DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU | YORUM
Geçtiğimiz hafta Türkiye’de Cuma namazına gidenler, “Sahih Dini Bilginin Önemi” başlıklı bir hutbe dinlediler. Ancak başlık böyle olsa da devamında, “O gece; istiklâl ve istikbalimize kasteden dâhili ve hârici şer odaklarına karşı kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla el ele, omuz omuza verdik. Minarelerden yükselen salâlar eşliğinde; birlik, beraberlik ve dayanışma ruhuyla vatanımıza göz dikenlerin kirli emellerini boşa çıkardık.” deniyordu.
Hutbe her ne kadar başlıkla bir ilgisi olmasa da, “15 Temmuz ihaneti bize göstermiştir ki, temelini Kur’an ve sünnetin oluşturduğu sahih dini bilgi vazgeçilmezdir.” diye devam ediyor ve iktidarın vermek istediği mesajı açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bu yazıda hutbelerle ilgili olarak cumhuriyet dönemindeki uygulamanın nasıl olduğunu, Cumhuriyet Arşivi’nde ulaşabildiğimiz belgelerden hareketle izah edeceğiz.
HUTBE KİMİN ADINA?
Hutbeler, peygamberimizin vefatından sonra dini yönü yanında siyasi hakimiyetin sembolü olarak görülmüş; Hz. Ebu Bekir halife seçildikten sonra nelere dikkat edeceğine dair bir hutbe vermişti. İlk devirlerde Cuma hutbesi de halife tarafından okunmuş ve namaz onun tarafından kıldırılmıştır.
Sonraki dönemlerde namaz ve hutbe için görevliler tayin edilmiştir. Bu görevliler, hutbede halifenin ve farklı Müslüman devletlerin de ortaya çıkması sonrasında sultanın ismini okumuşlardır.
Osmanlı padişahları ise ne kuruluş döneminde ne de halife unvanını kullanmaya başladıktan sonra cuma namazı kıldırmamış ve hutbe okumamışlardır. Buna karşılık Müslüman Türk devletlerinde hükümdarlık alametlerinden birisi de hutbenin hükümdar olan kişi adına okunmasıdır.
Osmanlılarda da bu gelenek devam etmiş, Osman Bey’den itibaren hutbe, sultan adına okunmuştur. Yine Osmanlı hakimiyetine giren herhangi bir yerde de egemenliğin göstergesi, hutbenin Osmanlı padişahı adına okunmasıydı.
Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde olmayan Açe, Sumatra gibi yerlerde de hutbenin Osmanlı halifesi okunduğu görülmektedir. Ayrıca kaybedilen toprakların Müslüman ahalisi de Cuma hutbelerinde Osmanlı halifesinin adını anmaya devam etmişlerdir.
Örneğin, 1774’te yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım bağımsız olarak Osmanlılardan ayrılsa da hutbe, halife adına okunmuştur. II. Abdülhamit’in takip ettiği İslamcılık siyasetinin bir sonucu olarak Osmanlı egemenliğinde olmayan yerlerde de hutbenin onun adına okunduğu görülmektedir. 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de 7. Maddede de padişah için “hutbelerde namının zikri” ifadesi yer almaktadır.
Cumhuriyet idaresi 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı ve son halife Abdülmecid Efendi Osmanoğulları hanedanının diğer üyeleri gibi yurtdışına sürgüne gönderdi. Gazi Mustafa Kemal başkanlığındaki Bakanlar Kurulu iki gün sonra aldığı kararda şöyle diyordu: “Badema hutbelerde isim zikredilmeksizin millet ve cumhuriyetin selamet ve saadetine dua edilmesi takarrür etmiş ve bu kararın bilcümle vilayata tebliği Dahiliye Vekâleti’ne havale edilmiştir (Cumhuriyet Arşivi (CA), 9-15-13, 22/10, 5.3.1924)”.
Ebe-Laborant-Hemşire okullara öğrenci bulunması için vaaz ve hutbelerde velilerin aydınlatılması.
