Matrix Resurrections’taki ‘koyun hiçbir yere gitmiyor’ sahnesinden Cemil Meriç’in Circe hikayesine, 1872’deki Dingo’nun tramvay ahırından günümüz Türkiye’sine… 153 yıllık ahır hikayemiz, büyülenmiş halk ile sarhoş yönetimin mükemmel birleşiminde doruk noktasına ulaştı. ‘İnsan olmak istemez misiniz?’ sorusuna ‘alay mı ediyorsun?’ cevabını veren bir toplum.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Başlık ya da görsel bazılarına ağır gelebilir… Ancak başka türlü anlatamayacaktım maalesef. Belki hatırlayanlar olacaktır. Vaktiyle “Kirke’nin Domuz Ahırı” başlıklı bir yazı kaleme almıştım ve yazı şöyle başlıyordu: “Matrix Resurrections filminde antagonist Analist, Neo ve Trinity’ye şöyle der: “İnsanları tanırım… Tüm kartları elinde tuttuğunu sanıyorsun, çünkü bu dünyada ne istersen yapabilirsin. Gidin gökyüzünü gökkuşağıyla boyayın. Ama olay şu. Koyun hiçbir yere gitmiyor. Çünkü dünyamı seviyorlar. Bu duygusallığı istemiyorlar. Özgürlük ya da güçlenme istemiyorlar. Kontrol edilmek istiyorlar. Kesinliğin rahatlığını istiyorlar.”
Bu sahne beni doğrudan Cemil Meriç’in “Bu Ülke”de anlattığı Circe hikayesine götürmüştü. Açık söyleyeyim aradan geçen 5 yıla yakın bir süre, kanaatimi sadece değiştirmedi, maalesef daha da kötüleştirdi. Anladım ki Türkiye’nin ahır hikayesi sadece antik Yunan mitolojisiyle sınırlı değil.
Anlatayım…
1872’den beri süregelen, köklü bir ahır geleneğimiz var: Dingo’nun ahırı.
Belki de bugünkü Türkiye’yi anlamak için hem Circe’nin büyülü ahırını hem de Dingo’nun ahırını birlikte okumamız gerekiyor.
Cemil Meriç’in aktardığı Circe hikayesini hatırlayalım: “Güzel Circe (Sirse) bir adada oturmuş… Altın kâselerden içilen şarap aklını başından alırmış insanın. Hatıralar unutulurmuş bir bir. Sirse hem vatan olurmuş, hem sevgili. Ama birden sehhar (sihirbaz) Sirse sopayla dokunurmuş misafirlere ve misafirler domuz olurmuş, eşek olurmuş, köstebek olurmuş.”
İşin güzel yanı ise hikayenin devamında geliyor. Ulis (Odysseus) arkadaşlarını kurtarmaya geldiğinde, avcuna sakladığı moli otu sayesinde kadının sihrinden korunuyor ve kılıcını çekip onu esir alıyor. Kadına, “Derhal arkadaşlarımı serbest bırak!” diye emir veriyor. Kadın ise “hay hay” diyor lakin istersen onlara bir soralım, acaba serbest kalmak istiyorlar mı? Dahası tekrar insan olmak istiyorlar mı?”
Ulis, şaşkın halde ahıra gidiyor ve teker teker hayvanlara sormaya başlıyor: “Hem özgür hem de insan olmak ister misin?”
Aslan: “Alay mı ediyorsun? Şimdi ben de senin gibi bir hükümdarım, hem de senden çok daha güçlü bir hükümdar” diye gürler.
Kurt ise: “Ne münasebet! Onlar benden daha kıyıcı, daha namussuz, üstelik hürriyetleri de yok” diye uluyor.
İşte bu sahne, tam da günümüz Türkiye’sinin fotoğrafı değil mi?
Gelelim Dingo’ya…
1872 yılında İstanbul’da tramvaylar hizmete girdi. O zamanlar atlarla çekilen bu tramvayların yorulan atları, Dingo isminde bir Rum vatandaşın ahırında dinleniyordu. Şişhane yokuşu o kadar dikti ki, atlar çabuk yoruluyordu ve arabacılar mecburen bu ahırı kullanmak zorundaydı.
