SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM
Geçen hafta, İsrail Suriye’yi vurdu. Filistin’le başlayan süreç, İsrail’in, “Teröristleri imha ediyorum!” bahanesiyle Lübnan’ı vurması, sonra kimyasal silah yapıyor bahanesiyle İran’ı vurması ve son olarak insan canını çok önemseyen bir devletmiş gibi ‘Dürzileri koruyorum’ bahanesiyle zaten yeni yeni devlet olmaya çalışan Suriye’yi vurmasına vardı.
(El Şara güçleri tarafından yapıldığı iddia edilen katliamlar, o görüntülerin aslında Dürzi’ler tarafından Sünni’lere yapıldığı iddiaları, iki tarafı birbirine kırdırmak için yayılan dezenformasyon haberler vs. konularına bu yazıda girmeyeceğim. Sebebi meseleye duyarsız olmam değil, konunun daha geniş ele alınmaya muhtaç olması.)
Orta Doğu’da yaşananlar, -bir yandan İsrail’e silah yardımı yaparken bir yandan dil ucuyla kınamalarını saymazsak- dünya liderlerinin sessizliği, Avrupa Komisyonu Başkanı’nın; binlerce sivili kasten öldürdüğü yüzlerce delille ortada olmasına rağmen İsrail hükûmetine verdiği açık ve tam destek, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savaş ve insanlığa karşı suçlar bağlamında yakalama kararı çıkarmasına ve ABD’ye giderken BM üyesi ülkelerin hava sahasını kullanmasına rağmen Netenyahu için çıkarılan tutuklama kararının uygulanmaması, İsrail’in yargılanması için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvuran Güney Afrika’ya ABD tarafından yaptırımlar uygulanması, Gazze’ye destek protestoları düzenleyen kelli felli üniversitelerin öğrencilerinin/profesörlerinin hunharca tutuklanması, dünyanın en ünlü üniversitelerine yaptırımlar uygulanması; Batı’nın on yıllardır bir şekilde büyük oranda inandırdığı demokrasi, düşünce özgürlükleri, insan hakları gibi değerlere olan bağlılığının gerçekliğini sorgulattı.
Uluslararası mahkemelerin; küresel sistemin arzularının kolay yerine getirilmesi için kurulmuş, keyfe göre çekiştirilebilen, ancak zayıf ülkeleri insan hakları beklentileriyle oyalamaya yarayan, etkisiz kurumlar oldukları algısını oluşturdu.
‘İslami’ terörün Batı dünyasının en tehlikeli düşmanı olarak görülmesi ve Filistin mücadelesini silahlı yürüten örgütlerin ‘terör örgütü’ olarak nitelendirilmesi sebebiyle, İsrail bugüne kadar sadece ülkelerin yönetici kademesinde değil, uluslararası kamuoyunda da suçları kolaylıkla göz ardı edilebilen bir ülke pozisyonundaydı. Peki bu yaşananların öncesinde ABD ve destekçilerinin hukuk sicili gerçekten temiz miydi?
‘İslami’ terör kavramının ilk ortaya çıkışı; 1970’lerde, 1967’deki 6 gün savaşlarında İsrail’in Filistin topraklarını işgali sonrası topraklarını korumak üzere silahlı mücadele başlatan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ortaya çıkışı olarak kabul ediliyor. Sonrasında, Rusya işgaline karşı Afganistan’ı koruma amaçlı kurulup, Rusya’ya karşı savaşırken Beyaz Saray’da ağırlanan ve takdir gören insanlar tarafından oluşturulan El Kaide gibi örgütlerin, mücadeleyi ABD’ye karşı kaydırınca ‘terör örgütü’ ilan edilmesiyle bu kavramın belleklere iyice işlendiğini görüyoruz.(1970 öncesinde de anarşist gruplar, milliyetçi hareketler, faşist veya komünist örgütler tarafından yapılıp terör eylemleri olarak tanımlanan olaylar var ancak ‘İslami’ terörün başlangıcı 70’ler.)
Resmi kayıtlarda, 1970’ten bu yana geniş kitlelerde korku ve nefrete sebep olan sözde İslami bu örgütlerin dünya çapında, en büyüğü 11 Eylül saldırısı olmak üzere, küçük çaplı saldırılar dahil toplam yaklaşık on bin civarı sivili katlettiği yer alıyor. Bu saldırıların İslam topraklarına ya da Orta Doğu’nun geleceğine hiçbir katkısının olmadığı ve İslam’ı sivil öldürmeyi mübah kılan bir dinmiş gibi göstererek dünya çapında nefret odağı haline getirdiği bir gerçek.