Bunun anlamı, yüzyıllardır devam eden hutbenin hükümdar-sultan-halife adına okunması geleneğinin sona ermesiydi. M. Kemal Paşa cumhurbaşkanıydı ve Türkiye’de artık bir sultan-halife olmadığına ve yeni rejim de kendisini cumhuriyet olarak tanımladığına göre sadece millete ve cumhuriyet rejimine dua edilecekti.
Hemen ertesi gün, alınan kararın duyurulduğu (CA, 2-4-7, 6.3.1924) ve 7 Mart tarihli yazışmada da “keyfiyetin tebliği ve tembihi” ve kararın hemen uygulanması istenmişti (CA, 2-1-30). Ancak bu metinlerde tamamen karara atıf yapılmakta, bazı yazarların iddialarının aksine M. Kemal Paşa’ya dua edilmemesi şeklinde bir ifade yer almamaktadır.
27 Mayıs İnkılabının büyük manasının ayet ve hadislerle anlatılması.
Uygulamaya bakıldığında yaşı biraz ileri olanlar Türkiye’de yıllarca camilerde milletin ve cumhuriyetin selameti için dua edildiğini hatırlayacaklardır. Günümüzde ise bunun “Allah’ım, İslam’a ve Müslümanlara yardım et. Vatanımızı ve milletimizi her türlü tehlikeden koru…” şekline dönüştürüldüğü görülmektedir.
TÜRKÇE HUTBE
Bundan sonra sırada hutbelerin Türkçe olarak okunması vardı. Aslında Türkçe hutbe tartışmaları Ali Suavi tarafından 1870’lerde gündeme getirilmişti. O dönemlerde hutbeler Arapça okunduğundan camilerde oluşturulan “Kürsü şeyhleri” en azından İstanbul’daki büyük camilerde Cuma namazı sonrası Arapça hutbeyi cemaate izah etmekteydi.
1911’de de Bursa’da bir hatip Hüdavendigar Camii’nde önce Arapça okuduğu hutbeyi daha sonra Türkçe özetlemiş ve bu hutbe Sırat-ı Müstakim’de yayınlanmıştı. 1916’da da Hasan Basri Çantay’ın Karesi gazetesinde yazdığına göre Balıkesir’de bir camide benzer bir uygulama olmuştu.
“Badema hutbelerde isim zikredilmeksizin millet ve cumhuriyetin selamet ve saadetine dua edilmesi takarrür etmiş ve bu kararın bilcümle vilayata tebliği Dahiliye Vekâleti’ne havale edilmiştir (Cumhuriyet Arşivi (CA), 9-15-13, 22/10, 5.3.1924)”
Vahdeddin’in ülkeyi terk etmesiyle Abdülmecid Efendi’nin halife seçilmesi sonrasında Murahhaslar Heyeti Başkanı Müfid Efendi tarafından 24 Kasım 1922’de Fatih Camii’nde de Türkçe hutbe okundu.
Mustafa Kemal Paşa, cumhuriyetin ilanından önce 7 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir’de Zağnos Paşa Camii’nde okunan mevlidden sonra minbere çıkarak bir hutbe okumuştu. Hutbe sonrasında halkın soruları üzerine Türkçe hutbe konusunu gündeme getirmişti.
Paşa, “hutbe demek halka hitap etmektir” demiş ve hatiplerin hutbeyi halkın kullandığı lisanla vermeleri, hatiplerin toplumsal ve medeni gelişmeleri takip etmeleri gerektiğini vurgulamış ve sözlerini “Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana muvafık olmalıdır ve olacaktır” diyerek tamamlamıştır.
Bu gelişmeler sonrasında Diyanet İşleri Riyaseti sıcak bakmasa da Türkçe hutbe konusunun TBMM’de tartışıldığı görülmektedir. 21 Şubat 1925’te Kangırı (Çankırı) milletvekilleri Ahmet Talat ve Yusuf Ziya beyler tarafından “Türkçe hutbe kıraatının mecbur tutulması ve bir Türkçe hutbe mecmuası hazırlanması” konusu tartışmaya açılmıştır.
