YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Tarihselcilerin en temel iddialarından biri, tarihsel yöntemi Kur’ân’ı doğru anlamanın ve yorumlamanın teminatı olarak sunmalarıdır. Geleneği, Kur’ân’a lafızcı, parçacı ve şekilci yaklaşmakla suçlar; bu nedenle Kur’ân’ın sahih anlamının ortaya konulamadığını ve hedeflerinin bugüne dek gerçekleştirilemediğini öne sürerler. Alternatif olarak, Kur’ân’ın tarihsel bağlam içinde anlaşılması ve ona bütüncül ve kuşatıcı bir nazarla yaklaşılması gerektiğini savunurlar.
Bu tavsiyelerinde bir ölçüde haklılık payı olsa da, pratikte yaptıkları şey çoğu zaman Kur’ân’ı geleneğin nüfuzundan kurtarmaya çalışırken, onu yabancı felsefelerin nüfuzuna açık hâle getirmektir. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama adına asırlardır uygulanan usul çerçevesini reddetmiş, Sünnet ve icmayı bir kenara bırakmışlardır. Ancak bunun yerine tutarlı ve sistematik bir usul de ortaya koyamamışlardır. Nihayetinde Kur’ân’ı çağdaş aklın öncülleriyle yorumlama ve modernizmin temel kabulleriyle uyumlu hâle getirme çabası, İslâm kültür mirasından kopmayı ve Kur’ân’ın dünyasına yabancılaşmayı netice vermiştir.
Kur’ân’a İtimat
Modern dönemde din hakkında öyle yorumlar yapıldı, Kur’ân’a, Sünnet’e ve İslâm düşünce mirasına öyle tenkitler yöneltildi ki bunlarla İslâm’ın içi boşaltıldı ve onun aslî hüviyeti tahrip edildi. İlâhî vahyi beşerileştirmek, kuralsal değeri olan hükümleri âtıl bırakmak, Sünnetin teşrideki yerini inkâr etmek, sahabenin müstesna konumumu gör ardı etmek, geleneksel mirası bir zenginlik değil yük olarak görmek, fıkıh ve tasavvuf gibi ilimlere dışarıdan menşe aramak, Kur’ân ve Sünneti modernizmin talepleri doğrultusunda yorumlamak bu sapmaların başında gelir.
Modern İslâm düşüncesinin bu sapmalarının altında yatan temel sebeplerden biri, Kur’ân’a duyulan güvenin zayıflamasıdır. Kur’ân’ın her bir hükmünün doğrudan Rabbü’l-Âlemin’in kelam-ı ezelisi olduğuna ve kimsenin kulların, maslahat ve mefsedetlerini Yüce Yaratıcı’dan daha iyi bilemeyeceğine duyulan itimadın sarsılmasıdır. Kur’ân’ın her bir hükmünün mükellefler açısından mahz-ı adalet, mahz-ı maslahat ve mahz-ı rahmet olduğuna gönülden inanan biri, bu hükümlere sırt çevirip başka arayışlara yönelebilir mi? Kur’ân’ın madde-mana, dünya-ahiret, zihin-kalp, fert-toplum, insan-varlık-Yaratıcı arasında gözettiği denge ve adaleti sınırlı insan aklı tesis edebilir mi? Edemez. Zira hiçbir kanun koyucu, içinde yaşadığı toplumun bilgi düzeyini aşamaz. (Ernest Hirş, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, s. 274)
Kur’ân’ı doğru anlamak istiyorsak, onu kendi dar havsalamıza sıkıştırmadan, sınırlı aklımızı onu anlamada mutlak hakem kılmadan, sarsılmaz bir güvenle onun derinliklerine açılmalıyız.
Niyet Duruluğu ve Gönül Saflığı
Tarihselcilerde ve bazı modern İslâm yorumcularında gözlemlenen önemli problemlerden biri, kendilerini Kur’ân’a bütünüyle açık tutmamalarıdır. Zihin ve gönüllerini, onun hakikatlerini içtenlikle kabule hazırlamamış olmalarıdır. Kur’ân’ı anlama, ondaki ilâhî maksatları yakalama noktasında yeterince iyi niyetli olmamalarıdır. Yaşadıkları hayatı, Kur’ân’ın öneri ve yönlendirmelerine göre düzenlemeye yanaşmamalarıdır. Oysa bir metne hangi niyet ve amaçlarla yaklaşıldığı, önyargılardan arınmış olup olunmadığı yapılan yorumları derinden etkiler. Modern dönemde bir çok kişi, Kur’ân’ın doğrularını söylemek yerine kendi doğrularını Kur’ân’a söyletmektedir; yani Kur’ân’ı ideolojik olarak okumaktadır.
