M. NEDİM HAZAR | YORUM
“Hüzün bir ülkedir ve yalnız bazı ruhlar oraya seyahat edebilir.”
Tanpınar
Gurbet eline düşmek, adeta zamanın dışına çıkmak gibi. Ağaçların yaprakları dökülüyor, kar yağıyor, ardından bahar geliyor; fakat gurbet insanın içinde durduğu yerden bir türlü çıkamadığı, soğuk bir kış mevsimi gibi sabit. Dokuz yıldır bu iklimde yaşıyorum; dokuz Kurban Bayramı, dokuz özlem, dokuz yalnızlık. Her bayram zihnimde, Niyazi-i Mısrî’nin o hazin feryadı kulaklarımda yankılanır: “Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber.”
İşte benimki de öyle bir dert ki ne çare buluyor ne de ümit tükeniyor.
Tanpınar’ın “yekpâre zaman” arayışındaki o derin telaş, gurbetteki insanın en büyük dramı. Zaman, artık o eski akışında değil; parçalanmış, bölünmüş, bir kısmı orada vatanda kalmış, bir kısmı burada gurbette donup kalmış.
Ben, emekli bir gazeteci olarak, bu parçalanmışlığın tam merkezindeyim. Rejimin beni ‘vatan haini’ ilan ettiği, malıma mülküme el koyduğu, ailemi baskıyla sindirdiği o karanlık günlerden kaçıp geldiğim bu Alman topraklarında, zamanın bir yarısı kayıp, bir yarısı eksik.
Bayramın ruh coğrafyası
Bayram… Bu kelimeyi Almanya’nın soğuk havasında telaffuz ederken, sanki ağzımdan çıkan nefes de buz tutuyor. Oysa bayram, bizim çocukluğumuzda, şehrin o eski kuytularında, bir rüyanın içinden süzülüp gelen bir ışıkla başlardı.
Şafak, gökyüzüne henüz bir ipek örtü gibi serilmemişken, minarelerden yükselen ezan sesleri, kalpleri bir uhrevî haberle sarardı. Yahya Kemal’in o muazzam satırlarındaki gibi: “Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi / Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi.”
Minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdüğümüz o mübarek günlerdi.
Şimdi ise bayram, takvimde yazılı bir tarih, televizyondan seyredilebilen bir görüntü. Tanpınar’ın, “Eski İstanbul bayramları çok başka türlü idi.” derken kastettiği o ruhani atmosfer, burada sadece hafızamızın derinliklerinde yankılanan hayalî nağmelere dönüşmüş.
Yahya Kemal’in o hazin ihbarındaki gibi: “Biz böyle bir sabah namazında anavatana tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!”
Aynı yazgıya sanırım biz gurbettekiler de mahkûmuz. Çocukluğumuzda kulağımızı okşayan ezan sesleri, burada sadece bir iç ses, bir kalp çırpıntısı. Yahya Kemal “ezansız semtler”den dem vururken, benim durumum daha da acıklı: ezansız kıta, ezansız ülke, ezansız hayat.
Vatan nicedir üzerinde kafa yorduğum bir kavram… Eskiden Selanik de vatandı, Şam da, Kahire de…
Vatan huzur bulduğun yer ise eğer şimdilerde tek vatanım var benim; seccadem…
Ve galiba vatan, Tanpınar’ın Beş Şehir’inde anlattığı gibi, sadece bir coğrafya değil, bir duygu manzumesi. İnsan, uzun yıllar vatanında bir ağacın dalında titreyen yaprak gibi hissediyor kendini; rüzgâr ne kadar sert eserse essin, kökleriyle toprağa tutunuyor. İşte o zaman anlıyorsun; vatan, çocukluğumun mahallesinde, bayram sabahı dedemin elini öperken duyduğum huzur; annemin mutfakta hazırladığı baklavanın kokusu; komşuların kapısında birleşen kahkahalar. Vatan bayram sabahları demek aslında…
Vatan, İstanbul’un boğazında bir martının kanat çırpışı, Anadolu’nun bir köyünde tarladan dönen köylünün alın teri.
Tanpınar, “Kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.” derken, işte bu derin bağa işaret ediyor. Vatan, insanın kendisinden bir parça; onsuz, insan eksik kalıyor galiba.
