Türk toplumu, Gülen Hareketi’ne yönelik nefret için adeta fikir birliği içinde; buna, vaktiyle hareketin içinde bulunmuş, zulüm günlerinde görünmez olmuş kişiler de dahil. Tarih, bu tür süreçlerin geçici olduğunu ve eninde sonunda gerçeklerin ortaya alenen çıkmasıyla beraber toplumsal utancın (eğer kaldıysa) devreye gireceğini bize anlatıyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Alman haber organı Deutsche Welle önceki gün bir kulis haber yayınladı. Habere göre, AKP-DEM Parti arasında yapılan mahkûm affı görüşmelerinde bir kriz çıkmış. Tayyip Erdoğan görüşmeyi yürüten AKP heyetine, “Bir tek Cemaatçi bile serbest kalırsa canınızı sıkarım!” demiş.
Önceki gün, Gökhan Bacık ile ilgili yazdığım makaleyi müzakere ettiğim bir dostum ile konuşurken şöyle bir şey söyledi: “Tarihte eşine az rastlanır bir durum var; neredeyse ülkenin tamamı Cemaat nefreti konusunda konsensüs halinde. Buna bizzat Cemaat’in vaktiyle içinde bulunmuş güruhu da eklersek, sanırım HZ. Adem’den beri hiçbir topluluk bu kadar kollektif bir nefret ve düşmanlığın hedefi olmamıştır!”
Açıkçası hiç de yabana atılacak gibi durmayan tespitlerdi bunlar.
Ve fakat…
İlk bakışta çok haklı bir saptama gibi gelse de, mevzu üzerinde biraz kafa yorunca meselenin başka boyutları ortaya çıkıyor ve bu boyutlar aslında ilk görünen manzaranın yanıltıcı olabileceği gibi, aslında bu işte kendini samimi olarak hareketin içinden gören kitlenin de ciddi vebalinin olduğunu gösteriyor.
Bugünkü yazımızda öncelikle uluslararası hukuk ve insan hakları perspektifinden Türkiye’deki Gülen Hareketi mağduriyeti üzerine kapsamlı ve eleştirel bir değerlendirme yaptıktan sonra, hareketin geleceğine dair rasyonel bir projeksiyon oluşturmayı deneyelim. Yazının sonunda siz kıymetli okurlarımdan bir de istirhamım olacak.
Hazırsanız başlayalım.
Önce şu tespiti yapalım: Türkiye’de son on yıldır yaşanan Gülen Hareketi karşıtı kampanya, modern tarihin en kapsamlı nefret söylemi örneklerinden birini oluşturmakta. Bu süreç, Hannah Arendt’in “Banality of evil” (Kötülüğün sıradanlığı) kavramını anlatırken izah ettiği gibi; sistematik bir dehumanizasyon (insandışılaştırma) (ki bu konuda şöyle bir yazı kaleme almıştım) kampanyasına dönüşmüş durumda. Bu dominant söylemin hegemonik gücü o kadar etkili olmuş durumda ki, objektif analiz yapma kabiliyeti bile ciddi şekilde törpülenmiş vaziyette.
Bugün dünyanın neresine giderseniz gidin, entelektüel birikimi olan ve meseleden haberdar vicdanlı birine sorduğunuzda şu cümleleri duymanız çok muhtemel: “Nüfuzlu bir İslami alim tarafından yönetilen Gülen Hareketi, dindar Müslümanlara çağdaş toplumda başarılı olmak için gerekli seküler eğitimi sağlamayı amaçlarken, aynı zamanda geleneksel dini öğretilerin önemini de vurgulamaktadır. Hareket, özgecilik, alçakgönüllülük, sıkı çalışma ve eğitim gibi değerleri öne çıkararak hoşgörülü bir İslam biçimini teşvik etmektedir.”
Böyle bir hareketin, hiçbir silahlı eylemde bulunmamasına rağmen “terör örgütü” olarak adlandırılması, modern demokrasilerde söylemin ne denli manipülatif bir güç olabileceğini göstermekte.
