MAHMUT AKPINAR | YORUM
Hizmet kampları “okuma kampları” olarak da anılır. Okumayı, Kur’an’ın ilk emri “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” perspektifinden ve geniş yorumlamak gerekiyor. Kamplarda elbette sadece kitap okunmuyordu. Amaç Kainat Kitabını, Kur’an kitabını ve insanı birlikte okumaktı. Bunlar arasındaki bağı, ilişkiyi görmekti. Zihnimizi beslerken, ruhumuzu dinler, dinlerdirmeye çalışırdık. Ara tatillerde de kısa kamplar yapılırdı. Ama asıl uzun, verimli kamplar yazın olurdu. Kampların insan yetiştirmedeki önemi tartışılmaz.
Hizmet’i üniversitede tanıdım. İlk kampımı 1986 yazında yaptım. O yıl iki ayrı kampa katıldım. İlki, üniversite arkadaşlarımla yaptığımız kamptı. Lisede öğretmen, 20’lerin sonunda, evli bir abi bize rehberlik ediyordu. Evleri motosikletle dolaşıyordu.
Okullar kapanmadan önce yaz kampı tahşidatı yapıldı. Okumayı seviyordum, kendimi yetiştirmek için kampa istekliydim. Kampın deniz kenarında, güzel bir yerde olacağını söylediler. 1980 ihtilalinin etkileri sürüyordu ve irtica histerisi çok güçlüydü. Gazeteler sürekli “irtica” haberleri yapıyor; “Gizlice Kur’an öğretiyorlar! Tarikat yuvası basıldı!, Öğrenciler namaz kılarken yakalandı!” gibi manşetler atıyorlardı. Bu nedenle kampın yerini söylemediler.
O dönem İzmir’in 09 plakalı kırmızı bir ford minübüsü vardı. Bu tür faaliyetlere, gezilere o eski minübüsle gidilirdi. Ama o yaz irtica haberlerinde patlama olmuştu. Sanırım risk oluşturmasın diye minübüsle götürmediler. Kampa katılacaklar 4-5 kişilik gruplar halinde, Balçova garajından “denize giden öğrenciler” kılığında, Seferihisar dolmuşlarına bindik, Ürkmez‘de dolmuştan indiğimizde bir abi karşıladı, yazlığına götürdü, kahvaltı yaptırdı.
Az dinlendikten sonra “gizemli” kampa doğru yola çıktık. Toprak yollardan geçtikten sonra abi bizi ormanın kenarında, metruk görünümlü, tek katlı çiftlik evine bıraktı. Şahsi eşyalarımızla birlikte, arabadan bir küçük tüp, battaniyeler, hasırlar, demlik, iki-üç tencere, büyükçe su bidonu ve bol miktarda kavun, karpuz, domates, ekmek indirdiğimizi hatırlıyorum. Bizden sonra diğer iki grup da postalar halinde ve “tedbirli” şekilde kamp yerine ulaştılar.
Kampa katılan 12-13 kişinin tamamı üniversite öğrencisiydi. Başımızda rehber öğretmen abi vardı. O yıl Buca’da 12 evimizin olduğunu hatırlıyorum. Eski ve geniş bir evden yurda dönüştürülen, fareli Köşe Yurdu açılışa hazırlanıyordu. Ama dönemin atmosferi nedeniyle resmi yurt açılışı dahi temkinle yürütülüyordu. Zira “Burası irtica yuvası olacak!” diye biri şikayet etse gereksiz bir sürü engelle karşılaşılabilirdi. Kampa katılan sayısının evlere kıyasla düşük olması akla gelebilir. Emin değilim, ama başka kamplar da yapılmış olabilir. Öte yandan o zaman evlerde kalmak riskti, kampa katılmak daha büyük riskti. Risaleler kendi kabıyla evde tutulmazdı. Ansikolpediler içine Risalelerden cüzler yerleştirilirdi. O yıllarda öğrenci evleri, sol gruplar ve irtica nedeniyle basılırdı. Polis geldiğinde Cemaat evi veya sol örgüt evi olmadığınızı ispat etmeniz, nasıl, nerede tanıştığınıza dair senaryonuzun hazır olması gerekirdi. Uşaklı olmam hasebiyle kilimleri bana zimmetlerlerdi hep. “Lüks” olduğu için evlerde halı yoktu. Halıflekslerle bile geç tanıştık. Böyle bir atmosferde kampa katılmak cesaret istiyordu. Ayrıca arkadaşlarımızın çoğu kırsaldan geliyordu, çalışmak ve aileye yardım için yazın köyüne dönüyordu.
