AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Hukuki mücadele yürüten bir topluluğun adımlarının, eleştirel gözle değerlendirmesi kadar doğal bir şey yoktur. Her karar, her gelişme sorgulanabilir; hatta olumlu görünen hamleler karşısında bile söylenecek sözü olan çıkabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, eleştiri ile komplo arasında ince ama hayati bir çizgi vardır.
Eleştiri, delile dayanır; anlamaya çalışır, süreci sorgular ama bunu gerçeklikten kopmadan, sorumluluk duygusuyla yapar. Komplo dili ise öyle değildir. Bu dili kullananlar;
- Dayanaksız genellemelere yaslanır,
- Kişilerin niyetlerini okuyarak onları itibarsızlaştırmaya çalışır,
- Gerçeklikle bağını koparır ve sürekli karamsarlık üretir,
- Her gelişmeyi “oyun”, “pazarlık” veya “tuzak” gibi kavramlarla gölgeler.
AİHM’nin 239 kişi hakkında verdiği ihlal kararı karşısında sergilenen yaklaşımlara bu kriterler açısından bakıldığında eleştiri çizgisinin aşıldığı görülecektir. Kararın içeriği ve etkisi tartışılmadan, karara “proje” denilmesi ve kararı olumlu değerlendiren hukukçulara “projeci, işbirlikçi” yaftası yapıştırılması, yapıcı bir eleştiri değil; yıkıcı bir söylem biçimidir.
Gerçekleri inkâr eden bu yaklaşım, hukuki mücadeleye katkı sunmadığı gibi, zulmü meşrulaştıran odakların işini kolaylaştırmaktadır. Eğer “işbirliğinden’ söz edilecekse, asıl işbirlikçilik; hukuki mücadelenin neticesini değersizleştirmeye çalışan bu komplocu dil için söylenebilir.
Gerçek ne diyor?
22 Temmuz 2025’te AİHM, 239 kişi hakkında verdiği ihlal kararıyla yalnızca bireysel mağduriyetleri değil, Türk yargısındaki sistematik adaletsizlikleri de ortaya koymuştur. Her ne kadar Türkiye, daha önceki ‘Yüksel Yalçınkaya’ kararını hâlâ uygulamasa da bu durum 239 kişiye dair alınan bu tarihî kararın önemini gölgeleyemez.
AİHM’nin 64 yıllık tarihinde 63 kez verdiği 7. Madde ihlalinin tek bir dosyada 239 kez verilmesi bile işlenen insanlığa karşı suçun en büyük delilidir ve bu yönüyle de kararın önemi göz ardı edilemez.
Buna rağmen, hukuki anlamda açık ve mağduriyetlere doğrudan etkili bu karar karşısında gerçeklikle ilgisi olmayan spekülatif söylemler fikir kisvesi altında söylenmektedir. “Fikirlere saygı gösterilmeli!” şeklinde yanlış bir algı bulunmaktadır. Oysa saygı fikirlere değil, insanlara duyulur. Eğer fikir diye ortaya atılan iddia gerçeklikten kopuk bir komplo ise ve aynı zamanda saygı sınırlarını da zorluyorsa; ne saygıyı ne de itibarı hak eder.
Somut gerçek şudur: Türkiye’de 50’den fazla şehirde, yüzü aşkın ağır ceza mahkemesinde, yüzlerce yıl hapis cezasına çarptırılmış insanların mahkumiyet kararları kaldırılarak AİHM’nin belirttiği çerçevede yeniden yargılama yapılacaktır. AİHM, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ve suçların kanuni dayanaktan yoksun olduğunu açık biçimde tespit etmiştir. Mahkemeler bu tespite göre yargılama yapacaklardır.
Bu bir varsayım değil, kararla sabitlenmiş hukuki bir gerçektir. Bu bir “proje” değil, hukukun gereğinin ta kendisidir.
Dolayısıyla ortada ne bir pazarlık ne de bir tuzak vardır. Ortada, uluslararası insan hakları hukukunun tescillediği bir ihlal bulunmaktadır. Ve bu gerçeği kabul etmek, kararı kutsamak değil; hukuki mücadeleyi sağlam temellere oturtmaktır.
Eleştiri değil, katastrofik dil
Elbette herkesin kaygı taşıması ve farklı senaryoları tartışması doğaldır. Bu, mücadeleye değer katan sağlıklı bir bakış açısıdır. Temkinli düşünmek, olasılıkları göz önünde bulundurmak ve gelişmeleri sorgulamak, her ciddi mücadelede olması gereken reflekslerdir. Bu tutumu saygıyla ve takdirle karşılıyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki bu yaklaşım; umuttan, gerçeklikten ve sorumluluktan beslenmelidir. Komplodan, karamsarlıktan ve güvensizlikten değil.
Her olumlu gelişmeyi sistematik biçimde kuşkuyla karşılamak, her ihtimali en kötü senaryoya çekmek ve mücadele eden insanlara yönelik yaftalayıcı bir dil kullanmak kabul edilebilir bir durum değildir. Bu katastrofik yaklaşım, sağlıklı eleştirinin değil, güvensizlik üretmenin ve moral çökertmenin bir aracına dönüşmüştür.
Bu yaklaşım tarzı yalnızca AİHM kararına değil; mücadele azmine ve dayanışma iradesine de zarar vermektedir. Oysa umudu sarsmak, güveni sabote etmek ve dayanışmayı kırmak ne eleştiridir ne makuldür ne de bu yaklaşım sorumluluk bilinciyle açıklanabilir.
Sabote edilen şey karar değil, mücadelenin kendisidir
Bugün sabote edilen şey yalnızca AİHM’nin kararı değildir. Sabote edilen; mağdurların umudu, hukukçuların emeği ve kamuoyunun desteğidir.
239 kişi hakkında verilen ihlal kararı; yıllardır sürdürülen hukuki mücadelenin ürünü ve sistematik hak ihlallerine karşı elde edilmiş somut ve önemli bir hukuki kazanımdır. Elbette bu karar, her şeyin sonu ya da mutlak bir galibiyet değildir. Tazminat ve yargılama gideri ödenmemesi yönüyle eleştiriye de açıktır.
Ancak şu bir gerçektir ki: Bu karar, adalet için direnenlerin sabrının, emeğinin ve alın terinin karşılığıdır. Ayrıca bu kararın ardından gelecek beraat kararlarıyla, uğranılan maddi ve manevi zararların tazmininin de önü açılacaktır.
Elimizde, AİHM tarafından verilmiş; hukuki mücadele neticesinde kazanılmış, uluslararası düzeyde yankı bulmuş ve fiili sonuçlar doğurma potansiyeli taşıyan tarihî bir karar bulunmaktadır. Bu nedenle yapılması gereken şey, bu kararın meşruiyetini sorgulamak değil,
uygulanmasını sağlamak için mücadele etmektir.
Unutulmamalıdır ki; bu kararın değersiz olduğunu söyleyenler değil, uygulanması için çabalayanlar hayırla yad edilecektir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***