Bundan sonra Diyanet İşleri Reisi Rıfat Bey (Börekçi) hutbelerin verileceği şekli izah etmiş ve bu bilgi müftülüklere bildirilmiştir: “Birinci ve ikinci hutbelerde hamd-ü sena, salat-u selam yine Arabi olarak ifa edilmekle beraber vasiyyet ve mev’ize kısmında başka bir şey okunmayarak itikadat, ibadat, ahlak, say’u amel, iktisat hakkında her hafta bir veyahut müteaddit ayat-ı kerime ve hadis-i sahiha okunduktan sonra bunlar sade ve beliğ bir Türkçe ile Türkçeye tercüme ve izah olunacak, sonra Türkçe güzel ve müfid bir dua yapılacak; daha sonra yalnız “innellahe ye’muru bi’l-adl” ayet-i kerimesiyle hutbeye nihayet verilecektir” (CA, 2.6.1, 4.6.1925).
Diğer taraftan da bir hutbe mecmuası hazırlanması kararı alınıyordu. Bahsedilen kitap “Türkçe Hutbe” adıyla 1927 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanmış ve ertesi yıl da ikinci baskısı yapılmıştır. Rıfat Bey de bu eserde bir mukaddime kaleme almış ve Türkçe hutbe okuma meselesini açıklamıştır.
Bu sürecin, Atatürk’ten bağımsız olarak yürütülmesi imkansızdır. Bir heyet görevlendirilse de Aksekili Ahmet Hamdi Efendi’nin hazırladığı ifade edilen eserin içeriğine bakıldığında rejimin önceliklerine uygun olarak “vatan müdafaası, askerliğin şerefi, çalışmanın mükafatı, Tayyare Cemiyeti’ne yardım, temizlik, evlenmek ve evlat yetiştirmek, kazanç, ticaret, sanat, ziraat, insanlara yardım, yetim ve öksüzlere yardım, eksik ölçü ve tartı” gibi başlıklar görülmektedir. Özellikle çalışmaya birkaç başlıkta yer verildiği dikkat çekmektedir.
Dini konulardaki hutbe başlıkları ise; “iman, amel, mümin-i kâmil, namazın hikmeti, Peygamberimizin ahlakı, Allah’ı sevmek, Ramazan ve oruç, suizan, gıybet, tecessüs, nifak, haset, içki ve kumarın zararları, mübarek geceler ve bayramlar” gibi konulardır.
Diyanet Riyaseti, hilafetin kaldırılmasından dört ay sonraki bir yazıda vaaz ve hutbelerde siyasi konulara girilmemesini istemektedir (CA, 5.43.9, 22.7.1924). Sonraki yıllardaki yazışmalarda da hutbelerin sadece görevli kişiler tarafından okunmasının ve yazılı metnin dışına çıkılmamasının istenmesi, rejimin camilerde okunan hutbeleri yakından takip ettiğini göstermektedir (CA, 2.7.16, 11.11.1928).
PROPAGANDA ARACI
Atatürk’ün dinlere karşı yaklaşımına önceki birçok yazımızda değinmiştik. O, Hanioğlu’nun da ifade ettiği gibi SSCB gibi dönemin komünist rejimlerinin tersine dine savaş açmak yerine dinden yararlanmak yolunu seçmiş ve camileri, toplumu dönüştürme aracı olarak görmüştü. Tefsir, meal ve hadis projesi gibi Türkçe hutbe uygulaması da bir taraftan bir zorunluluk diğer taraftan da toplumsal dönüşüm sürecinin bir parçasıydı.
Cuma namazındaki hutbeler vasıtasıyla haftada bir defa da olsa halka istenilen mesajı ulaştırmak çok önemliydi. Özellikle henüz kitle iletişim araçlarının çok sınırlı olduğu o yıllarda toplumu şekillendirmede hutbeler, kıymetli bir vasıtaydı.
Ayrıca Diyanet İşleri Riyaseti’nin hutbe hazırlama görevini üstlenmesi ve bir kitap hazırlayarak dağıtması, hutbelerin merkezi hale getirilerek Cuma namazı vesilesiyle camilerde toplanan halka gereken mesajın doğrudan verilmesini sağlayacak; camide bulunanlar “cami cemaati” yanında “vatandaş” olarak devletin muhatabı olacaktı.
