M. NEDİM HAZAR | YORUM
Cumhurbaşkanlığı İletişim Dairesi Başkanı Fahrettin Altun’un görevden alınması, İkarus’un kanatlarının yanmasını andıran klasik bir trajedi esasen. Ancak bu sadece bireysel bir hubris (kibir/güç sarhoşluğu) hikayesi de değil. Bu olay, Türkiye’nin “adı konmamış monarşi”den oligarşik yapıya geçiş sürecindeki güç mücadelesinin somut bir tezahürü. Erdoğan sonrası döneme hazırlanan farklı oligarşik gruplar arasındaki hesaplaşmanın ilk ciddi belirtilerinden biri.
“İstikamet Oligarşi” başlıklı yazımda, Türkiye’nin yaşadığı rejim değişimi sürecini analiz etmiş ve ülkenin “adı konmamış monarşi”den oligarşik bir yapıya doğru evrildiğini belirtmiştim. Fahrettin Altun’un Cumhurbaşkanlığı İletişim Dairesi Başkanlığı’ndan görevden alınması, bu analizi doğrulayan ve oligarşik mücadelenin nasıl gerçek zamanlı olarak yaşandığını gösteren mükemmel bir örnek oldu. Tıpkı Kafka’nın bürokrasisinde olduğu gibi: Sistem işliyor ama kimse tam olarak nasıl işlediğini bilmiyor.
Fahrettin Altun’un görevden alınmasını anlamak için önce onun kurduğu güç imparatorluğunu analiz etmek gerekiyor.
Altun, sadece bir iletişim dairesi başkanı değildi; o, Orwell’in “1984”ündeki Sevgi Bakanlığı’nın gerçek hayattaki karşılığını inşa etmişti. Ülkenin en büyük bütçeli kurumlarından birinin başında, medyaya dağıtılan reklam pastasının tek mimarı, gazetecilerin hangi soruları soracağına ve ne yazacağına karar veren bir figür.
Bakanlara bile “şöyle şöyle konuşacaksın” diyebilen bu modern Richelieu, İpek Grup’tan gasp edilen modern bina kompleksinde, binlerce kişilik dijital ordusuyla adeta bir paralel devlet kurmuştu. “Cumhurbaşkanından sonra en güçlü kişi” algısını oluşturmayı başarmış, ancak güç sarhoşluğu onu öyle “mest etmişti” ki, en sonunda damatlara bile “ayar vermeye” başlamıştı.
Bu noktada Yunan trajedilerindeki klasik hubris devreye girdi. Her güçlü karakter gibi Altun da kendi gücünün sınırlarını unuttu.
Reisin Tek Kuralı: Aileye Dokunma!
Erdoğan’ın hiç hoşlanmadığı şey malum: Aile fertlerine müdahale… Puzo’nun “Baba”sında olduğu gibi, bu konuda hiç şaka yok. Geçmişte kendi eliyle damadını bile bitirebilecek kadar acımasızlaşabilir ama bu demek değildir ki, devlet içinde güçlü bile olsa birileri damatlarına posta koyabilsin! Süleyman Soylu’nun başına gelenleri hatırlayalım. Bir süredir zaten şahsıyla ilgili epey rahatsızlık dedikoduları sarayın koridorlarında yankılanan Altun’ın bu hassas alana müdahale etmeye başlaması, kendi mezar taşını oymasını hızlandırdı.
Erdoğan’ın daha önce yaptığı uyarı zaten bir opera aria’sı gibi yüksek perdedendi: “Birilerinin şahsım adına adeta racon kestiği görülüyor. Milletimle, partimle paylaşacağım düşüncelerim varsa bunu yolları bellidir. Kimsenin racon kesmesine de ihtiyacım yoktur. Eğer racon kesilecekse bu raconu bizzat kendim keserim.”
Bu sözler sadece uyarı değil, aynı zamanda bir kehanetti. Altun büyük ihtimalle bunu dinlemedi ya da dinlemek istemedi. Belki de güç sarhoşluğu kulak zarlarını da etkiliyordu.
