Türkiye’de tuhaf bir fenomen yaşanıyor: İktidarı eleştirmek riskli olduğu için, bazı ‘entelektüeller’ riski mağdurlara yükleyerek kendilerini ‘cesur’ sanmaya başladı. Avrupa’da taksi şoförlüğü yaparak hayatta kalmaya çalışan sürgünler ‘konformist’ ilan edilirken, güvenli koltuklarında oturup ‘kendini feshet’ tavsiyesi verenler muhalif geçiniyor.
NEDİM HAZAR | YORUM
Türkiye’de son on yılda yaşanan otoriterleşme sürecinde, dikkat çekici bir fenomen ortaya çıktı: Zalimi eleştirmek yerine mazlumu eleştirmeyi “entelektüel cesaret” olarak sunan bir zihniyetin yaygınlaşması.
Bu zihniyet, kendini muhalif gibi gösteren bazı çevrelerde öyle bir normalleşti ki, artık AKP iktidarının zulmünden kaçıp Avrupa’da Uber şoförlüğü yaparak geçimini sağlamasına rağmen mağdurlara sahip çıkmaya çabalayan, zalime karşı durmaya çalışan insanları “konformist” olmakla suçlayabiliyorlar.
Bu durumun en çarpıcı örneği, yakın zamanda Gökhan Bacık’ın kaleme aldığı ve Gülen Hareketinin “kendini feshetmesi” gerektiğini öneren yazısında görüldü. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir medeniyette, zalimi ve zulmü değil de mağduru eleştirip “kendi kendini imha ederek sorunun çözüleceği” teklif edilmemişti.
Bu teklif, dünya tarihinde ilk kez Türkiye’de mümkün oldu.
Türkiye’de iktidarı eleştirmenin bedeli ağır: Hapis cezası, faili meçhul şiddet olaylarına kurban gitme riski, linç edilme tehlikesi ve ekonomik yaptırımlar. Bu gerçeklik karşısında zamanla bazı entelektüeller ve kendini muhalif gösteren kesimler, “güvenli muhalefet” stratejisi geliştirdi.
Bu strateji şöyle işliyor: İktidarı doğrudan eleştirmek yerine, iktidarın mağdur ettiği kesimleri eleştirerek hem “muhalif” görünmek hem de riskten kaçınmak. Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi” kavramının tersine çevrilerek, “ezenlerin pedagojisi” inşa edildiğini önceki yazılarımızda anlatmıştık.
Mağdur suçlama sendromu
Bu yaklaşımın temelinde, Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında bahsettiği “mağdur suçlama” mekanizmasının tersten okunmasında yatıyor. Frankl, kitabında toplama kampından kurtulanları “yeterince direnmemekle” suçlayanlar olduğunu yazar. Bu zihniyet ise, zulümden kaçanları mazluma sahip çıkmak için çırpındıkları için suçluyor ve hatta kendi kendilerini feshetme aklını veriyorlar!
Sürgünde bir yandan hayat mücadelesi veren insanları, Türkiye’deki kardeşlerine sahip çıkmamakla suçluyorlar!
Ne büyük suç ama!
1920’li ve 1930’lu yıllarda Nazi partisinin yükselişi sırasında, Alman Yahudilerinin önemli bir kısmı “görünürlüklerini azaltarak” antisemitizmi körüklememeye odaklandı. “Centralverein deutscher Staatsbürger jüdischen Glaubens” gibi organizasyonlar, Yahudilerin “aşırı Yahudi” görünmemesi, Alman kültürüne daha iyi entegre olması gerektiğini savundu.
Hannah Arendt, “Totalitarizmin Kaynakları” eserinde bu durumu şöyle analiz ediyor: “Yahudiler kendilerini ‘iyi Yahudiler’ ve ‘kötü Yahudiler’ olarak ayırarak, antisemitizmin hedefi olmaktan kurtulabileceklerini sanıyorlardı. Oysa antisemitizm yapısal bir sorundu ve bireysel davranış değişiklikleriyle çözülemezdi.”
ABD’de “Uncle Tom” Sendromu da denen bir olay var bilir misiniz? 19. yüzyıl Amerika’sında kölelik karşıtı mücadele sırasında, bazı siyah liderler “tedricici” yaklaşımı savunarak, kölelerin önce “eğitilmesi” sonra özgürleştirilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. W.E.B. Du Bois bu yaklaşımı şöyle eleştiriyordu: “Haksızlığa boyun eğerek adaleti sağlayamayız.”
Türkiye’de “makul Kürt-makul Cemaatçi” analojisi
1990’larda Türkiye’de Kürt sorunu tartışılırken ortaya çıkan “makul Kürt” söylemi, bugün “makul Cemaatçi” olarak yeniden üretilmeye çabalanıyor. HDP eski eş-genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın tespit ettiği gibi: “Makul Kürt söylemi, aslında ‘susan Kürt’ demektir. Haklarımızı talep etmekten vazgeçelim ki, bizi rahatsız etmesinler, diyor.”
Entelektüel konformizm vs. mağdur konformizmi
Türkiye’de tuhaf bir durum yaşanıyor: Avrupa’da taksi şoförlüğü yaparak geçimini sağlayan sürgün insanlar “konformist” olmakla suçlanırken, iktidarı hiç eleştirmeden güvenli konumlarında kalan “entelektüeller” kendilerini konformist değil aksine cesur muhalif olarak görüyor.
