Türkiye, ölüleri bile mezun ediyor artık! Sahte diplomalar, tercümanla konuşan diplomatlar, torpille atanan bakanlar… Bu ülke liyakatsizlikte dünya rekoru kırıyor! Torbacıdan narkotik komiseri yapmışlar yahu!
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Ben bu tabiri eskiden beri bilsem de, sadece sanat alanında duymuştum.
Şöyle ki…
Necromancy (Nekromansi), Yunanca “nekros” (ölü) ve “manteia” (kehanet) kelimelerinden türeyen ve ölülerle iletişim kurma veya onları diriltme sanatı anlamına gelen bir terim. Antik çağlardan beri var olan bu kavram, ölü kişilerin ruhlarıyla konuşma, onlardan gelecek hakkında bilgi alma veya ölü bedenleri kontrol etme gibi uygulamaları kapsıyor. Eski Mısır, Yunan ve Roma kültürlerinde görülen “necromancy”, Ortaçağ’da büyücülükle ilişkilendirilmiş ve Hristiyanlık tarafından yasaklanmış.
Günümüzde ise nekromansi bilimsel olarak mümkün olmayan, tamamen mitolojik bir kavram olarak kabul edilmekte. Ancak fantastik edebiyat, video oyunları ve popüler kültürde sıkça kullanılmakta. Misal; Dungeons & Dragons, Harry Potter gibi eserlerde yer alan nekromansi, zombi filmleri ve korku türüyle de bağlantılı. Bazı okült geleneklerde hâlâ inanılsa da, modern dünyada çoğunlukla eğlence sektörü ve fantastik eserlerde karşılaştığımız bir kavram.
İşin ansiklopedik faslı böyle.
Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama Türkiye, liyakatsizlikte dünya çapında bir “mükemmellik merkezi” haline geldi. Sahte diplomalarla doktor olmaktan, yabancı dil bilmeyen diplomat atanmasına; torpilin kutsallaştırılmasından partici atamalara kadar, bu ülke liyakat karşıtlığında tüm yöntemleri keşfetmiş ve benzersiz şekilde ustalaşmış durumda.
Kim demiş, nerede demiş bilmiyorum ama bir filozof, “Bir uygarlığın çöküş evresinde olduğunu anlamak istiyorsanız, o toplumun liyakat anlayışına bakın!” demişti. Patlak veren son skandallara baktığımızda, tarih boyunca hiçbir toplumun bugünün Türkiye’sinin eline su dökemeyeceği gerçeğini haykırıyor.
Günümüz siyasal İslamcılarının haklarını teslim etmeliyiz ki, ülkenin geldiği durumun vahameti Erdoğan ve çevresinin büyük bir başarısı. Çeteler tarafından adeta yol geçen hanına çevrilen, e-imza sistemleriyle üretilen sahte diplomalar, torpiller, rüşvet ve adam kayırma, diplomalar ve tercümanla konuşan diplomatlar sadece buzdağının görünen yüzü. Asıl hikâye çok daha derinlerde esasen: Örnek verirken Kur’an ayet okuyan (Akrabanı kayır!) Mehmet Metiner ve akrabayı işe almayı aile borcu sayan Betül Sayan kafasından partiyi kayırmayı devlet hizmeti gören anlayışa; torpilin meşrulaştırılmasından rüşvetin kutsanmasına kadar uzanan, liyakatsizliğin tüm spektrumunu kapsayan bir çöküş tablosuyla karşı karşıyayız.
Adım adım gidelim…
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ortaya çıkardığı sahte diploma skandalı, aslında Türkiye’nin ne kadar “yenilikçi” olduğunu da ispatlıyor! TÜRKTRUST ve E-İMZATR sistemleri kullanılarak yüzlerce, belki binlerce sahte üniversite diploması, yine bir o kadar sahte lise diploması üretilmiş.
Sıkı durun; hatta 6 Şubat depreminde ölen avukatların kimlik bilgileri kullanılarak hukuk mezuniyetleri oluşturulmuş. İşte bu, büyük ihtimalle tarihin ilk “ölümden sonra mezuniyet” sistemi. Yani; ‘Necromancy’nin akademik ve güncel versiyonu.
Misal; “Hoca” lakaplı çete lideri, 20 yıldır aynı işi yapmasına rağmen hâlâ sistemin açıklarından faydalanabiliyor. Bu ise, Türkiye’de suçluluğun nasıl sürdürülebilir bir kariyer haline geldiğini gösteriyor. Belki de kendisi de sahte bir işletme diploması almıştır, kim bilir? 250 bin ile 2,5 milyon TL arası fiyatlarla diploma satışı, piyasa ekonomisinin eğitim sektöründe nasıl çalıştığının güzel bir örneği.