Lakin benim vatanım, bir rejimin gölgesinde, beni kendi toprağımdan kopardı. Kalemim, hakikati yazdığı için şeytanlaştırıldı. Evim, malım, mülküm elimden alındı; ailem, baskının ağırlığı altında ezildi.
Hz. Pir Said Nursi’nin İhtiyarlar Risalesi’nde geçen şu sözler, gurbetteki her bayram sabahı ruhuma çarpıyor: “İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazîn ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi.”
İşte ben de her bayram sabahı böyle bir tepeye çıkar gibi, dünyaya, geçmişe, vatana bakıyorum. Ve o karanlıklı haletin içine gömülüp kalıyorum.
Vatan biraz da hatıralar toplamı; her bayram sabahı, o anılar bir bıçak gibi keskinleşiyor. Tanpınar’ın Huzur’unda Mümtaz’ın İstanbul’u arayışı gibi, ben de vatanımı içimde arıyorum. O, “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında,” derken, benim gurbetteki halimi tarif eder gibi.
Gurbet: Yekpâre Zamanın Kırılması ve Devamsızlığın Hüznü
Gurbet, Tanpınar’ın dilinde, bir devamsızlık; insanın kendi zamanından, kendi köklerinden kopuşu. Almanya’nın muntazam şehirlerinde, geniş caddelerde yürürken kimi zaman kendimi bir hayal âleminde gibi hissediyorum. Burası gerçek, oraysa geride kalan bir rüya mı, yoksa tam tersi mi, bir türlü çözemiyorum. Tanpınar’ın o meşhur sözü: “Geçmiş bir ülkedir,” sözü burada bambaşka bir anlam kazanıyor. Çünkü geçmiş artık sadece zaman içinde geride kalan şeyler değil; coğrafî olarak da geride, uzakta, ulaşılmaz yerlerde kalan bir âlem.
Almanya’nın düzenli, sessiz sokaklarında, bayram sabahları daha bir yabancılaşıyorum. Ezansız semtler bir de bayramsız olunca daha da hissizleşiyor, üşütüyor sanki. Minarelerden ezan sesi yükselmiyor; avlular, çocuk sesleriyle dolmuyor. Komşular, kapılarında şeker ikram etmiyor; sokaklar, bayramın neşesine bigâne kalıyor.
Gurbet, insanın kendi hikâyesinden sürgün edilmesi. Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler’de, işgal altındaki İstanbul’un yitip giden ruhunu anlatırken, gurbetin bu yitimle nasıl benzeştiğini hissettirir. Ben, vatanımda bir “sahnenin dışındakiler”den oldum; gurbette ise, sahnenin tamamen yitirildiği bir boşluktayım adeta.
Dokuz senedir bu gurbet diyarında, her bayram sabahı aynı hissiyatı hem de giderek daha güçlü bir şekilde yaşıyorum. Uyanıyorum, pencereyi açıyorum, oraya buraya bakıyorum. Nereden geleceğini bilmediğim bir ses bekliyorum sanki. Sonra aklıma geliyor ki, beklediğim ses binlerce kilometre uzakta, başka bir coğrafyada yankılanıyor. İşte o zaman Said Nursi’nin yaşadığı o “rikkatli ve hazîn” hal beni de sarıp sarmalıyor.
Bayram, Tanpınar’ın yekpâre zaman anlayışında, insanın evrenle, toplumla, kendisiyle birleştiği bir ân. Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nda Yahya Kemal’in dizeleri, bu birleşmeyi ne güzel anlatır. Bayram, bir milletin kolektif bilincinin uyandığı, ruhunun tazelendiği bir törendir. Vatanında bayram, insanın köklerine dokunmasıdır; gurbette ise, o köklerden kopuşun acısını hissetmesidir.
Bayram, sadece bir sevinç günü değil, aynı zamanda bir hatırlayış, bir bağlanış, bir köklerine dönüş vakti. Vatan, bu anlarda ete kemiğe bürünüyor; toprağın kokusu, insanın ruhuna siniyor. Lakin gurbet, bu manzarayı bir aynanın öteki yüzüne çeviriyor; her şey aynı ama her şey eksik! Gurbette bayram, bir yarım kalmışlık türküsü.