Yine objektif ve vicdanlı bir perspektifle Gülen Hareketi’nin tarihsel gelişimi incelendiğinde, hareketin temel karakterinin eğitim ve diyalog merkezli olduğu açıkça görülür. Gülen’den ilham alan okullar, cömert girişimciler, fedakâr eğitimciler ve özverili ebeveynler tarafından desteklenen din dışı özel kurumlardı. Son teknolojiyi kullanan ve olağanüstü akademik başarılar gösteren bu okulların çoğu, bulundukları ülkelerde en prestijli okullar arasında yer almaktaydı
Bu eğitim ağının küresel boyutu dikkat çekiciydi aslında…
2009’da yapılan bir araştırmaya göre, Hizmet Hareketi mensupları çoğuna burs sağladıkları 2 milyondan fazla öğrenciye hizmet veren okullara sahipti. Okul ve eğitim kurumlarının sayısına ilişkin tahminler büyük ölçüde değişmekle birlikte, Türkiye’de yaklaşık 300, dünya çapında ise 1.000’den fazla okul olduğu tahmin ediliyordu.
Bu rakamlar, hareketin ne denli kapsamlı bir eğitim hizmeti sunduğunu ortaya koymakta.
Aslına bakılırsa, gösterilen Uluslararası teveccüh ve takdir de bu durumu desteklemekte. Misal, Somali Yüksek Öğretim ve Kültür Bakanı Duale Mohamed Adem’in bu okulların Somali halkına katkılarını övdüğünü hemen hatırlıyorum ben. Keza, Nijerya’nın Ankara Büyükelçiliği Başkonsolosu Foluso Oluwole Adeshida, ülkesindeki 16 okulu yere göğe sığdıramamıştı. Derinlemesine bir araştırma yaparsak pek çok ülkede benzer övgülerin yapıldığını öğrenmek hiç de zor olmayacaktır.
Bu değerlendirmeleri şüphesiz, gereksiz bir böbürlenme nostaljisi ve etkisi oluşturmak için aktarmıyorum, aksine hareketin uluslararası arenada nasıl algılandığını göstermesi açısından önemli bulduğum için hatırlatıyorum.
Gelelim meselenin başka bir boyutuna.
Hatırlatayım; Türkiye’nin Gülen Hareketi ile bağlantılı kişilere yönelik uygulamaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından sistematik olarak hukuksuz bulunmuştu. Eylül 2023’te Strasbourg mahkemesi, eski öğretmen Yüksel Yalçınkaya’nın sendika üyeliği, bankacılık işlemleri ve ByLock mesajlaşma uygulamasını kullanması yoluyla gösterilen Gülen hareketine bağlantıları nedeniyle mahkûm edilmesinden dolayı Türkiye’yi suçlayan çığır açan bir karar vermişti. Rapor, mahkemenin yasallık ilkesini ihlal eden keyfi bir kanun uygulaması olduğunu tespit ettiğini kaydetmişti.
Bu karar, Türkiye’deki yargı süreçlerinin temel hukuk ilkelerine aykırılığını ortaya apaçık koymakta. Hatırlayalım: AİHS’nin 7. maddesi, “Hiç kimse, işlediği sırada ulusal veya uluslararası hukuk uyarınca ceza gerektiren suç sayılmayan hiçbir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz” hükmünü içermekte. Bu temel ilkenin ihlal edilmesi, hukuki keyfiliğin boyutlarını gözler önüne sermekte.
Çerçeveyi daha genişletecek olursak.
BM Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu’nun tespitleri, durumun ciddiyetini net şekilde ortaya koymakta. BM Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu, 27 Nisan – 1 Mayıs 2020 tarihleri arasında düzenlenen 87. oturumunda, Gülen bağlantısı nedeniyle üç kişinin özgürlüklerinden yoksun bırakılmasının keyfi olduğunu, yasal dayanaktan yoksun olduğunu ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini tespit etmişti.
Daha da vahimi, BM’nin sistematik bir insan hakları ihlali tespiti yapmış olmasıydı. Yine hatırlayalım; BM İnsan Hakları Konseyi’nin Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu, Gülen hareketiyle bağlantısı olduğu iddia edilen bireylerin yaygın veya sistematik olarak hapsedilmesinin insanlığa karşı suç oluşturabileceğini söylemişti.
Çizdiğimiz bu tablo; olayın boyutlarını göstermesi açısından kritik önemde. Önemli, zira “İnsanlığa karşı suç” tanımlaması, uluslararası hukukta en ağır suç kategorilerinden biridir.
Tüm bu davalarda, Çalışma Grubu ilgili bireylerin tutuklanmasının keyfi olduğunu tespit etmiş ve Hizmet hareketiyle bağlantısı olduğu iddia edilen kişilerin siyasi veya diğer görüşleri temelinde hedef alındığı yönünde bir kalıbın ortaya çıkmakta olduğu görülmüştü.