Sahte diploma meselesinin trajikomik boyutu, işin içinde pek çok “profesyonelleşmiş” siyasetçiler olması. Söz gelimi “Yeliz” lakaplı eski AKP milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı, TBMM özgeçmişinde “Newport International University davranış bilimleri mezunu” yazıyor. Ancak bu “üniversite”, Türkiye’de YÖK tarafından tanınmayan, internetten para karşılığı diploma veren bir kurum. Erdoğan’ın eski şoförü olan Çamlı’nın, sahte diplomayla milletvekilliği yapması, sistemin ne kadar “kapsayıcı” olduğunu gösteriyor. Şoförlükten milletvekilliğine geçiş için sadece sahte diploma yeterli!
Gelin görün ki sahte diploma meselesi, aslında daha büyük bir sistemin parçası. Çünkü bu ülkede gerçek diplomayı alıp da işsiz kalanlar da var, sahte diplomayla işe girenler de. İkinci grup daha akıllı mı? Yoksa birinci grup daha saf (bakınız salak demiyorum)? Bu soruyu cevaplamak, Türkiye’nin eğitim felsefesini anlamak demek. Televolelerin gizemini çözmek kadar zor bir şey bu!
Bir başka örnek; Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdür Yardımcısı Halime Ebru Demircan’ın uluslararası toplantıda İngilizce bilmediği için tercümanla konuşması, aslında Türkiye’nin liyakat anlayışının şiirsel bir özeti. 2007’den beri insan hakları alanında çalışan birinin, kendi en temel hakkını – kendini ifade etme hakkını – kullanamaması, postmodern bir paradoks değilse nedir?
Bu atama şüphesiz, Dışişleri Bakanlığı’nın “Yabancı dil şart değil, yeter ki bizden olsun!” felsefesini yansıtıyor. Belki de bu, yumuşak güç politikasının yeni bir şekli: “Bütün dünya Türkçe öğrensin, biz niye başka dil öğrenelim?”
Bu yaklaşım, aslında “dil emperyalizmine” karşı sessiz bir direniş olarak da okunabilir pekala. Ver mehteri Erkancım!
Bu arada mehterci sunucunun da diploması sahteymiş!
Türkiye’de torpil, sadece bir kayırmacılık yöntemi değil, neredeyse bir kültürel değer haline gelmiş durumda. “Partimize samimiyetle bağlı biri var!” demek, sosyal statü göstergesi. Torpille işe giren kişi utanç duymak yerine, “Buralara nasıl geldiğimi biliyorsunuz değil mi?” diye övünüyorlar. Buyrun size, liyakat kavramının toplumsal bellekten silinmesinin en dramatik örneği.
Torpil sisteminin güzelliği, tüm tarafları memnun etmesi: Torpil veren güç gösterisi yapıyor, alan şükran borcu altına giriyor, sistem de liyakatsiz ama sadık kadrolarla doluyor. Torbacı sahte belge ile narkotik komiseri yapılmış yahu, bunun daha absürt, daha uç örneği olabilir mi?
Torpil artık kurumsallaştı. “Torpil danışmanları”, “bağlantı uzmanları” türedi.
Türkiye’de akraba kayırmacılığı, neredeyse anayasal bir hak gibi algılanıyor artık. “Aile boyu devlet memuru” lafı övgüyle söylenir oldu. Babanın işi, oğlun hakkı. Dedenin makamı, torunun mirası. Bu, feodalizmin modern devlet yapısında yaşamaya devam etmesinden başka bir şey değil!
Bu sistemin en mükemmel örneği, eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın aile işletmeciliği. Kardeşi Ayşe Hilal Sayan Koytak önce BTK Genel Müdürlüğü’ne, sonra Bahreyn Büyükelçiliği’ne atandı. Diğer kardeşi Ömer Fatih Sayan, Ulaştırma ve Altyapı Bakan Yardımcılığı ve BTK Başkanlığı görevlerinde bulunuyor. Üçüncü kardeşi Nazmiye Sümeyye Sayan ise İBB Meclis üyesi olmuştu. Bu, devleti aile şirketi olarak görmenin klasik örneği. “Sayan Kardeşler Holding: Devlet Şubesi” diyebiliriz.
En ilginç yanı, akraba kayırmacılığının “aile değerleri” adı altında meşrulaştırılması. Metiner’in ayeti çarpıtarak kurduğu, “Kendi ailenden başlayacaksın!” mantığı, kamu hizmetini aile işi haline getiriyor. Devlet daireleri, büyük aile çiftlikleri gibi. Herkes birbirinin akrabası, kimse liyakatsizlikten şikayet etmiyor çünkü herkes sistemin bir parçası.