Ama Dingo’nun ahırı tam bir felaketti. Kafası her daim kıyak olan Dingo usta, mekânı başıboş bırakıyor, gireni çıkanı pek belli olmuyordu. Düzen, nizam, saygı yoktu. Millet birbirinin atını yürütüyor, atlar karışıyor, bazen dinlenmiş zannedilen at yorgun olduğu için yokuşu çıkarken çatlayıp ölüyordu.
Ahırda sürekli karmaşa, tartışma, hırsızlık, kayıp vesaire oluyordu. Ne mal emniyeti vardı, ne can. Üstüne üstlük bir de ne kadar ipten kazıktan kopmuş çakal çuval varsa, alayı Dingo’nun ahırını mesken tutuyordu artık. Kavga, gürültü, şamata hiç eksik olmuyordu.
Ünü o kadar yayıldı ki, nerede bir karmaşa, düzensizlik, ahlaksızlık varsa, “Burası Dingo’nun ahırına dönmüş!” diye darb-ı mesel olarak anılmaya başladı.
1872’den 2025’e, aradan 153 yıl geçti.
Şule Aydın isimli değerli bir gazeteci var. Ülkede olup biteni yıllardır “Tımarhanede bu hafta” başlığıyla yayınlıyor. Ancak ülkenin vaziyeti tımarhaneyi çoktan geçmiş durumda.
Hatta Dingo’nun ahırını bile solladı. Circe’nin ahırına döndü…
Evet, gireni çıkanı belli değil! Evet gücü yeten istediğinin atına çöküyor! Evet hesap kitap artık tutulmuyor ancak daha fenası, ahıra kapatılanlar artık hayatından memnun…
Oysa yıllar boyunca siyasal İslamcı tayfa “CHP camileri ahıra çevirdi!” türünden tezvirat yapardı. Bugün gelinen noktada, ülke kocaman bir ahıra dönüştürülürken, AKP ve Erdoğan sayesinde camiler de siyasetin ahırına dönmüş durumda.
Biliyorum ağır bir ifade ama gerçekler böyle!
Önce bu “ahır” hikayesinin gerçek olup olmadığına bir bakalım. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 2024’te şöyle diyor: “1940’lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşı Kuran’ı Kerim öğrenmesini yasaklamak…”
Peki gerçekten de böyle mi olmuş?
Mustafa Armağan türünde yandaş ve yalaka tayfa, 1938 tarihli Tan Gazetesi’ndeki bir yazıyı delil gösteriyor. İbrahim Hakkı Konyalı’nın “Koca Sinan’ın Ahır Yapılan Son Eseri” başlıklı yazısını…
Peki bu yazıda ne yazıyor?
Şemsi Paşa Camii’nin bakımsızlıktan harabe durumda olduğu ve restore edilmesi gerektiği. Yazar caminin “ahır yapıldığını” iddia etmiyor, sadece bakımsızlığı eleştiriyor. Dahası, bu yazı yayımlandıktan kısa süre sonra Atatürk imzalı bir Bakanlar Kurulu kararıyla cami restore ediliyor. 1940-43 arasında Vakıflar Müdürlüğü tarafından onarılıyor.
Asıl gerçek çok farklı. 1942’de Hitler’in orduları Türkiye sınırına dayanınca, İsmet İnönü İstanbul’un bombalanacağından endişeleniyor. Topkapı Sarayı’ndaki kutsal emanetleri, Hazreti Peygamber’in (sas) sancağını, kılıcını, Hırka-i Saadeti korumak için ne yapıyor?
Tam 48 vagon değerli eşyayı Niğde’deki camilere naklediyor! Çünkü Almanların camileri bombalamayacağını biliyor. Etrafına asker diziyor, özel görevliler atıyor. İsmet İnönü camileri “ahıra çevirmek” şöyle dursun, en kutsal emanetleri camilerde korumaya alıyor.
Peki günümüzde ne oluyor?
Her cuma hutbelerde AKP propagandası yapılıyor. “Milli irade”, “yerli ve milli”, hatta seçim kampanyaları… Camilerin kapısında AKP standları kurulabiliyor. Diyanet İşleri Başkanı siyasi açıklama yapıyor. İmamlar parti militanı gibi çalışıyor.
Avrupa’da durum daha da vahim.
DİTİB aracılığıyla Türk camileri doğrudan Ankara’nın uzantısı haline gelmiş durumda. İmamlar istihbarat görevlisi gibi fişleme yapıyor, Türkiye karşıtı vatandaşları raporluyor. Almanya, Fransa, Hollanda… Hepsi rahatsız artık.