Esasen, Türkiye’nin AİHM’deki durumu da bu sistematik problemi yansıtıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2024 yıllık raporuna göre, Türkiye bir kez daha Avrupa’da en fazla insan hakları ihlali olan ülkeler arasında yer aldı. Türkiye, AİHM’de bekleyen insan hakları başvuruları konusunda ilk sırayı korumaya devam ediyor; toplam 60.350 başvurunun 21.613’ü henüz çözülmemiş durumda.
Hukuki Keyfiliğin Anatomisi
Gülen Hareketi üyelerine yönelik suçlamaların temel dayanak noktalarından biri olan ByLock uygulaması konusunda, uluslararası değerlendirmeler de son derece net: Bu iddiaları destekleyen somut hiçbir kanıt bulunmadığını hatırlatmak isterim. Bu durum, Erdoğan ve saray yargısının yönettiği tüm hukuki sürecin ne denli zayıf temellere dayandığını göstermekte.
Bir zamanlar çevrimiçi olarak yaygın şekilde erişilebilen ByLock, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana, böyle bir delil bulunmamasına rağmen, inanca dayalı Gülen hareketi destekçileri arasında gizli iletişim aracı olarak tasvir edilmiş ve bu sebeple onbinlerce insan gözaltına alındı, hapse atıldı. Bu suçlamaların bilimsel temelden yoksun olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?
Peki şöyle devam edeyim o halde: Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, AKP Hükümeti Gülen Hareketi’ni (GH) mastermind (tertipleyicisi) olmakla suçladı. O zamandan beri, 559 bin 64 kişi soruşturuldu, 261 bin 700 kişi gözaltına alındı ve 91 bin 287 kişi GH’ye bağlantısı olduğu gerekçesiyle silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasından tutuklandı.
Allah aşkına dünya tarihinde 559 bin 64 kişiden oluşan bir terör örgütü duydunuz mu hiç?
Bu rakamlar, olayın ne denli geniş kapsamlı bir hukuksuzluk ve dahi saçmalık örneği olduğunu açıkça göstermekte. Yarım milyondan fazla insanın soruşturulması, modern hukuk tarihinde eşine az rastlanan bir durum olmadığı gibi, 12 Eylül Darbesi sonrasında bile bu rakamlara ulaşılamamıştı!
Kayıplar ve Zorla Kaçırmalar
Saray iktidarının her fırsatta gurur duyup ballandırarak anlattığı Türkiye’nin uluslararası alanda gerçekleştirdiği kaçırma operasyonları, devlet terörizminin boyutlarını gözler önüne seren meselenin bir başka boyutu. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), yıllık raporunda Gülen Hareketi’yle bağlantısı olduğu iddia edilen 100’den fazla kişinin zorla geri getirilmesi için operasyonlar düzenlediğini doğruladı zaten. Bugün belki bu uluslararası suçun sorumluları ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor olabilirler ama emin olunuz ki vakti gelince bunların tamamı hukuk önünde hesap verecektir.
Ağustos 2020’de BM Zorla Kaybetme veya Gönülsüz Kaybetme Çalışma Grubu, “Bugüne kadar, Gülen/Hizmet hareketiyle bağlantısından şüphelenilen en az 100 kişinin, Türkiye Hükümeti’nin çeşitli devletlerin yetkilileriyle koordineli olarak örgütlediği veya yardım ettiği bildirilen gizli operasyonların bir parçası olarak keyfi tutuklama ve gözaltı, zorla kaybetme ve işkenceye maruz kaldığı bildirilmektedir’ şeklinde resmi raporla kayda geçirdi olan biteni.
İşkence ve Kötü Muamele
Şu anda ismini hatırlayamıyorum, İnsan Hakları Derneği’nden bir yetkili hapishaneleri Kürt mahkumlar dolayısıyla ziyaret ettiğinde şöyle açıklama yapmıştı: “Esas işkenceyi Gülenistler görmektedir. Durumları gerçekten vahimdir!”
Öte yandan bu işkence iddiaları, uluslararası kuruluşlar tarafından belgelendiğini de belirtelim. Örneğin Akın Öztürk’e yapılanlar. Şu satırlar resmi rapordan: “Bulgulara göre, Öztürk tutuklanmasından sonra ağır dayak, zorla çıplak bırakılma, tırnaklarına asit dökülmesi ve uzun süreli uyku yoksunluğu dahil olmak üzere işkenceye maruz kaldı.”