Ayşe Barım Operasyonu
Altun’ın son hamle olarak tasarladığı Ayşe Barım operasyonu, Shakespeare’nin “Macbeth”indeki Birnam Ormanı gibi kendi sonunu getiren ironik bir dönüşüm oldu. Menajer Ayşe Barım’ın tutuklanması Altun’un kendince bir başyapıtıydı; tabii başarısızlık türünden.
Plan basitti: Sanatçıları “iktidara biat” etmeye zorlamak. Barım, kendisine bağlı olan sanatçıları iktidara biat etmesi konusunda ortak iş yapmaya çağrıldı ama reddetti. Tutuklandı. Gezi davası dolayısıyla tutukluluk süreci uzadı.
Altun’ın beklentisi şuydu: Sanatçılar korkacak, susacak, boyun eğecekti. Ancak gerçek hayat genellikle senaryodan farklı gelişiyor. Sanatçılar korkmak yerine mahkemeye geldiler, dayanışma gösterdiler. Bu manzara, Altun’ın dikkatli bir şekilde örülmüş planını paramparça etti.
Saray’daki oligark grubun bu dayanışma karşısındaki çıldırışı, tıpkı Nero’nun Roma yanarken lir çalması gibi trajikomik bir durumdu. Daha fenası ülke algısını yönettiğini düşünen Fahrettin Altun artık yazılı emirler vererek racon kesmeye başlamıştı. Ki bu, güç oyunlarında yapılabilecek en büyük hataydı: İz bırakmak.
Oligarşik Satranç: Kim Kimi Yiyor?
Bu yazılı belgelerin Erdoğan’ın masasına konulması, şahın mat edildiği anı simgeler nitelikte. “Bunlar muhalefetin eline geçerse çok zor durumda kalırız!” endişesi ile Altun’ın bileti kesildi. Ancak bu olayı sadece bireysel bir güç sarhoşluğu hikayesi olarak okumak, satrançta sadece tek hamleyi görmek gibi kısa görüşlü olur.
Fahrettin Altun’un görevden alınması, aslında Türkiye’nin yaşadığı oligarşik metamorfozun bir parçası ve farklı güç odakları arasındaki mücadelenin somut tezahürü. Bu, “Game of Thrones”taki taht oyunlarının Ankara versiyonu.
Anladığım kadarıyla, Erdoğan’ın damatları stratejik bir hamle yaptı. Erdoğan’ı ikna ettiler ve saray içindeki oligarklardan bazılarını sırayla temizleme operasyonuna başladılar. Bu yaşanan gelişmeler, oligarşik güç dağılımını yeniden şekillendirme girişimi; tıpkı Rönesans İtalyası’ndaki Medici ailesi oyunları gibi.
Erdoğan’ın en büyük özelliği yola çıktığı kırk yıllık arkadaşları da dahil yanında yüksek profilli kimseyi tutmamak. Siyasetinin kalıcılığını böylelikle sağlıyor. MİT Başkanı Hakan Fidan’ı her ne kadar bakanlıkla ödüllendirmiş gibi görünse de – ki bu, politik sürgünün en zarif hali – aslında MİT’i kendisine yüzde yüz bağlı İbrahim Kalın’a vererek kendi kontrolünü güçlendirdi.
İletişim Başkanlığı gibi hassas bir kurumun tepesindeki kendine güç atfeden Fahrettin’i görevden alarak da yakın çevresine “güç hala bende” mesajı verdi. Bu hamle, Machiavelli’nin “Prens”indeki tavsiyeleri andırıyor: Görünüşte ceza verirken aslında sistemi güçlendirmek.
Bu hamle-karşı hamle dinamiği, “İstikamet Oligarşi” yazımda bahsettiğim sürecin Marquez’vari büyülü gerçekçilik içinde yaşandığını gösteriyor. Türkiye artık ne tam bir monarşi ne de açık bir oligarşi, ama aynı zamanda her ikisi de. Borges’in labirentleri gibi: her köşede yeni bir yol, ama hepsi aynı merkeze çıkıyor.