İronik gerçek şu: 1940’larda İsmet İnönü kutsal emanetleri camilerde koruyor. 2020’lerde AKP kutsal emanetleri siyaset için kullanıyor.
Tımarhaneden Ahıra: Türkiye’nin Dönüşümü
Ama asıl trajedi şu ki, sadece camiler değil, bütün Türkiye ahıra dönüştü. Tımarhane bile değil artık – o en azından tedavi etme amacı olan bir yer. Ahırda sadece beslenme ve kontrol var. Anayasa artık “esnek” bir belge bile değil. İktidar, özellikle Erdoğan’ın umurunda bile değil çünkü. Siz bakmayın “yeni anayasa” diye atıp tutmasına, sadece tekrar seçilme derdinde…
Yoksa paşa gönlünün istediği gibi, KHK’larla bir gecede yüzbinlerce insanın hayatıyla oynuyor, ihale kanunları yüzlerce kez değiştiriyor, astığını asıyor, kestiğini kesiyor…
Yargı bağımsızlığı diye bir şey kalmadı. Hakimler ve savcılar, iktidarın istediği kararları veriyor. FETÖ bahanesiyle binlerce yargı mensubu ihraç edildi, yerine “güvenilir” olanlar getirildi. Sonuç: Mahkemeler birer onay mercii haline geldi.
Ahlak Ahırı: “Bizim Çocuk” Ayrımcılığı
Artık iki türlü ahlak var: Biri “bizim çocuklar” için, diğeri geri kalanlar için.
Bakanların oğlu uyuşturucu ticareti yapıyor; sessizlik. Berat Albayrak’ın maili patlatılıyor, ortaya akıl almaz pislikler saçılıyor; üstü örtülüyor. Binali Yıldırım’ın oğlunun Avrupa’daki mal varlığı onlarca milyar dolara ulaşıyor; normal karşılanıyor. Ama muhalif birinin çocuğu en küçük bir suça karışsa, hemen medyada linç başlıyor.
Rüşvet artık “hizmet” olarak tanımlanıyor. Hayrettin hocaları, “Rüşvet hırsızlık değildir!” diye fetva veriyor. İhale usulsüzlükleri “milli irade” diye savunuluyor. Kamu kaynaklarının yandaş şirketlere akıtılması “yerli ve milli” diye pazarlanıyor.
En çarpıcı örnek: Cübbeli Ahmet’in ahlaksızlığı, kadın pazarlaması mahkemece tescillenmiş durumda. Bu herif utanmadan millete din ve ahlak dersi veriyor.
Milli Eğitim Bakanlığı artık ideoloji üretim fabrikası. Yusuf Tekin’in “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” diye tanıttığı sistem, çocuklara eleştirel düşünce yerine körü körüne itaati öğretiyor.
Ders kitapları saf propaganda. Tarih kitaplarında uyduruk bir Osmanlı tarihi yüceltiliyor, Cumhuriyet karartılıyor. “15 Temmuz ruhu” diye dersler konuluyor. Çocuklara İmam Hatip Liseleri zorla pazarlanıyor.
Öğretmenler artık propagandacı. Sınıfta “Reis” övgüsü yapmayan öğretmen “güvenilmez” ilan ediliyor. FETÖ bahanesiyle binlerce öğretmen ihraç edildi, yerine “güvenilir” olanlar getiriliyor.
Üniversiteler tam bir facia. Rektörler AKP’li olmayan hocalara sürekli mobbing yapıyor. YÖK artık iktidarın üniversitelerdeki uzantısı. Nesiller eleştirel düşünme yetisini kaybediyor, sadece “Reis ne derse doğru!” mentalitesiyle yetişiyor.
Medya Ahırı: Tek Ses, Tek Nefes
Türkiye’de artık ‘gazetecilik’ diye bir meslek yok, sadece AKP sözcülüğü var. Ana akım medyanın tamamı iktidarın elinde. Sabah’tan Hürriyet’e, Star’dan Habertürk’e, hepsi aynı çizgide.
Habercilik öldü, propaganda yaşıyor. Ekonomi çöküyor ama “büyüme oranları” konuşuluyor. Yangınlar ülkeyi yakıyor ama “yerli söndürme uçakları” övülüyor. Deprem bölgesinde skandallar zinciri yaşanıyor ama “afet yönetimindeki başarı” anlatılıyor.
