AHMET KURUCAN | YORUM
Geçtiğimiz günlerde, 8 yıl hapis yattıktan sonra yeni tahliye olan eski bir dostumla telefonda görüştüm. Halini hatırını sorduğumda sesi ağır, kelimeleri yorgundu. Dışarıdaki hayata alışmaya çalışıyordu ama asıl zorlandığı yer bambaşkaydı.
Söz döndü dolaştı, torununa geldi. “Dede, sen neden hapisteydin?” demiş 10 yaşındaki torunu. Boğazı düğümlenmiş. “Verecek cevap bulamadım.” dedi bana. Ardından şu cümleyi kurdu: “Bizim çocuklarımıza, torunlarımıza miras kalan şey, hapiste yatmış olmak…”
Uzun bir sessizlik oldu telefonda. İçimi deldi o cümle. O konuşmadı, ben de konuşamadım. Sustuğumuz yer çok şey söylüyordu aslında. Bu ülkede birileri hâlâ, ‘o yıllarda neler olduğunu’ anlamaya çalışırken, bazı çocuklar yalnızca şunu biliyor: Babaları, dedeleri, amcaları, dayıları, halaları, teyzeleri hapse atıldı. Hem de hiçbir suçu olmadığı halde.
Ve şimdi o çocuklar büyüyor. Sorular sorarak, cevapsız kalan bakışlarla, içlerinde açıklanamayan bir boşlukla…
İnsanlar çocuklarına ve torunlarına ardında kitaplar, evler, fotoğraflar bırakmak ister. Güzel anılar, doğru tercihler, sağlam bir soyadı bırakmak ister. Onların yüzlerini yere baktırmayacak, senin baban, senin deden şöyleydi dedirtmeyecek yaşanmış bir hayat bırakmak ister.
Ama gel gör ki bizim de kaderimize bu düştü.
Devam ettik konuşmaya. Bir ara, “Buralarda konuşacak, muhabbet edecek, sohbet edecek çok insan bulamıyorum!” dedi. Anladım. Bırakmak istemiyordu. Devam etsin istiyordu muhabbetimiz. Ben de o tamam deyinceye kadar devam ettim. Neler neler anlattı. Anlattığı şeylerden sizlerle paylaşmayı istediğim bir husus da dışarıdaki hayata adapte olmada yaşamış olduğu zorluk ve şaşkınlık.
Evet, anlıyorum desem yalan olur ama anlamaya çalışıyorum. Empati duygumla onun yerine kendimi koyuyorum.
Sekiz koca yıl. 2 bin 920 gün. 96 ay. 4 milyon 204 bin 800 dakika. Hani zindanda dakikanın aydan farksız olduğunu tasavvur edecek olursanız dört milyon iki yüz dört bin sekiz yüz ay. Dile kolay. Dışarıdan bakınca yıl da olsa, ay da olsa, dakika da olsa bir zaman dilimi gibi. Ama içeriden bakınca, hayatın donduğu, insanın kendiyle baş başa kaldığı, zamanın çok yavaş aktığı bir başka gezegen sanki.
İşte böyle geçen sekiz koca yılın ardından dışarı çıkıyorsunuz ve her şeyin değiştiğini görüyorsunuz. O arkadaşım, “Sanki başka bir memlekete çıkmış gibiyim.” dedi. “Sokaklar aynı ama insanlar başka. Mahalleler aynı ama düşünceler değişmiş.”
En çok da ahlak, örf-adet, gelenek ve göreneğimiz namına yaşanan büyük erozyondan bahsetti. Görüştüğüm başka dostlarımdan da dinledim. Camiler boş. Haram, serbest piyasa ürünü gibi açıkta satılıyor. Yalan, kibir, iftira olağanlaşmış. Ve en acısı da, bütün bunların üzerine bir dinî meşruiyet şalının örtülüyor olması.
Maalesef. Dindar görünmenin, gerçekten dindar olmaktan ve dindar kalmaktan daha kıymetli sayıldığı bir dönemdeyiz. Ahlakın yerini şekil almış, hikmetin yerini hamaset. Görmüyor musunuz, “Sen neden hapisteydin?” diye soruyor torun dedesine. Haydi diyeceksizniz ki bu çocuk daha 10 yaşında. İyi de 20-30 yaşında olan gençler de soruyor aynı soruyu anne-baba, dede ve ninelerine.
Bir hafıza kırılması yaşanıyor ülkemizde. Rejimin diskurları propaganda gücünün etkisiyle zihinleri domine ediyor ve kimse konuşamıyor. Konuşanı da hapse atıyorlar.
Ama zaman konuşacak. Çocuklar büyüyecek. Gerçek, bazen geç gelir ama geldiğinde sesi çok daha gür çıkar. Bugün torununa cevap veremeyen bir dede, yarın onun vicdanında bir kahraman gibi hatırlanabilir. Yeter ki sessizliğimizde dirayet, susuşumuzda vakar olsun.
Bu yazıyı, bana o cümleyi kuran arkadaşıma ve onun gibi suskun ama onurlu nice insanımıza ithaf ediyorum.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***