Bu sistem o kadar derinlemesine işlemiş ki, liyakatli birinin atanması “haksızlık” olarak algılanabiliyor. “Bu çocuk nasıl olmuş da torpilsiz atanmış?” diye düşünülüyor.
Türkiye’de kamu görevine atanmanın en kesin yolu, iktidar partilerine üye olmak. Bu, liyakatin ideolojik versiyonu: Parti kartı, diploma yerine geçiyor artık. “Bizden biri!” olmak, “işinde iyi biri” olmaktan çok daha değerli çünkü.
Partici atamalar, dönemsel olarak dalgalar halinde gelir. Her seçim öncesi ve sonrası, büyük taşınma zamanıdır. Squid Game gibi. Müzik durduğunda, doğru partide olanlar koltuğa oturuyor.
Bu sistemin ironik yanı, partiler değişince “liyakatli” olanların da değişmesi. Dünün liyakatsiz ataması, bugünün “komplo kurbanı” oluyor. Yarının “liyakatli” adayı, bugünün işsizi. Bu, liyakatin göreceli olduğunun en güzel ispatı.
Türkiye’de rüşvet, neredeyse sanat formuna dönüşmüş durumda. “Bir çayına”, “harçlığına”, “kırkını çıkartma” gibi estetik ifadelerle süslenen, neredeyse şiirsel bir dil. Rüşvet vermek ayıp değil, vermemek ayıp artık. Başar Sabuncu’nun enfes senaryosunu Ertem Eğilmez’in sinemaya aktardığı meşhur ‘Namuslu’ filminin repliğini hatırlayalım: “Namusluymuş namussuz!”
Bu kültürde rüşvet alan kişi “vatana hizmet” ediyor aslında ve rüşvet veren de partiye ve parti büyüklerine”minnettarlık” gösteriyor. İkisi de ahlaki açıdan sorun hissetmiyorlar, utanmıyorlar. Bahsi geçen anlayış günümüz Türkiye’sinde artık felsefe yerine geçmiş durumda: “Herkes haklı, belki sistem yanlış ama böyle iyi gidiyoruz!”
Rüşvetin kurumsallaşması da enteresan değil mi? Saraydan başlayıp (hatırlayın kumarhanecilerden 50 milyon dolar rüşvet alan saray baş danışmanını) “Standart fiyatlar”, “promosyon dönemleri”, “peşin indirim” uygulamaları var. Ne ala sistem; piyasa ekonomisinin kamu yönetimindeki tezahürü.
“Bizden Biri” Teolojisi
Türkiye’de parti ve tarikat bağlantılarıyla işe alma, artık neredeyse dinî bir görev olarak algılanıyor. “Bizden birine yardım etmek sevaptır” ve hatta “Karşıt zihniyettekine iş vermek günahtır” ve hatta “Karşıt görüşlüyü işinden attır” mantığı, kamu görevlerini parti ve tarikat üyelerine hasretmeyi meşrulaştırıyor.
Bu sistem, liyakati “manevi liyakat” ile değiştiriyor. İşinde kötü ama parti ve tarikatta olan kişi, işinde iyi ama tarikattan olmayan kişiye tercih ediliyor. İşte size “din kardeşliğinin” kamu yönetimindeki yansıması.
Tarikat ağlarının güzelliği, hem bu dünya hem öbür dünya hesabını birlikte görmesi: Bu dünyada iş, öbür dünyada sevap. Bu kadar etkili pazarlama stratejisi başka nerede var? ‘Cübbeli Ahmet’ figürü bu anlamda şahane bir örnek. ‘Yanmayan kefen’ satmak, peygamber terliği pazarlamak sonra da ekrana çıkıp hoca kisvesiyle konuşmak!
“Aynı okuldan mezunuz!” cümlesi, Türkiye’de CV’den daha etkili. Okul bağlantıları, neredeyse kan bağı gibi kutsal. “Büyüğüm, küçüğüm” hiyerarşisi, kamu kurumlarında “abi-kardeş” ilişkisine dönüşüyor.
Hemşehricilik de aynı şekilde. Diyelim ki, parti, cemaat eşiklerini aşamadın. Elinde bir tek “Reis sevgisi” kozu var. İşte o zaman “Memleket nere?” sorusu, iş görüşmesinin en kritik kısmı. Doğru cevap verebilirseniz, CV’niz önemsiz. Bu, coğrafi liyakat: Nereli olduğunuz, ne bildiğinizden önemli…
Türkiye’de “yandaş” olmak, ayrı bir uzmanlık alanı. Doğru zamanda doğru söylenecek sözleri söylemek, doğru etkinliklere katılmak, doğru fotoğraflarda bulunmak… Huzurlarınızda politik performans sanatı.