Bu noktada Allah Resûlü’nün (s.a.s) ve sahabe-i kiramın “ümmîliğini” hatırlamakta fayda var. Kur’ân, iki âyette Hz. Peygamber için “en-Nebiyyi’l-ümmî” ifadesini kullanır. (A’raf sûresi, 7/157, 158) Başka bir âyette de Allah Resûlü’nün (s.a.s) gönderildiği toplumun ümmîliği vurgulanır: “O Allah ki ümmîlere içlerinden onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek bir peygamber göndermiştir.” (Cuma sûresi, 62/2)
Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: “Ben ümmî bir ümmete gönderildim.” (Tirmizî, Kur’ân 9)
İmam Şâtıbî “ümmetin ümmîliğini” şöyle açıklar: “İslâm ümmetine ümmî denmesinin sebebi, daha önceki kavimlerin ilimlerine sahip olmamalarıdır. Ümmî kelimesi, Arapça “anne” anlamındaki “ümm” kelimesinin ism-i mensubudur ve anasından doğduğu gibi kalan, okuma yazma öğrenmeyen, ilk yaratıldığı konumunu muhafaza eden kişi demektir.” (Şâtıbî, el-Muvafakât, trc. Mehmet Erdoğan, 2/66)
Allah Resûlü’nün (s.a.s) ümmî oluşunun en önemli hikmetlerinden biri, âyet-i kerimenin de açıkça belirtiği üzere, Kur’ân’ın Allah’a nispeti hususunda şüpheye yer bırakmamasıdır. (Ankebût sûresi, 29/48) Bir diğer hikmet ise onun, kendisine gelen vahy-i ilâhîyi yabancı felsefe ve kültürlerin tesirinden uzak saf bir gönül ve duru bir zihinle aslına uygun bir şekilde beyan edebilmesidir. Sahabe-i kiram da benzer şekilde o günün dünyasında hâkim olan Roma, Fars ve Çin gibi medeniyetlerin uzağında neşet etmiş, bu kültürlerin baskısı ve tesiri altında kalmamışlardı. Bu yüzden Kur’ân’ı, yabancı kaynaklara müracaat etmeksizin, onların tesirinde kalmaksızın, arı duru bir zihinle anlamışlardır.
İnsan, farkında olmasa bile çoğu zaman daha önce zihninde yer etmiş bilgi ve müktesebatın tesirinde konuşur. Okuduğu, gördüğü, duyduğu, bir şekilde muttali olduğu şeyleri anlama ve yorumlama sürecinde, geçmiş müktesebatının ve önyargılarının etkisinden kurtulamaz. Özellikle, modernitenin kendi ideolojisini despotik yollarla herkese dayattığı, âdeta insanları bilgi bombardımanına tuttuğu modern dönemde, saf ve duru bir zihinle Kur’ân’a yönelmemizin ne kadar zor olduğu izahtan varestedir. Fakat Kur’ân’ı ilâhî maksatlara uygun olarak anlamak ve onun kendi dünyasına açılmak istiyorsak, ön yargılarımızı bir yana bırakarak, iyi niyetle, arı duru bir zihinle Kur’ân’a yönelmek zorundayız. Kendi amaçlarımıza ulaşmak için Kur’ân’ı araçsallaştırmayı bir yana bırakıp, onun söylediklerini anlayıp yaşamayı hedeflemeliyiz.
Kur’ân ve Sünnet’in Rehberliği
Tarihselciler, Kur’ân’ı anlamada nüzul ortamının şartlarına aşırı bir ağırlık verirler. Bazı tarihselciler, yedinci asır Arap toplumunun olay ve olgularını bilmeyi, nasların sahih ve nesnel yorumuna ulaşmanın garantisi görürler. Oysa tefsir geleneğinde Kur’ân’ı anlamak için ilk başvurulan kaynak Kur’ân’ın bizzat kendisidir; ikinci kaynak ise Allah Resûlü’nün (s.a.s) açıklamalarıdır.