Muhalif gazeteciler ya hapiste ya sürgünde. Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak, Sahin Alpay… Kim varsa susturuldu. Kanal kapatmak artık sıradan bir uygulama. Gezi ve 15 Temmuz sürecinde kaç TV kanalı kapandı, kimse saymıyor artık.
En trajik yanı şu: Gazeteciler kendi kendilerini sansür ediyor artık. “Bu haberi yazsam başım belaya girer mi?” diye düşünmek, mesleki refleks haline geldi.
Ekonomi Ahırı: Kayırma ve Yağmalama
Ekonomi de tamamen ahır mantığıyla işliyor. İhale sistemi çöktü, her şey “stratejik ortaklık” adı altında yandaşlara veriliyor.
Kalyon, Rönesans, Limak… Bu şirketler devletin ATM’si gibi kullanıyor kamu kaynaklarını. Köprü, hastane, havalimanı; ne inşa edilirse edilsin, hep aynı isimler karşımıza çıkıyor.
Merkez Bankası bağımsızlığı diye bir şey kalmadı. “Faiz sebep, enflasyon sonuç!” diye ekonomi ilmi ters çevrildi.
En vahimi: KDV, ÖTV, akaryakıt vergisi… Vatandaş soyuluyor ama aynı vergiler yandaş şirketlere muafiyet olarak veriliyor.
Sosyal Yaşam Ahırı: Korku ve Suskunluk
İnsanlar artık konuşmaktan korkuyor. Restoranda, kafede, toplu taşımada; herkes fısıldaşıyor. “Sakın yanlış anlaşılmasın!” kaygısı her yerde.
Sosyal medyada büyük korku hakim. Bir tweet attın mı, “Bu başımı belaya sokar mı?” diye düşünüyorsun. Binlerce insan sosyal medya paylaşımları yüzünden yargılandı.
Komşu komşuyu ihbar ediyor artık. “Cumhurbaşkanına hakaret” diye birbirlerini şikayet ediyorlar. Toplumsal dayanışma yerini karşılıklı kuşkuya bıraktı.
Ahır Mantığı: Güçlü Olan Haklı
Sonuçta her şey ahır mantığıyla işliyor artık: Kim güçlüyse o yönetiyor, kim güçsüzse o boyun eğiyor. Hukuk, güçlünün hakkını korumak için var. Medya, güçlünün sesini duyurmak için var. Eğitim, güçlüye itaat edecek nesiller yetiştirmek için var.
Kural yok, ahlak yok, kaide yok, etik değerler yok. Sadece tek bir kural var: “Reis ne derse doğru.”
Tımarhane en azından hastalığı iyileştirme amacı güder. Ahırda ise amacı sadece kontrol ve beslenme vardır. İyileştirmek değil, itaatkar kılmak. Düşündürmek değil, beslenmesini sağlayıp boyun eğdirmek.
İşte Türkiye bugün buraya geldi: Circe’nin büyülü ahırından farksız bir ülke. İnsanlar hayvana dönüştürülmüş, eleştirel düşünce yetileri kaybedilmiş, sadece “Reis” denince sevinip “muhalefet” denince öfkelenen refleksler kalmış.
Modern Circe ve Günümüz Dingo’su: İki Ahırın Efendisi
Erdoğan tam bir modern Circe. Tıpkı antik hikayedeki gibi, önce büyüleyici geliyor: “Mağdur”, “mazlum”, “halkın çocuğu”… 2002’de iktidara geldiğinde büyülü şarabını sunuyor: “Demokratik açılım”, “sivil anayasa”, “AB üyeliği”. Herkes kâseden içiyor, herkes büyüleniyor. Circe “hem vatan hem sevgili” oluyor.
Sonra gerçek yüzü ortaya çıkıyor. 2013 Gezi’siyle birlikte sopayı eline alıyor ve dokunmaya başlıyor. Sopa her kime değerse, o insan olmaktan çıkıp hayvana dönüşüyor…
Domuzlar: Düşünmeyen Kitle
En kalabalık grup bu. “Reis ne derse doğru!” mantığıyla yaşıyorlar. Circe’nin büyüsü o kadar güçlü ki, gözlerinin önünde olan biteni göremiyorlar.