Parça parça intikal ederek kamp alanına ulaştık. Metruk evin sadece bir odası kullanılabilecek durumdaydı. Evde elektrik yok, su yok, tuvalet yok. Suyu tulumbadan çekerek temin ediyoruz. Evin uzağında tahrip olmuş, ahşap bir hela vardı, ona çuvaldan kapı yapıp kullanıma açtık. Çevrede yılan, böce-börtü her türlü hayvanat vardı. Geceleri açık alanda hasırlar, kilimler üzerinde yatıyorduk. Namazları büyükçe bir dut ağacının gölgesinde kılıyor, sohbetleri orada yapıyorduk. Bazen kitaplarımızı alıp ormanda okuyorduk. Sabah ve akşam, iki deniz saatimiz vardı. Sinekler ve sivri sinekler en büyük düşmanımızdı. Ortamda böce-börtü, akrep, yılan, kırk ayak herşey vardı. Dut ağacından bazen koynumuza, üstümüze tırtıllar düşüyordu.
Ormanlık, asude bir alanda yaptığımız bu kamp oldukça otantik ve verimliydi. Okumalarımız Risale-i Nur ağırlıklıydı. Hedefimiz külliyatı bitirmekti. Gün teheccüte kalkarak başlardı. Bir küçük tüpe monte edilmiş lüksün loş ışığı altında, çırçır böceklerinin sesinin gecenin sessizliğini yırttığı lahuti bir atmosferde teheccüt namazı kılardık. Sonra lüksün ışığını biraz açardık, uçuçan böceklerin, güvelerin ışık kaynağını tavaf etme çabaları arasında sabah namazı vakti girene kadar evradımızı yapar, cevşenlerimizi okurduk. Etrafta başka ev insan olmadığı için uzun tesbihatları sesli yapardık. Ormanla denizin kavşak noktasında kurulan bu ücra kampta cehri zikirlerimiz gecenin sessizliğine yoldaş olurdu. Pırıl pırıl yıldızların altında, dularımızı, tesbihatlarımızı perdesiz ve engelsiz Rabbimize iletmenin hazzını duyar, tabiatın ortasında O’nunla başbaşa kalmanın haşyetini yaşar, ona yönelmenin lezzetini tadardık. Sabah tesbihatı bittikten sonra ders yapılır, sonra istirahat ederdik.
İki-üç saatlik sabah uykusundan sonra kalkardık, çayla birlikte elimizde ne varsa kahvaltı yapardık. Ardından iki saat kadar kitap okuyup suyun ılıdığı demlerde denize girerdik. Denizle kamp yaptığımız yer arasında 10 dakikada aşılacak bir tepe vardı. Arkamız orman, önümüz denizdi. Deniz zamanı kampın en eğlenceli anlarıydı. Elimizde bir-iki şişme lastik, sadece bir tane gözlük ve snorkel vardı. Derelerde yüzmeyi öğrenmiş olsam da deniz çok farklıydı.
Denizin altında renkli bir alemin olduğunu amatör gözlük ve snorkelle mercan kayalıkları üstünde yüzünce anladım. Denizin üstü ayrı, altı ayrı tefekkür vesilesiydi. Yüzme bilmeyenler yüzmeyi öğrendi, az bilenler geliştirdi. Bir hafta içinde herkes yüzebilir hale gelmişti. Malatyalı gözü kara bir arkadaşın yüzmeyi orada öğrenip açıktaki Tavşan Adası’na yüzme teşebbüsünü hatırlıyorum. İkazlarımıza rağmen yanına bir simit alıp yola çıktı. Biraz açılınca adanın göründüğü kadar yakın olmadığını anlayıp kazasız belasız dönmüştü.
Farkında olmasak da deniz yoruyordu. Egenin yazında, öğlen sıcağında kitap okumak çok verimli olmadığı için kaylule saati de konmuştu programa. Ürkmez kampımız mahrumiyetlere rağmen gayet güzeldi, memnunduk. Ben sevmiştim. Yüzmeyi geliştirmiş, epeyce kitap okumuştum. O dönem Ürkmez sakindi, yazlıklar, oteller çok yaygın değildi.
Elektrik olmadığı için buzdolabı, soğuk su, klima, telefon vb hiçbir teknolojik alet yoktu. Esintilerle ferahlıyorduk. İki üç günde bir Ürkmezdeki abi başta karpuz olmak üzere mevsimlik erzak getiriyordu. Öğünleri onlarla geçiriyor, esaslı yemekler yapamıyorduk. Soğuk su en özlediğimiz şeydi.