Kur’ân kendi kendini açan bir kitaptır. Bir yerde kapalı kalan bir hüküm, başka bir yerde açıklığa kavuşturulur. Bazı âyetlerdeki âmm ve mutlak ifadeler başka ayetlerle tahsis ve takyit edilir. Bu yüzden Kur’ân hükümlerini doğru anlayabilmek için ilgili tüm âyetler birlikte ele alınmalı ve Kur’ân’ın genel anlam bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir.
Kur’ân’ı anlamada Sünnet’in rolüne gelince, Allah Resûlü’ne (s.a.s) Kur’ân’ı açıklama görevi şu âyet-i kerime ile bizzat Allah tarafından verilmiştir: “Ey Resulüm, sana bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl sûresi, 16/44) Bu sebeple Sünnet, Kur’ân’ın ayrılmaz bir parçası kabul edilmiş, Kur’ân tefsirinde aklî çıkarımlarda bulunmadan evvel, Allah Resûlü’nden bize ulaşan rivayetlere öncelik verilmiştir. Suat Yıldırım’ın Peygamberimiz’in Kur’ân’ı Tefsiri adlı çalışması bu konuda detaylı misaller sunar.
Sahabe Tefsiri
Kur’ân’ın ilk muhatapları sahabe-i kiram efendilerimizdir. Onlar, vahyin inişine şahit oldukları ve Arap diline vâfık oldukları için Kur’ân’ı en iyi anlayan nesildir. Anlayamadıkları ifade ve âyetleri de bizzat Allah Resûlü’nden (s.a.s) sorup öğrenmişlerdir. Çünkü Kur’ân’ı öğrenmeye ve anlamaya karşı onlarda fevkalâde bir arzu ve gayret vardı. Mesela Taberi tefsirine göz atılacak olursa, pek çok âyetin izah ve açıklamasıyla ilgili sahabeden çok sayıda rivayet geldiği görülür. Özellikle dört halife, İbn Abbas, İbn Mesud, Hz. Âişe, Übey b. Ka’b, Zeyd b. Sâbit (r. ahnum) gibi sahabeler bu alanda öncü isimlerdir.
Dolayısıyla Kur’ân’ı doğru anlayabilmek için bizim de onların açıklamalarına başvurmamız, Kur’ân’ın iniş sürecine doğrudan tanıklık etmiş bu kutlu neslin tefsir mirasından azami derecede istifade etmemiz gerekir. Zira onların yorumları, hem nüzul ortamının canlı bilgisini hem de Resûlullah’tan alınmış doğrudan rehberliği yansıtmaktadır.
Arap Diline ve Belagat İlmine Vukûfiyet
Tarihselcilerin önemli zaaflarından biri, lafızlara gereken önemli vermemeleridir. Onlar, anlama ulaşmak için lafızları yeterli görmezler. Lafızların delalet ettiği anlamlardan yola çıkarak Allah’ın muradının anlaşılabileceğini düşünmezler. Anlama ve yorumlama faaliyetinde metin dışı haricî unsurları ön plana çıkarırlar. Bu unsurlar içinde de özellikle tarihsel bağlama ağırlık verirler.
Oysa klasik usul ağırlığı lafızlara verir, lafız-mana ilişkisine yoğunlaşır, delalet çeşitleri üzerinde durur, asıl anlamın naslardan çıkarılabileceğini düşünür. Zira lafızlar, manaların kalıplarıdır. Akılcı olmakla öne çıkan Mutezile dahil İslâm tarihinde hiç kimse lafzı ihmal etmemiştir.
Âlimlerin tamamı anlamın, naslar aracılığıyla bize sunulan bir şey olduğunu, yani Kur’ân lafızlarında mündemiç bulunduğunu kabul etmiştir. Yoksa o, tarihselcilerin iddia ettiği gibi, ilk defa metni okuyan kişi tarafından metin dışı unsurlar kullanılarak keşfedilecek bir şey değildir. Lafzın açık kapalı delalet ettiği anlamları doğru bir şekilde tespit edebilmenin en önemli yolu da Arap diline ve belagatine vukûfiyettir. İlk asırlardan itibaren sarf, nahiv, beyan, bediî, maanî gibi dil ve belagat ilimlerine oldukça önem verilmesinin, bu alanlara dair çok sayıda eser yazılmasının ve bu ilimlerin İslâm toplumlarında büyük gelişme göstermesinin en önemli sebebi, Kur’ân’ı doğru anlayabilmektir.