Venezuela’da Hugo Chavez’den Nicolas Maduro’ya geçiş nasıl güçlü liderden zayıf selefe geçişe örnek teşkil ediyorsa, Suriye’de Hafız Esad’dan Beşşar Esad’a geçiş nasıl güçlü babanın ardından gelen pasif oğulun etrafında bir oligarşi oluştuğunu gösteriyorsa, Türkiye de benzer bir metamorfoza doğru sürükleniyor. Erdoğan her şeyden önce “Erdoğan sonrası” kelimesine bile deliriyor, bunu çok iyi biliyorum. Dolayısıyla kendisinden sonrası için yapılan planlar değil damadından, oğlundan bile gelse hiç acımaz, kimsenin göz yaşına bakmaz.
Fahrettin Altun olayı, monarşiden oligarşiye metamorfozunun yaşanmaması için bir ön alma hamlesi. Çatışmanın sadece gelecekte değil, şimdiden yaşanmaya başladığını gösteriyor. Farklı oligarşik gruplar gelecekteki konumları için şimdiden pozisyon almaya çalışıyor ve bu süreçte Byzantion sarayını aratmayacak entrikalar yaşanıyor.
Esasen şu anda her ne kadar tam güç olarak aktif görünmeseler de belli bir oligarşik yapı zaten mevcut. Ve Cumhurbaşkanı’nın ismi ve konumu, oligarşik yapı tarafından “koruma kalkanı” olarak kullanıldığı ise artık herkes tarafından biliniyor. “Sen devletle ilgili nasıl konuştun?” retoriği, asıl maksadı ustaca gizliyor: Kendi iktidar alanlarını muhafaza etme.
Altun’ın düşüşü, bu sistemde kimsenin dokunulmaz olmadığını ama aynı zamanda sistemin kendisinin sürdürülebilirliğini gösteriyor. Tıpkı antik Sparta’da olduğu gibi: Birey feda edilebilir, sistem kutsaldır.
Oligarşik Distopyanın Önizlemesi
“İstikamet Oligarşi” yazımda belirttiğim gibi, oligarşik Türkiye mevcut adı konmamış monarşiden bile kötü olacak. Çünkü oligarşide güç dağınık ama hesap verebilirlik yok. Kim kime hesap verecek? Hangi oligark hangi karardan sorumlu? Bu sorular, Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyunundaki diyalogları andırıyor: Anlamsız ama bir o kadar da trajik.
Fahrettin Altun olayı bu endişeyi doğruluyor. Altun gitti ama onun kurduğu sistem, onun kontrol ettiği medya ağı, onun dağıttığı reklam pastası sistemi aynen devam ediyor. Sadece üstteki plaket değişti. Sistem o kadar mükemmel ki, operatörü değişse bile aynı sonuçları üretiyor.
Türkiye’nin siyasi tablosu artık Marquez’in “Yüz Yıllık Yalnızlık”ındaki Buendia ailesinin hikayesini andırıyor. Fahrettin Altun’un görevden alınması, bu romanda yeni bir kuşağın sahneye çıkışı. İsimler değişiyor ama kaderi tekrarlıyor.
Zizek’in dediği gibi: “İdeoloji, bizi gerçeği görmekten alıkoyan şey değil, gerçekliğin kendisini destekleyen şeydir.”
Belki de bugün Türkiye’nin yaşadığı asıl ideolojik illüzyon, hâlâ bireysel iktidar mücadelelerinde yaşadığımızı sanmak. Oysa istikamet oligarşi, yol ise çoktan çizilmiş durumda.
Fahrettin Altun’un düşüşü bu yolculukta sadece bir ara durak. Esas soru şu: Bu istikameti değiştirecek güç nereden gelecek? Çünkü oligarşiler kendiliğinden çökmez, çökertilir. Tabii bunun için de önce onları tam olarak tanımak gerekiyor.
Ve maalesef Altun olayı gösteriyor ki, oligarşik metamorfoz düşündüğümüzden çok daha hızlı ve acımasızca ilerliyor. Oyun devam ediyor, oyuncular birer birer harcansa da…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***