AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 26 Eylül 2023 tarihli ‘Yüksel Yalçınkaya’ kararı ile Türkiye’de yaşanan kitlesel hak ihlallerine ilişkin tarihi bir süreci başlatmıştı. AİHM, bu kararda yalnızca bireysel bir başvuruyu değerlendirmekle kalmayıp, kitlesel yargılamaların sistematik bir hak ihlali içerdiğini tespit ederek, tüm bir yargı düzenine de “dur” demişti. Bu kararla birlikte yaşanan hukuksuzlukların bireysel değil, sistematik ve yapısal olduğu açık biçimde ortaya konulmuş oldu.
AİHM, Yalçınkaya kararında işaret ettiği sistematikliğe dayanak oluşturan dosyaları 1.000’erli gruplar halinde Türkiye hükümetine bildirmeye devam ediyor. Son olarak, 2 Haziran 2025 tarihinde gönderilen yeni dosyalarla birlikte hükümete bildirilen toplam başvuru sayısı 5.000’e ulaştı. AİHM tarihinde benzeri nadiren görülen bu kolektif bildirim süreci, Türkiye’deki yargının içinde bulunduğu krizi tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.
AİHM bu dosyalarla hükümete ve yargı mensuplarına şu net mesajı veriyor: “Türkiye’de sistematik ve yaygın bir insan hakları ihlali mevcuttur.”
Adalet Bakanlığı başta olmak üzere yargı ve ilgili tüm kurumların bu açık uyarı karşısında alarm durumuna geçerek, sistematik sorunlara çözüm üretmesi beklenirken; ne yazık ki ne siyasi iktidar ne de yargı organları bu mesajı almıyor. Tam tersine, hukuksuzlukta ısrar eden pervasızlık devam ediyor.
Haksız gözaltılar, keyfi tutuklamalar ve varsayıma dayalı mahkûmiyet kararları tüm hızıyla sürdürülüyor. Bazı mahkemeler ise, ‘Yalçınkaya’ gibi bağlayıcılığı tartışmasız olan içtihatları, hukuk dışı ve izahı mümkün olmayan gerekçelerle tanımadıklarını açıkça ifade etmekten çekinmiyor.
Yargının siyasallaşması
AİHM kararlarına rağmen Türkiye’de yargı bu kararları neden uygulamıyor? Bunun temel nedeni, yargının bağımsızlığını yitirmiş olması ve siyasi iktidarın yargı üzerindeki etkisinin olağanüstü boyutlara ulaşmış bulunmasıdır. AİHM’in “sistematik ihlal” tespiti, yalnızca bireysel hak ihlallerini değil, bu yapısal bozulmayı da gözler önüne sermektedir.
Bugün gelinen noktada, “yargı yolu” büyük ölçüde bir formaliteye indirgenmiş, iç hukuk mekanizmaları hak aramanın değil, baskının aracı hâline gelmiştir. AİHM kararlarının uygulanmaması da bunun en somut örneğidir.
Ancak unutulmamalıdır ki: Bugün bu kararları tanımayanlar, yarın bu kararların altında kalacaklardır. Çünkü tarih unutmaz. Hakikat, er ya da geç herkesin kapısını çalar.
Hayal Kırıklığı Anlaşılır; Ancak Umutsuzluk Tehlikelidir
AİHM gibi uluslararası mahkemelerin verdiği açık ve bağlayıcı kararların bile dikkate alınmaması, Türkiye’de hiçbir şeyin değişmediği algısını beslemekte; birçok insanı, “Yine mi sonuçsuz kalacak?” duygusuna sürüklemektedir. Umutsuzluk adeta bulaşıcı bir virüs gibi yayılmakta, yıllarca hukuk mücadelesi veren insanlarda derin bir yılgınlık yaratmaktadır.
Bu duygu elbette anlaşılır. Ancak burada çok önemli bir noktayı unutmamak gerekir: Umutsuzluk, adaletsizliğin en güçlü müttefikidir.
Çünkü umutsuzluk, insanı yalnızlaştırır. Mücadeleyi zayıflatır. Sesleri kısmaya başlar. Aslında adaletsizliğin temel işlevi de budur: Yalnızca cezalandırmak değil; susturmak, izole etmek ve sonunda teslim almaktır. İşte bu nedenle, hukuki kazanımlar kadar mücadele bilinci de yaşamsal önem taşımaktadır.
Şunu unutmamak gerekir:
- Her başvuru, bir ihlali kayda geçirir.
- Her karar, gelecek için bir emsal oluşturur.
- Her ses, hukuksuzluğa karşı bir yankıdır.
Umutsuzluğu yenmek için ne yapılabilir?
Bu sürecin karanlığını dağıtacak olan tek şey; organize, bilinçli ve dayanışma temelli yürütülecek bir mücadeledir.
İç hukuk yolları tükense bile, Anayasa Mahkemesi, AİHM ve BM organları gibi uluslararası mekanizmalar sistematik biçimde işletilmeye devam edilmelidir. Bu süreçlerin zaman alacağı; ancak etkilerinin uzun vadede büyük olacağı bilinciyle hareket edilmelidir.
“Nasıl olur?” diye soran bir kamuoyu, baskıcı rejimlerin en büyük panzehiridir. Bu nedenle mağduriyetleri belgelemek ve anlatmak, mücadelenin en güçlü araçlarından biridir.
Mağdurlar yalnız bırakılmamalı; destek grupları, sivil oluşumlar ve dayanışma platformları aktif biçimde devreye girmelidir. Yalnızlaştırma stratejisine karşı birlikte durmak, direnmenin en etkili yoludur.
Medya, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası platformlar aracılığıyla yaşanan adaletsizlikler görünür kılınmalı; konunun gündemden düşmesine, unutturulmasına izin verilmemelidir.
Bu süreç elbette sancılı, gecikmeli ve çoğu zaman adaletsizdir. Ancak unutulmamalıdır ki: Hakikat yalnızca hukukla değil; dayanışma, kararlılık ve ısrarla da kazanılır.
Strasbourg’dan çıkan kararların uygulanıp uygulanmaması yalnızca bir hukuk meselesi değil, aynı zamanda toplumsal bir vicdan testidir. Bu testten geçip geçemeyeceğimiz, sadece yargının değil, hepimizin sorumluluğudur.
O zamana kadar, ayakta kalmak gerekir…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***