Edward Said’in “Sürgünlük Üzerine” eserinde belirttiği üzere sürgün “yaşamları parçalanan insanların çaresizliği”dir. Bu insanların yeni ülkelerinde hayatlarını yeniden kurma çabalarını “konformizm” olarak etiketlemek, travma psikolojisini görmezden gelen insafsız bir yaklaşım. Aslında daha ağır cümleler var aklımda ama kendimi tutabiliyorum hâlâ!
Hegemonik söylemin içselleştirilmesi
Daha önce de bahsettim; Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramı bu durumu açıklamada kritik önem taşıyor. Gramsci’ye göre hegemonyanın en etkili olduğu an, ezilenlerin kendi durumlarını “doğal” ve “değişmez” olarak görmeye başladığı andır. Türkiye’de bazı entelektüeller, devletin hegemonik söylemini içselleştirerek, mağdur edilen toplulukların “kendilerini feshetmesi” gerektiğini savunur hale gelmesini bu perspektiften okumak gerekiyor.
“Kendini feshet!” önerisinin absürdlüğü
Gökhan Bacık’ın yazısında görüldüğü gibi, hiçbir silahlı eylemde bulunmamış sivil bir toplumsal hareketin, silahlı mücadele yürüten PKK ile aynı kategoride değerlendirilmesi, temel hukuki ve siyasi ayrımları görmezden gelmekti. Bu analoji, gerçekleri çarpıtan ve kamuoyunda yanıltıcı algı oluşturan bir yaklaşım.
Bir toplumsal hareketin “kendini feshetmesi” önerisi, demokratik çoğulculuk ilkesiyle bağdaşmaz. John Stuart Mill’in “zarar ilkesi” bağlamında değerlendirildiğinde, sivil örgütlenmeler başkalarına doğrudan zarar vermedikleri sürece devlet müdahalesine konu olamaz.
Kimmiş konformis?
“Risk al(a)mayan cesaretin sahipleri” olarak niteleyebileceğimiz bu güruhun şunu bilmesi gerekiyor: Gerçek konformizm, güçlü karşısında sesini çıkarmamak, riski üstlenmemektir. Türkiye’de iktidarı eleştirmek riskli olduğu için, bazıları bu riski mağdurlara yükleyerek kendilerini “cesur” sanmaya başladı. Bu, Martin Luther King Jr.’ın deyimiyle “adaletsizliği kabul etmeyi de aşıp, artık içselleştiren ‘ılımlı’ tutum”un en vahim örneği.
Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı bu durumu açıklıyor. Mağdur edilen topluluktan çıkan birinin, kendi topluluğunu iktidar yanlısı medyada eleştirmesi, bir tür sembolik şiddettir. Bu durum, hegemonyanın içselleştirilmesinin en derin biçimini temsil eder.
Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi” yaklaşımı, sorunları yapısal bir perspektifle ele almakta. Türkiye’de yaşanan demokratik gerilemenin kökleri, tek bir hareketin varlığında değil, demokratik kurumların zayıflığında, hukuk devletinin işlemeyişinde aranmalı.
Ezilenlerin pedagojisinin temel ilkesi, mağdur edilenlerin kendi güçlerini keşfetmeleri ve haklarını arama kapasitelerini geliştirmeleridir. Bu da hukuki bilinç, sivil toplum örgütlenmesi ve farklı mağdur gruplar arasında dayanışma geliştirilmesiyle mümkündür.
Edward Said, entelektüellerin temel görevinin iktidar sahiplerine karşı gerçekleri söylemek olduğunu vurgular. Türkiye’deki bazı entelektüellerin, iktidar yerine mağdurları eleştirme tercihi, bu temel sorumluluğun terk edilmesi anlamına geliyor.
Ve ne yazık ki, Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı”nda vurguladığı şekilde; büyük adaletsizlikler genellikle sıradan insanların “düşüncesizliği” sonucu gerçekleşiyor. Mağduru eleştirip zalimi görmezden gelmek, bu düşüncesizliğin modern bir örneği.
Nazi Almanyası analojisi
Bu zihniyet Nazi döneminde yaşasa, Nazileri eleştirmek yerine Yahudileri, komünistleri, çingeneleri, eşcinselleri eleştirip “kendi kendilerini yok etmelerini” isterdi. Oysa tarih gösteriyor ki, böyle yaklaşımlar adaletsizliğin normalleşmesine katkıda bulunuyor.
Cemaatten “kendini feshetmesini” isteyenlerin bir sonraki aşaması sanırım, CHP’nin kendini feshetmesini talep etmek olabilir. Çünkü bu mantık, demokratik muhalefeti tamamen ortadan kaldırmayı hedefler.
Türkiye’de asıl cesaret, riski üstlenerek adaletsizliğe karşı durmaktır. Mazlumu eleştirmek kolaydır çünkü bedeli yoktur, hatta seni “objektif” bile gösterir. Ancak gerçek entelektüel cesaret, güçlü karşısında hakikati söylemektir. Bu şekilde en iyi ihtimalle iktidar güçlerinin linçine maruz kalırsın!
Entelektüel haysiyet, iktidarın söylemlerini tekrarlamak değil, toplumsal adaletsizlikleri ifşa etmek ve alternatif çözüm yolları önermekten geçiyor.
Sıklıkla “Bu süreç ne zaman biter?” sorusuyla karşılaşan biri olarak, bu tür çakma entelektüellerin prim yapmadığı gün, süreç bitmeye başlayacaktır, diye düşünmekteyim. Bunun için en önce, zalimi değil de, mazlumu eleştirmenin konformizm olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***