Almanya’da bayram sabahları, bir süredir camiye de gitmiyorum. Buraları bile böldüler siyasal İslamcılar. Camiyi bile gurbet yapmayı başardılar!
Dokuz Kurban Bayramı’nı gurbette geçirdim. Her bayram, bir aynanın karşısında kendi yüzüme bakar gibi, vatanımı hatırlıyorum. Tanpınar’ın “eski İstanbul bayramları”nı anlattığı o satırları okuyorum: “Bayram sabahı güneş bile başka türlü, adeta ruhani doğardı.”
Burada, güneş aynı güneş ama ruhani değil; soğuk, uzak, yabancı. Gurbet, bayramın sevincini bir hüzne çevirir.
Rejim beni vatan haini ilan etti. Ailem parçalandı, malım mülküm elinden alındı. Ama asıl yarası kapanmayan, kalbimdeki vatan sevgisinin bile sorgulandığı, bu topraklara aidiyetimin bile inkâr edildiği gerçeği. İnsanın memleketinden ayrılması, Nursi’nin dediği gibi, “hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanının yakınlaştığını hissetmek” gibi. Ama bizim durumumuzda müfarakat zoraki, dayatılmış, zalimane.
Anamla görüntülü konuşurken, gözlerinde yokluğumun acısını görüyorum. Daha bir hüzün çöküyor göğsümün orta yerine.
Dokuzuncu kurban bayramı sabahım burada. Bediüzzaman’ın o mübarek nidası dilimde: “Ey benim gibi ihtiyarlık zamanında gayet sevdiği evladını veya akrabasını kaybeden ve beline yüklenmiş ihtiyarlığın ağır yüküyle beraber firaktan gelen ağır gamları da başına yüklenen ihtiyar kardeşler!”
Ve fakat; bayram, aynı zamanda bir umut. Tanpınar’ın “devam” arayışı, bayramın her şeye rağmen sürmesinde saklı. Gurbette olsak da, bayramın hissiyatı, insanı vatanına bağlıyor bir şekilde. Çünkü her kurban, bir fedakârlık; her dua, bir dönüş umudu. Tanpınar, “Asıl miras, ne mazidedir, ne de Garp’tadır, önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdır,” der. Benim hayatım, gurbette bir yumak gibi; ama o yumağı çözerken, vatanımın bayramlarını, dualarını, kokularını içimde taşıyorum.
Ama yine de, Yahya Kemal’in o teselli verici sözleri kulağımda: “Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır, büyük kütlede yine o ruh var.”
Belki bir gün döneceğiz, belki de dönmeyeceğiz. Ama o ruh, o vatan sevgisi, o bayram sevinci; ne gurbet söndürebilir, ne zaman. Çünkü Said Nursi’nin dediği gibi: “Madem Cenab-ı Hak var, o her şeye bedeldir. Madem o bâkidir, elbette o kâfidir.”
Gurbette bayram, Tanpınar’ın dilinde, bir “yekpâre zaman” arayışının hüzünlü bir yansıması. Vatan, köklerim; gurbet, o köklerden kopuşum; bayram, ikisi arasında bir köprü. Dokuz yıldır bu köprüde yürüyorum; her adımda, vatanımın sesini, kokusunu, rengini özlüyorum.
Ve her bayram sabahı, bu garip diyarlarda da yine “Elhamdülillah” diyorum. Çünkü iman var, çünkü umut var, çünkü vatan sadece toprak değil; kalpteki o sönmez alev. Bir gün, bayram sabahını vatanımda, ailemle, komşularımla yaşayacağım umudu.
O güne kadar, gurbetteki bayram hüznüm, bir şiir gibi içimde yankılanacak. Tanpınar’ın “iç insan”ı gibi, ben de bu bölünmüşlüğün içinde bir bütünlük arıyorum.
Anladım ki vatan, sadece bir toprak değil, bir hakikat arayışı. Gurbet, bu arayışın hüznü; bayram, umudu. Bu umutla, her sabah güneşin doğuşunu izleyerek, vatanımın bir gün daha yakın olduğunu hissediyorum.
Kutlu olsun bayramınız.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***