Ekonomi çöküyor, dolar uçuyor ama “dış güçlerin oyunu” diye düşünüyorlar. Çocukları işsiz ama “en az 128 milyar dolar” kaybolması “fetöcü yalanı” oluyor. Yangınlar ülkeyi yakıyor ama “terör” haberleri izliyorlar.
En ilginç yanları şu: Kendi çıkarlarına bile aykırı hareket ediyorlar. Emekli ama “Emekli zamları yeterli!” diyorlar. İşsiz ama “işsizlik azaldı” inanıyorlar. Fakirleşiyorlar ama “Zenginleşiyoruz!” papağanlığı yapıyorlar.
Circe’nin büyüsünün gücü işte bu: Gerçeği görme yetilerini tamamen kaybetmişler.
Eşekler: Yük Taşıyan Sınıf
AKP milletvekilleri, büyükşehir belediye başkanları, kanal sahipleri, gazete editörleri… Bunlar domuzlar gibi düşünce yetilerini tamamen kaybetmemişler ama taşıyıcı olmuşlar.
Bülent Arınç bir zamanlar “Bu böyle olmaz!” demeye kalkıştı; kovuldu. Abdullah Gül sessiz kalırsa “vefasız”, konuşursa “hain” ilan edildi. Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Mehmet Şimşek… Hepsi bir zamanlar “beyin” diye tanıtılıyordu. Sonra eşek oldular, sadece yük taşıdılar. Dayanamayınca ayrıldılar.
Şimdiki AKP milletvekillerine bakın: Hepsinin tek işi “Evet” demek. Meclise kanun gelir, okunmadan kabul edilir. Tartışma yok, müzakere yok, sadece “Reis böyle istedi” emir ve itaat.
Medya eşekleri daha acıklı. Bir zamanlar gazetecilik yapan insanlar, şimdi sadece propaganda malzemesi taşıyorlar. Sabahtan akşama “Reis”in övgüsü, muhalefetin yergi. Haber değil, emir taşıyorlar.
Köstebek: Yeraltı Çalışanları
En sinsi grup. Gizli gizli çalışıyorlar, sistemin derinliklerinde faaliyet gösteriyorlar.
Dini köstebekler: İmamlar cemaatleri fişliyor, hutbelerle siyasi yönlendirme yapıyor. Diyanet artık AKP’nin din işleri bürosu. Avrupa’da DİTİB imamları devlet adına istihbarat topluyor.
Bürokratik köstebekler: Müdürler, müsteşarlar, genel koordinatörler… FETÖ temizliği adı altında sisteme yerleştirildiler. Kamu ihalelerinde torpil yapıyor, dosyaları kaybediyorlar, rakip firmaları engelliyor.
Akademik köstebekler: Üniversitelerde rektörler muhalif hocaları mobbing’le kovuyor. YÖK üyeleri ideolojik ders müfredatları hazırlıyor. “Bilimsel” araştırma adı altında rejim propagandası yapılıyor.
Köstebeklerin özelliği şu: Yeraltında çalışırlar, görünmezler ama sistemin temellerini çürütürler.
Aynı zamanda sistem, 1872’deki Dingo’nun ahırı gibi işliyor. Dingo nasıl sürekli sarhoş ve defter tutamıyorsa, bugünkü iktidar da aynı durumda: iktidar sarhoşu ve tutarsız!
Erdoğan artık gerçeklikle bağını koparmış durumda. Dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olduğumuzu, dünyanın saygın lideri olduğunu, herkesin bizi kıskandığını falan sanıyor. Tıpkı Dingo gibi.
Şeffaflık diye bir şey kalmadı. 128 milyar dolar nereye gitti? Saray kaça mal oldu? Hangi şirket ne kadar vergi muafiyeti aldı? Hiçbirinin hesabı yok. Dingo’nun ahırındaki gibi: Hangi at geldi, hangi at gitti, belli değil.
Sonuçta Türkiye, hem Circe’nin büyülü ahırı hem de Dingo’nun sarhoş ahırı olmuş durumda. Bu tesadüf değil, aksine; ikisi birbirini mükemmel tamamlıyor:
Halk büyülenmiş, gerçeği göremiyor. “Reis mükemmel”, “dünya bizi kıskanıyor”, “her şey çok güzel olacak”… Bu büyü o kadar güçlü ki, kendi hayatlarındaki çöküşü bile “geçici zorluk” olarak görüyorlar.
