik ve siyasi-kültürel düzen, Avrupa’daki değerlerden çok farklı, oradaki yapıların bir türlü adapte edilemediği bir toplum ortaya çıkardı.1
Bu yapıya merkeziyetçilik denir. Ortadoğu toplumları ta Marks’tan bu yana Batılı yazarların ilgisini çekti ve sosyokültürel bu farklardan dolayı bunların Batı modernitesine uyum sağlamakta zorlandıkları, köklü devrimlerin ve reformların yapılmaması durumunda bu “geri kalmışlığın” devam edeceği birçok akademik çalışmada yazıldı. Şimdilerde postmodern kültürel görecelilik akımı nedeniyle ve Oryantalizm Demokles kılıcından ötürü farklı yazan, ama özel ortamlarda bunları söyleyebilen akademisyenler, bu sorunların olmadığı anlamına gelmiyor.
Yine diğer bir sorun, Osmanlı’dan miras olarak alınan paralel toplumlar gerçeğidir. Osmanlı’da Saray’ın kaygısı dirlik ve düzenin devamı, finansal kaynakların akışındaki sürekliliğin tehlikeye girmemesi gibi “maddi” kaygılardı. Sistem bunun devamını sağlamaya yöneliktir. Türkiye bugün her ne kadar Türk üstünlükçü endoktrinasyon etki olmuşsa da bu paralel toplumların varlığını aynı Osmanlı’daki gibi yaşatıyor. Politik, dinsel ve etnik bölünmeler etnik kimliğin endoktrine edilmesi üzerine kurulu Türk üstünlükçülüğü kusuyor, mayanın tutmamasından kaynaklı sancıları yaşıyoruz. Bu esas beka sorunudur. Silah zoruyla kimlik empoze edilmesi bir etnik temizliktir ve Türkiye tarihi tarih olmaktan ziyade, bu manada bir suç kaydıdır.
Durağan tarih de ayrı bir sorundur. Toplumsal kodları yüzyıllar öncesinde uygulanmış kurallara ve geleneklere endekslemek, tarihin akışına baraj kurarak geçit vermemek, yasal, siyasal, sistemik, kimliksel dönüşümlere engel oldu ve düdüklü tencerede biriken tazyikli hava gibi, bu durum toplumsal dirlik ve mutluluğun altını oymakta.
Bununla bağlantılı olarak en az 200 yıldır hukukun kaynaklarında anlaşamıyoruz. Sentezlemekte başarısızız, bunun en önemli sebebi durağan tarih alışkanlığı; ancak bir de kan uyuşmazlığı sorunsalı var ki daha eşit vatandaşlık ilkesinde bile uzlaşılamamış olması bunun önemli kanıtlarından biri. Batı hukuku ve İslam hukuku ayrımı, Batılı siyasal kurumların ve yerellerin arasındaki uçurumun önemli nedenlerinden arasındadır. Yazılı yasa metinlerinin Türkçeye tercümesiyle işin bitmemesi bundan kaynaklanıyor. Sosyolojik ve siyasi-kültürel gerçeklik güçlüdür. Uyumlu hale getirilebilecek şeyler elbette vardır. Ancak farklılıklar o kadar temel ki, her yerde bu gerilimi hissetmek mümkündür.
Diğer konumuz üretim ve finansa ilişkin yapı. Feroz Ahmad Osmanlı finansını incelerken “haraç toplayıcı devlet” diyor. Osmanlı gelirleri haraç toplamaya dayalıdır.2 Bu, Ahmad’ın tespit ettiği üzere despotizme kaynaklık yapar. Evet, başlangıçta güçlü bir devlet olmuştur, ama bu yapı kolonyalizm ve modern üretim metotları gelişince rekabet edememiştir. Küçük bir kliğin diktatoryal padişaha tam sadakati ve biati üzerine inşa edilmiş siyasi bir modeldir söz konusu olan.
Herkes bu sistemden beslenir, yukarıdan aşağıya giderek ufalan payların dağıtımına dayalı bir devlet yapısına dayalıdır. Haliyle bu düzende üretkenlik ortaya çıkmadı. Haraç toplandı, haracın toplandığı kitleler üretimi yaptı. Bu üretim verimlileştirilemedi, sermaye birikimi oluşamadı, mülkler daha önce değindiğim üzere garanti altında değildi. Kısacası kapitalizmin – pazar ekonomisinin – temel koşulları yoktu. Diğer devletlerde de benzeri zorluklar olmuştur ve bu özellikler zamanla törpülenmiş, doğal bir kapitalistleşme meydana gelmiştir.
En basit örneklerden biri post-komünist Doğu Avrupa’dır. Fakat Osmanlı-Türkiye hattı daha girift, kökleri daha derinde olan, içinde kültürel belirleyicileri barındıran bir düzendir. Türkiye’nin bugün bile özel mülkiyetle sorunu vardır. Devlet bu nedenle istediği kişinin (özel veya tüzel) özel mülkünü gasp edebilmektedir ve bu toplumda meşru görülmektedir. Bunun dip kökleri işte yukarıda özetlemeye çalıştığım finansal geleneğe dayalıdır.
Erdoğan rejiminin tersine evrimle toplumu geri ışınladığı alanda elde olan tarihsel miras, kısmen rejimin neden meşruiyet sağladığını, geniş kitlelerin olan bitenlerde neden anormal bir şey görmediğini izah ediyor.
Kurbanlar rejime karşı çıkarken, pay alan kesimler – payın miktarından bağımsız olarak – sistemi benimsiyor. Yukarıdan aşağıya piramitsel-hiyerarşik bir rejim, kültürel kodları harekete geçiriyor. Tek adam, keyfiyet, hukukun siyasetin gölgesinde oluşu, otoriteyi sorgulayanların kırk katırı veya kırk satırı hak ettiklerinden emin toplum kesimleri – Osmanlı mirasının reenkarnasyonu gibi dimdik, çirkin suratı ve tüm ilkelliğiyle karşımızda duruyor. Ete-bedene Erdoğan-Bahçeli gibi bürünüyor.
Zaman makinesi bizi – en alttakileri veya dışlanmışları – sadece geçmişe değil, daha da korkutucu olarak bazen de şimdiki zamana ışınlıyor.
1- Detaylar için bkz. Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1995, s. 27-35.
2-Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1995, s. 35.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***