Atatürk’ün Balıkesir’deki hutbesi sonrasındaki konuşmasında ifade ettiği gibi hutbelerde sadece dini konular ele alınmayacak, toplumu ve elbette rejimi ilgilendiren her konuya yer verilecekti. Ancak bu konular hatip tarafından gelişigüzel belirlenmeyip Diyanet İşleri Riyasetinin dönemin hükümetlerinin tercihlerine göre tespit ettiği konulardan oluşacaktı.
Cumhuriyet Arşivlerinde Atatürk devrinde hangi konuların ele alınmasının istenildiğine dair belge olmasa da 1935 yılına ait Diyanet’in bir genelgesinde; hutbe kitabı dışında ve reisliğin hazırladığı hutbeler dışında hutbelere izin verilmemesi ve bunun denetlenmesi istenmiştir. 1936 yılında Ahmet Hamdi Akseki tarafından da “Yeni Hutbelerim” adıyla iki cilt hutbe kitabı hazırlanmıştır.
İnönü devrine ait 1939 yılına ait bir yazışmada ise Yerli Mallar Haftası’na dair bir hutbe görülmekte, iktisat ve tasarrufun ehemmiyeti anlatılmaktadır. Ayrıca Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme), Kızılay gibi kurumların faaliyetlerine destek istenmiştir.
Bu devirde de hutbelerin yakından takip edildiği görülmektedir. Hutbelerin önceden belirlenmesi ve “Yeni Hutbelerim” kitabı dışında hutbelere yer verilmemesi (CA, 105.657.1, 16.2.1942) ve bazı hatiplerin hutbeyi çok uzatmaları nedeniyle iş sahiplerinin cumaya gelemedikleri belirtilerek hutbenin kısa tutulması istenmiştir (CA, 4.31.8, 3.11.1948).
Ayrıca merkezi hutbelerin dışında hutbe okuyanlarla ilgili şikayetlere rastlanmaktadır. 1945 yılına ait Müftülüğe gönderilen bir yazıda, Konya Kapı Camii imamı Abdürrahim’in Cuma ve bayram namazlarında kendi hazırladığı hutbeleri okuduğu tespit edildiğinden ihtar edilip edilmediği sorulmaktadır (CA, 12.103.58, 31.8.1945).
TÜRK HAVA KURUMU
Menderes Devrine gelindiğinde de benzer durum devam etmektedir. Arşiv kayıtlarından bu devirde de merkezi hutbe dışında hutbe okunmasının, akaid ve ahlak konuları dışına çıkılmasının engellenmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Yine bir yazışmada, hatipler hutbede kendilerine veya başkalarına ait kitap tavsiye ettiğinden bunun önüne geçilmesi istenmiştir (CA, 4.31.21., 8.6.1951).
Ayrıca zaman zaman belirli konularda hutbe verilmesinin istenmektedir. Bunlar arasında; “sel baskını nedeniyle yardım edilmesi, ağaç sevgisi, ormanların korunması ve temizlik konusunda halkın aydınlatılması” bulunmaktadır.
Türk Tayyare Cemiyeti yani bugünkü adıyla Türk Hava Kurumu da sık sık hutbe konusu olmuştur. 1926’da müftülüklere gönderilen genelgede vaizlerden; zekât, sadaka ve kurban derilerinin Tayyare Cemiyeti’ne verilmesinin caiz olduğuna dair vaaz vermeleri istenmiştir. Türk Hava Kurumu’na yardım, hemen her dönemin ortak hutbe konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hutbeler konusundaki uygulamaların darbe dönemlerinde çok farklı bir hal aldığı da bir gerçektir. 27 Mayıs Darbesi sonrasındaki darbe yönetimi; vaaz ve hutbelerde “27 Mayıs İnkılabının taşıdığı büyük anlamın halka ve köylüye ayet ve hadislerle anlatılmasını istemiş hatta bu hususta yapılan faaliyetlerin bildirilmesini” talep etmişti (CA, 4.33.29, 28.9.1960).
Cuntacılar, Diyanet İşleri’ni büyük bir baskı altına almışlar, bu durum Başkan Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun emekliye ayrılmasına neden olmuştur (10 Haziran 1960). Ondan sonra bu göreve Ömer Nasuhi Bilmen atanmışsa da onun görev süresi de 6 Nisan 1961’e kadar devam etmiştir. Bu gelişmelerin cuntacılarla ilgili olduğuna kuşku yoktur.