İcmanın Önemi
Tarihselciler, Sünnet ve sahabe kavli gibi icmaya da yeterince değer vermezler. Çünkü bunun, yorumlama faaliyetine sınırlar getireceğini, keyfî yorumların önüne geçeceğini, dolayısıyla da kendi yöntemleri açısından büyük bir dezavantaj teşkil edeceğini bilirler. Nitekim onların, Kur’ân ve Sünnet’ten çıkardıkları hükümlere bakıldığında, bunların önemli bir kısmının icmaya muhalif olduğu görülür. Onlar, İslâm’ın ilk asırlarından itibaren ümmet içerisinde büyük bir otorite kazanmış Sünnet ve icma gibi kaynakları göz ardı ederek, onlardan oluşan boşluğu kendi sübjektif değerlendirmeleriyle doldurmaya çalışırlar.
Bilindiği üzere icma, hüküm istinbatında, Kur’ân ve Sünnet’ten sonra üçüncü bir kaynak olarak kabul edilmiştir. İcma temel olarak ümmetin yanılmazlığı fikrine dayanır. Bunu ifade eden hadisler vardır. İcmanın özelde fıkıhta, genelde ise İslâmî ilimlerde üstlendiği fonksiyona bakılacak olursa o, yeni hükümlere ulaşmaktan ziyade, Kur’ân ve Sünnet naslarının nasıl anlaşılacağını gösteren bir delil olmuştur. İçtihada açık alanlar icma ile tespit edilmiş ve yeni içtihatların sağlaması da icma ile yapılmıştır. İcma, bütün âlimlerin şer’î bir meseledeki ittifakını ifade ettiği için, üzerinde icma edilen meseleler kat’î görülmüş ve hükümler hiyerarşisinde en üst düzeye konulmuş; buna muhalefet eden yorum ve görüşler ise dikkate alınmamıştır.
O hâlde tarihselcilere şu soruyu sormak bütün Müslümanların hakkıdır: Kur’ân’daki lafız-mana ilişkisi dikkate alınmayarak, değişik gerekçelerle Sünnet reddedilerek, bütün âlimlerin üzerinde ittifak ettikleri konular yok sayılarak, Kur’ân’ı anlama adına geliştirilen usule riayet edilmeyerek elde edilen hükümlerin doğruluğundan nasıl emin olacak, meşruiyetini neyle test edeceğiz?
Sonuç
Her ilmin kendine has usul ve ilkeleri olduğu gibi, Kur’ân’ı anlamanın ve yorumlamanın da ilkeleri vardır. Bu ilkeleri bir kenara bırakıp âyetleri hevâya ve sübjektif akıl yürütmelere göre yorumlamak muteber bir yol değildir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) şu uyarıları buna yöneliktir: “Kim Kur’ân’ı kendi görüşüne göre tefsir ederse Cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizî, tefsîr 1)
“Kim Allah’ın Kitabı hakkında kendi görüşüyle konuşursa isabet etse bile hata etmiştir.” (Tirmizî, tefsîr, 1; Ebû Dâvûd, ilim, 5)
Günümüzün problemi ne Kur’ân’ı yeni baştan anlamaktır ne de reform yoluyla dini güncellemektir. Müslümanların dinden ziyade Kur’ân’a göre kendilerini güncellemeye ihtiyaçları vardır. Dine karşı yabanileşen zihinler yeniden Kur’ân’la buluşmalı, dünyaya ait meşguliyetlerle kirlenen gönüller yeniden ona açılmalıdır.
Elbette zamanın ihtiyaçlarına uygun yeni içtihatlar yapılmalı, Kur’ân’dan yeni anlamlar çıkarılmalı; ancak bu, ilim ve liyakat sahibi ehil kişiler eliyle ve Kur’ân’ın ruhuna bağlı kalarak gerçekleştirilmelidir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***