Yönetim kontrolsüz, sistem çökmüş. Kararlar sarhoş mantığıyla alınıyor: “Faiz sebep enflasyon sonuç”, “128 milyar dolar nerede bilmem”, “kanal İstanbul olmazsa olmazımız”…
İkisinin birleşimi mükemmel bir ahır oluşturuyor: Büyülenmiş halk + İktidar Sarhoşu yönetim = Ahır Türkiye
Bu ikili ahır sistemi nasıl işliyor?
Karşılıklı Beslenme: Halkın büyüsü yönetimin sarhoşluğunu besliyor, yönetimin sarhoşluğu da halkın büyüsünü güçlendiriyor. Erdoğan çılgın kararlar alıyor, halk alkışlıyor. Halk alkışladıkça, Erdoğan daha da sarhoşlaşıyor.
Eleştiri Blokajı: İki ahır birbirini koruyor. Yönetimi eleştirenler “halka hakaret etmiş” oluyor, halkı uyarmaya çalışanlar “devlete ihanet etmiş” oluyor.
Gerçek Kaçışı: Hem büyü hem sarhoşluk gerçekten kaçış yöntemi. Halk acı gerçekleri görmek istemiyor, yönetim zor kararlar almak istemiyor. İkisi de hayal dünyasında yaşamayı tercih ediyor.
Ahırın Koruma Mekanizmaları
Bu sistemin kendini nasıl koruduğu çok önemli:
Çifte Bağışıklık: Halk büyülenmiş olduğu için yönetimin hatalarını görmüyor. Yönetim sarhoş olduğu için halkın acısını duymuyor.
Sorumluluk Transferi: Yönetim hataları “sabotaj” oluyor, halkın tepkisi “manipülasyon” oluyor. Kimse sorumluluk almıyor.
Alternatif Gerçeklik: Paralel bir evren icat edilmiş. Bu evrende Türkiye süper güç, ekonomi mükemmel, halk çok mutlu. Bu alternatif gerçeklik medya, eğitim, din üzerinden sürekli pekiştiriliyor.
Ahırın Sakinlerinin Psikolojisi
Tıpkı Meriç’in anlattığı gibi: İnsanlar hayvana dönüştürülmüş, ama bunu sorgulamıyorlar bile. Aksine, Ulis gelip “insan olmak istemez misiniz?” diye sorduğunda, “alay mı ediyorsun?” diye tepki gösteriyorlar.
Bu durumu anlamak için Matrix’in ilk filmindeki Cypher karakterini hatırlamak gerekiyor. Cypher, gerçek dünyayı gördükten sonra tekrar Matrix’e dönmek istiyor ve şöyle diyor: “Bu bifteğin gerçek olmadığını biliyorum… Ama onu ağzıma koyduğumda Matrix beynime bunun lezzetli olduğunu söylüyor… Cehalet mutluluktur. Hiçbir şeyi hatırlamak istemiyorum.”
İşte Türkiye’deki ahır sakinlerinin psikolojisi tam olarak bu: Gerçeği bilseler bile yalanı tercih ediyorlar.
Modern Cypher’lar:
AKP Seçmeni: “Biliyorum ekonomi kötü, ama Reis’in açıkladığı rakamlar kulağa hoş geliyor. Cehalet mutluluktur. Gerçekleri hatırlamak istemiyorum.”
Medya: “Biliyorum yazdıklarım propaganda, ama maaşımı alıyorum, önemli biriyim. Gerçek gazeteciliği hatırlamak istemiyorum.”
Bürokrat: “Biliyorum yaptığım yanlış, ama sistemde güvenli bir yerim var. Vicdanımı hatırlamak istemiyorum.”
İşte 21. yüzyılın modern ahırı bu: Ne Circe’nin büyüsünden kurtulmak istiyor ne de Dingo’nun başıboş düzenini değiştirmeye niyetli. Çünkü artık ahırı seviyorlar.
Peki bu ahırı niçin seviyorlar?
Sorumluluk Yok: Düşünmek zorunda değiller, “Reis düşünür bize söyler”
Seçim Yok: Her kararın doğruluğu garanti, çünkü “Reis almış”
Suçluluk Yok: Her şey “onların” suçu, kendilerinin hiç sorumluluğu yok.