Nitekim bu dönemde başkan yardımcılığına bir general atanmış ve yönetim onun vasıtasıyla devam ettirilmişti. Dönemle ilgili bir başka iddia da başkanlığın haberi olmadan Diyanet adına kitaplar bastırıldığı şeklindedir. Benzer uygulamalar, elbette 12 Eylül darbecileri tarafından da yapılacaktır.
Darbecilerin enteresan taleplerinden birisi de “ebe, laborant ve hemşire okullarına yeterince talebe bulmakta güçlük çekildiğinden” konunun hutbelerde ele alınarak velilerin ikna edilmesiydi (CA, 4.33.27, 17.9.1960).
1960’lara gelindiğinde ise hatiplere kendi hazırladıkları hutbeleri okuma imkânı verildiği anlaşılmaktadır. Ancak bunun şartı, bu hutbelerin mutlaka müftüler tarafından onaylanmış olmasıdır (CA, 4.48.38, 25.9.1963).
Türkiye’de cumhuriyet devrinde hutbelerin gelişimi böyle bir seyir takip etmiştir. Yeni rejim, hutbelerden toplumun dönüşümünde yararlanmak istemiş ve hutbeleri Türkçeleştirmiştir. Arapça bilmeyen bir toplum için bunun faydalı olduğuna kuşku yoktur. Buna karşılık hutbeler, her zaman rejimin kontrolünde olmuştur.
1990’lardan itibaren ise farklı bir eğilim görülmektedir. Yapılan bir çalışmaya göre, Diyanet hutbelerinde inanç ve ibadete dair konular giderek azalırken toplumsal içerikli konular ağırlık kazanmıştır. Ancak son yıllarda belirgin bir şekilde hutbelerin ağırlığını siyasi konular teşkil etmekte ve bu durum camileri ibadet yeri olmaktan çıkarıp “propaganda merkezine” dönüştürmektedir.
Bunun bir başka boyutu ise daha da ilginçtir. İslamcılar yıllarca merkezi hutbelerden şikâyet edip seçilen konuların yanlışlığı üzerine yazılar yazdılar. Ancak onların iktidarı da farklı olmadığı gibi daha da ileri giderek camileri, iktidarlarının en görünür yerlerinden birine dönüştürdüler.
Muhtemelen yıllar sonra bu konuları araştıranlar, 27 Mayıs darbecilerinin “darbenin öneminin ayet ve hadislerle halka anlatılması” taleplerine benzer yazışmalarla karşılaşacaklar ve Türkiye’de siyasi iktidarların söylemleri farklı olsa da birçok konuda ne kadar birbirlerinin benzeri olduğu tespitinde bulunacaklardır.
Kaynaklar: Cumhuriyet Arşivi (CA); Prätor, S. (1996), “Bugünkü Türkiye’de İslam Eğitimi ve Cuma Hutbeleri”, İlim ve Sanat, S. 41, s. 82-91; Baktır, M. (1998), “Hutbe”, DİA, C. 18, s. 425-428; Naskali, E.G (Editör) (2017), Hutbe Kitabı, İstanbul, Kitabevi, Gaytancıoğlu, K., “Gazi Mustafa Kemal’in Balıkesir Hutbesi”; Gül, E., “İlk Türkçe Hutbeler”; Evci, A., “Atatürk’ün Hazırlattığı Hutbe Kitabı”; Kılıç, M. (2017), “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Devlet ile Vatandaş Arasında İletişim Vasıtası Olarak Hutbeler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, S. 35, s. 137-166;
https://dinhizmetleri.diyanet.gov.tr/kategoriler/yayinlarimiz/hutbeler/t%C3%BCrk%C3%A7e (12.7.2025); https://belgelerlegercektarih.com/2022/08/21/rifat-borekci-m-kemal-catismasi-turkce-hutbe-ataturk-ve-din-8/ (13.7.2025).
Anahtar Kelimeler: Hutbe, Atatürk, Menderes, 27 Mayıs.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***