KPSS, YKS, DGS… Ülkedeki sınav sistemi, liyakatsizliğin en rafine örneklerine sahip. Saray, söz verdiği halde mülakatı kaldırmak yerine daha da kurumsallaştırdı. Yazılı sınavda ülke birincisi olsanız bile, mülakatta eleniyorsunuz mesela.
En acı veren yanı ise, bu usulsüzlükler yapılırken “adalet” kavramının sıkça kullanılması. “Herkes eşit şartlarda yarışmalı!” denirken, kimse eşit şartlarda yarışmıyor. Bu, Orwell’in “Eşitlik” kavramının Türk versiyonu: “Herkes eşit ama bazıları daha eşit!”
Türkiye’nin liyakatsizlik konusundaki “başarısı”, artık küresel çapta biliniyor. Nepotizm endekslerinde üst sıralarda, şeffaflık sıralamasında alt sıralarda yer alıyoruz. Bu konuda iddialıyız yani!
Diğer ülkeler tek tek yöntemlerle liyakatsizlik yapıyorken, biz “holistik” bir yaklaşım sergiliyoruz. Tüm yöntemleri aynı anda kullanarak, liyakatsizlikte “tam spektrum” hakimiyeti sağlıyoruz. Bu, belki de dünya tarihinin en kapsamlı liyakat karşıtlığı projesi.
Liyakatsizliğin Normalizasyonu
Bu sistemin en traji(komi)k yanı, liyakatsizliğin normalleşmesi. Artık liyakatli atama “şaşırtıcı haber” kategorisinde. “Torpilin yoksa nasıl işe girdin?” sorusu, meşru bir merak. Bu, toplumsal hafızanın yeniden programlanması.
Gençler artık “Çalışacağına partiye katıl, tarikata git, olmadı bağlantı kur” tavsiyesi alıyor. Üniversite öğrencileri “Hangi partiye üye olsam?” diye düşünüyor. Bu, bir kuşağın liyakat kavramından tamamen koparılması demek.
Türkiye, liyakatsizliğin destanını yazdı ve baskı üstüne baskı yapıyor. 25 yıldır “bestseller” olan bir yayın bu. Sahte diplomalardan tercümanla konuşan diplomatlara, torpilden rüşvete, akraba kayırmacılığından partici atamalara kadar tüm yollar liyakatsizliğe çıkıyor.
Bu durumda şunu sormalıyız: Bu sistem daha ne kadar kötüleşebilir. Daha önemlisi ne kadar sürecek? Liyakatsizlik ilanihaye, kendi kendini besler mi yoksa bir noktada çöker mi?
Önce iyi haber: Tarih, liyakatsiz sistemlerin uzun vadede ayakta kalamadığını gösteriyor. Ama Türkiye, bu konuda da bir “ilk” olabilir!
Belki de çözüm, liyakatsizliği tam anlamıyla kurumsallaştırmak. “Liyakatsizlik Bakanlığı” kurup, tüm bu işlemleri resmileştirmek. En azından dürüst olmuş oluruz! “Biz liyakatsiziz ve bundan gurur duyuyoruz!” diye haykırırız. Bu, belki de dünyanın ilk “anti-merit (Liyakatsizler)” ülkesi olma şansımız.
Yoksa İsmet İnönü’nün “Enflasyonun tanımını bileni Maliye Bakanı yapardık!” nostaljisinin ardından ağlamaya devam ederiz. Ama ağlarken bile liyakatsiz bir şekilde ağlarız: Yanlış sebeplerden, yanlış zamanda, yanlış insanlar için.
Sanırım ülke, şu görseldeki diplomayı sorgulamadığı gün, Türkiye’nin çöküşü başlamış oldu.
Bitirirken şu soruyu sormalıyız: Bu liyakatsizlik haritasında dip nerede? Daha da beteri var mı? Cevabı siyasetçilerden değil kendimizden beklemeliyiz. Zira bu tabloya rağmen saray iktidarının oy oranı belli. Bu sebeple sorunun cevabı kendi vicdanımızda neşet etmeli. Tabii vicdanımızı da torpille almadıysak…
NOT: Aslında yazının devamında Erdoğan’ın yılan hikayesine dönen sahte diploması vardı ama yazı uzadığı için o kısmı bir sonraki yazıya bıraktım. Bu arada muhaliflik meselesine devam edeceğimi de hatırlatmak isterim.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***