Çaba Yok: Ülkeyi düzeltmek için çalışmaya gerek yok, “kendiliğinden düzelecek.”
Bu ahır, sadece Türk değil, belki de insanlık tarihinin gördüğü en mükemmel kontrol sistemi. Çünkü zor kullanmıyor, büyü kullanıyor. Bir yandan korku inşa ederken, diğer yandan efsunluyor! İnsanları zorla ahıra sokmuyor, gönüllü girmelerini sağlıyor. Kimsenin pek çıkmaya da niyeti yok!
Türkiye, Circe’nin büyülü ahırı ile Dingo’nun başıboş ahırının mükemmel birleşimi. Hem yönetim kontrolsüz, hem halk büyülenmiş. Ve en kötüsü: İkisi de bu durumu seviyor.
Matrix’teki o sahne tam da bu durumu anlatıyor: “Koyun hiçbir yere gitmiyor. Çünkü dünyamı seviyorlar. Özgürlük ya da güçlenme istemiyorlar. Kontrol edilmek istiyorlar.”
Türkiye’nin 2025 fotoğrafı maalesef bu: Kontrol edilmeyi seven, ahırı seven, insan olmak istemeyen bir toplum.
En Vahimi: Ahırı Sevmek
Matrix’teki o korkunç gerçek burada da geçerli: “Koyun hiçbir yere gitmiyor. Çünkü dünyamı seviyorlar. Kontrol edilmek istiyorlar.”
Türkiye’nin hala ciddi bir kısmı ahırı seviyor:
Düşünmek yorucu: “Reis halleder”
Sorumluluk almak zor: “Devlet bakar”
Eleştiri riskli: “Sessiz kalırım”
Özgürlük korkutucu: “Böylesi daha güvenli”
Meriç’in anlattığı gibi, Ulis gelip “insan olmak istemez misiniz?” diye sorduğunda, aslan olan “alay mı ediyorsun?” diye gürler. Kurt olan “onlar daha kıyıcı, daha namussuz” der.
153 yıl önce Dingo’nun tramvay ahırı vardı. Şimdi tüm Türkiye bir ahır. Aradan geçen zaman içinde ne öğrendik? Ahır kurmayı.
Circe’nin mitolojik ahırından Dingo’nun tarihsel ahırına, oradan günümüzün siyasi ahırına… Türkiye’nin ahır hikayesi sanki hiç bitmiyor.
“CHP camileri ahıra çevrildi ve tekrar yapacaklar” diye 80 yıldır yalan söyleyenler, sonunda bütün ülkeyi ahıra çevirdiler. Tramvayların atlarının dinlendiği Dingo’nun ahırından, insanların dinlenmediği günümüz Türkiye’sine…
Belki CHP bazı camileri ahır yapmıştı bilmiyoruz ama AKP ve Tayyip Erdoğan camileri Dingo’nun ahırı yaptı maalesef. Ve tarihin acı tecrübesi şu: Dingo’nun ahırının akıbeti çok fena oldu. Bir sarhoşun tutuşturduğu alev ile tarihe gömüldü, içindeki atlarla beraber.
Tayyip Erdoğan’ı beğenmemek artık bir devlet suçu ve hainlik olarak sayılıyor. Bu ülkede meşrulaşmanın diğer adı Erdoğan’ın gönlünü kazanmak. Gayr-ı meşrulaşmanın yolu da muhalif olmaktan geçiyor.
En büyük büyü, büyü altında olduğunu fark etmemek. En büyük sarhoşluk da, sarhoş olduğunu anlamamak. En büyük yalan da, başkalarını yalancı ilan edip kendin yalan söylemek.
Ama unutmayalım: Hem Matrix’te hem Homeros’ta çıkış yolu var. Kırmızı hap da, moli otu da hala elimizde. Kullanmaya niyetli olup olmadığımız ise ayrı bir mesele.
Evet bu ahırdan çıkmak kolay olmayacak. Çünkü yalanın ahırında yaşayanlar, gerçeğin özgürlüğünü kaldıramayabilir.
Ama bu sefer farklı bir son olabilir. Çünkü Dingo’nun ahırının akıbeti malum: Alev alıp yanıp gitti. Tarih tekerrür edecek mi, göreceğiz.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***