Fakat diğer yandan 1990 sonrası ABD ve NATO operasyonlarının, sadece doğrudan silahlı müdahaleler nedeniyle değil; ambargolar, şehirlerin altyapı sistemlerinin bombalanması, sağlık sistemlerinin zarar görmesi gibi etkenlerle, dolaylı olarak da çok sayıda ölüme yol açtığı biliniyor. ‘Costs of War Project’in tahminlerine göre dolaylı ölümler dahil ölen sivil sayısının Irak’ta 2-3 milyon, Afganistan’da 1-2 milyon, Lübnan ve Yemen de dahil olmak üzere toplamda yaklaşık 4-6 milyon civarı olduğu tahmin ediliyor. Bu, Danimarka ya da Finlandiya gibi bir ülkenin tüm nüfusunu yok etmek gibi bir şey.
Yani elimizde “Demokrasi getiriyoruz!” bahanesiyle 6 milyon insanı öldürüp, koskoca ülkeleri yaşanmaz hale getirdikten sonra hala insan haklarına en duyarlılar kategorisinde yer alan bir ülke ve müttefikleri, diğer tarafta kendi ülkelerini korumak için silahlanmaya mecbur bırakılıp sonrasında kontrolü kaybedip hiçbir işe yaramayan terör eylemleriyle dinlerinin terör kavramıyla eşit görünmesine, dahası aynı dine mensup başka milyonlarca insanın da sıklıkla bu suça maruz bırakılmasına sebep olan insanlar var. Ama tehlikeli insanlar deyince aklımıza sadece ikincisi geliyor.
Son yıllarda artan göç karşıtlığı üzerinden yapılan tartışmalarda, üstelik de eğitim düzeyi yüksek olsa da yine başka bir ülkeye sonradan göç etmiş insanlardan, “E ama Batılılar da bunları istememekte haklılar” diye söze başlayıp Orta Doğulu göçmenlerle ilgili görgüsüzlük kapsamında değerlendirilebilecek konuları gündeme getirenleri sıklıkla görüyorum. Orta Doğulularda genetik bir problem olduğu meselesi sadece şakalara konu olmuyor, Müslümanlar dahil pek çok kişinin ortak görüşü.
Oysa ABD’nin Orta Doğu’da yürüttüğü savaşların ‘sadece’ insan ölümleriyle sınırlı kalmadığını; sağlık kurumları, eğitim kurumları, elektrik-su dağıtım sistemleri yok edilmiş bir ülkede, evleri barkları bombalanmış, 40 yıl savaşın ortasında yaşamış, 3 yaşında annesi, 10 yaşında babası katledilmiş, yanı başında kardeşinin bacağı kopmuş insanların medeni bulmadığımız davranışlarının kökeninin ne olabileceği mevzusunun, yaşadığı en ufak zorlukta soluğu psikiyatri kliniklerinde alan modern dünya insanlarına kuşkusuz bir şeyler anlatıyor olması gerek.
Daha 1956’ya kadar otobüste siyahilerin beyazlara yer vermesinin zorunlu olduğu bir ülkenin insan hakları karnesine bu kadar yüksek notlar vermenin tuhaflığı zaten ortadaydı ama tüm bu gelişmeler, kitleleri olayların iç yüzünü kavramaya biraz daha yaklaştırdı.
Olayı başa sararsak, ABD ve destekçisi ülkelerin, Orta Doğu’daki doğrudan silahlı müdaheleleri ve mezhepleri birbirine karşı kışkırtmak gibi dolaylı müdahaleleri olmasa, bugün ‘İslami Terör’ diye bir şeyin varlığından bahsedecek miydik ya da bu ülkelerin iç dinamikleri, -bölgede zengin petrol yataklarının varlığı keşfedilmeden önce olduğu gibi- kendi haline bırakılsaydı; bu ülkeler, vatandaşları Batı’ya göç etmek zorunda kalacak kadar istikrarsız ülkeler olacak mıydı?
Her şey toz pembe olurdu, demiyorum ama takdir edersiniz ki bu topraklarda yaşatılanlar küçümsenecek, sosyolojik çıkarımlar yaparken göz ardı edilecek meseleler değil. Orta Doğu üzerinden yürütülen “Coğrafya kaderdir!” geyiklerine bir de bu açılardan bakmak lazım.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***