Ormanla denizin dost olup “paralel” yürüdüğü bu asude kampta 1 ay kalmayı planlamıştık. Lakin 10 gün geçtikten sonra “Jandarma bazı kampları basmış” diye haber geldi. Kampın basılması alınıp götürülme, sorgulanma, belki işkenceye maruz kalma, en kötüsü de sicilinin karalanmasıydı.
Kenan Evren cumhurbaşkanıydı, askeri vesayet sürüyordu. Solcular için hazırlanmış Türk Ceza Kanunu (TCK) 141-142 ve dindarları hedef alan TCK 163 yürürlükteydi. Bu maddelere ilişkin suçlamalar askeri yargıçların görev yaptığı DGM’lerde (Devlet Güvelik Mahkemeleri) yargılanıyordu. Polis sivil iktidara bağlı olduğu için kısmen müsamahakardı ama kırsalda görev yapan Jandarma tavizsizdi. Dönemin medyası bu kampları “terör kampı” gibi veriyordu.
Bu şartlarda kampa devam edemezdik. Alelacele kampı bitirdik. Haberi getiren abinin aracıyla bir grup hemen döndü. Geri kalanlar küçük gruplar halinde eşyalarımızı sırtlandık, “Jandarma geliyor mu?” diye çevreyi kolaçan ederek 2-3 km uzaklıktaki İzmir-Seferihisar yoluna kadar dağlık alandan yürüdük. Yoldan minübüslere binip İzmir’e döndük.
Bu kamptan geldikten sonra bana “Ortaköy Yurdu öğrencilerine kamp yapılıyor. Sen İmam Hatiplisin, çocuklara Kur’an öğretir misin?” dediler. Kendimi 1 aylık kampa göre ayarladığım için olur dedim. Eski yurt müdürü ayrılmış, Ege Üniversitesi’nden uzatmalı bir abimiz müdür olarak atanmış. Onunla Karabağlar’da buluştuk ve Torbalı minibüsünden yol ayrımında inip 3-4 km içerdeki Ortaklar orta öğrenim yurduna, öğlen sıcağında yürüyerek intikal ettik.
Yurt iki katlı, çatısız, tarlaların ortasında bir binaydı. İki hafta kadar kaldığımı hatırlıyorum. Yurdun talebeleri yanında kamp için İzmir’den gelen esnaf çocukları da vardı. Misafir öğrencilerin beklentileri yüksekti, nazlıydılar. Yurdun imkanları ise mütevazı ve sınırlıydı. Çatı olmadığı için yatakhanelerde sıcaktan uyunmuyordu. Biz de yataklarımızı, battaniyelerimizi alıp yıldızları seyrederek, cırcır böceklerini dinleyerek damda uyuyorduk.
Doksan bir yaşında iken hakkında tutuklama çıkarılan, bir yıl sonra da vefat eden Bediüzzamanın öğrencisi merhum Hacıveli Amca yakın bir köyde yaşıyor ve yurda nezaret ediyordu. O yıllarda daha genç ve dinçti. Her gün yurda geliyor, köyde ne bulursa bize taşıyordu. Yemek, bulaşık, temizlik, rehberlik her iş müdürle ikimizdeydi. Ama ikimizde yemek konusunda iyi değildik. Malzeme kıttı. Kasada para yoktu. Bir ara ekmek alacak paramız dahi kalmadı ve bahçedeki kara fırında ekmek yapmayı denemiştik. Hacıveli amca ise sürekli domates biber getiriyordu. Tarlaların ortasında kalan yurtta 13-15 yaş arası çocuklara cazip gelecek hiçbir imkan yoktu. Özellikle esnaf çocuklarının memnun kalmayıp erken ayrıldıklarını hatırlıyorum.
Fiziki şartlar konforlu değildi, mahrumiyetler, belki endişeler altında o programları yapıyorduk ama eski kamplar manevi hayatımızı beslemede, zihin dünyamızı doyurmada çok önemli misyon eda etti. Yeniden toparlanmanın, gerilime geçmenin etkili yollarından birisinin de kamp geleneğini sürdürmek, zamana ve şartlara uygun ihya etmek olduğunu düşünüyorum.
Hacıveli Amca hakkında 2022’de yazdığım makale:
91 Yaşındaki o ‘terörist’i tanıyorum!
Sesli makale: https://www.youtube.com/watch?v=OZJPuJHb1qs
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***