Bu tür uygulamalar, modern medeniyetin temel değerleriyle bağdaşıp bağdaşmadığını sormama gerek bile yoktur sanırım.
Kadın ve Çocukların Hedef Alınması
Şu hatırlatmayı yapayım, bu konuları anlatırken verdiğim örnekler, binlerce örnekten seçtiklerimdir. Bahsi geçen örneklerin binlerce mislinin yaşandığı yine resmi raporlarda yer almakta.
Bir diğer konu ise, Erdoğan ve Siyasal İslamcı rejiminin soykırım yaparken, kadın, yaşlı ve çocuk diye ayrım bile yapmamasıdır. Tarih boyunca dünyanın en ilkel, kabile yönetimleri, hatta eşkıya şebekeleri bile verdikleri savaşta kadın ve çocuklara ilişmezler. En azından tarih genellikle bunu böyle yazar. Ancak AKP ve saray rejimi için böyle bir ahlaki bariyer yoktur asla. Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin en vahşi boyutlarından biri, savunmasız grupların hedef alınması.
Hemen örnek vereyim; Başkent Ankara’da yeni yılın ilk saatlerinde doğum yapan Hacer Yıldırım, Cemaat’le bağlantısı olduğu iddiası nedeniyle gözaltına alınmakla karşı karşıya kaldı. Hastaneden çıkan bir fotoğraf, polis memurlarının Yıldırım’ın hastane odasında onu gözaltına almak için beklediğini gösteriyordu.
Hamile kadınların tutuklanması gibi uygulamalar, insani değerlerin ne denli çiğnendiğini şüpheye mahal vermeyecek şekilde göstermekte. Başka bir örnek; 7 aylık hamile olan eski öğretmen Huriye Acun, geçtiğimiz temmuz ayında tutuklandı ve Gülen hareketiyle bağlantısı olduğu gerekçesiyle kendisine verilen cezayı çekmek üzere cezaevine gönderildi.
Şunu da tekrar hatırlatayım, bu insanlık suçlarını işleyen ister adli, ister idari, isterse bürokratik merciler olsun, tamamı vakti gelince işledikleri cürümlerin hesabını verecektir. Ve o zaman, “Yukarıdan böyle isteniyordu!” bahanesi geçerli sayılmayacaktır.
Biliyorum içiniz kararıyor. Benim de yazmaktan haz ettiğim meseleler değil bunlar. Ama bir noktaya varmak istiyorum ve bunun için, meselenin arka planını net şekilde ortaya koymamız gerekmekte.
Türkiye’deki Hizmet hareketi nefretini anlamaya çabalarken, meselenin toplumsal nefretin inşa boyutuna da bakmamız gerekiyor.
Propaganda Makinasının İşleyişi
Türkiye’de yaşanan süreç, tarihteki istisnasız tüm totaliter rejimlerin propaganda tekniklerini hatırlatmakta. İşte yine rapordan bir cümle: “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ekim ayında sürgünde vefat eden merhum Türk alim Fethullah Gülen’den ilham alan Gülen hareketi takipçilerini, Aralık 2013’te ortaya çıkan ve o zamanki başbakan Erdoğan’ın yanı sıra ailesinin ve yakın çevresinin de dahil olduğu yolsuzluk soruşturmalarından bu yana hedef alıyor.”
Nazi döneminden Heinrich Himmler’in “Endlösung” (Nihai Çözüm) propagandasını andıracak şekilde, sistematik bir düşmanlaştırma kampanyası yürütüldüğü şüphe götürmeyen gerçek. Ve ne acı ki, Türkiye’de toplumsal konsensüs, nefret söylemi üzerinden inşa edilmiş durumda.
Toplumsal nefret ikliminin inşa edilmesinde, objektif analiz kabiliyetinin törpülenmesi kritik rol oynuyor. Uluslararası uzmanların değerlendirmeleri ile Türkiye’deki dominant söylem arasındaki uçurum, propaganda etkisinin boyutlarını aleni şekilde göstermekte.
Ülkede oluşturulması başarılan algının aksine, tüm dünyada pek çok kişinin gözlemlediği üzere, Gülen’den ilham alan okullar barışçıl bir arada yaşama ve insanlığa hizmet adanmışlığının sembolleridir. Ayrıca özellikle Filipinler, Makedonya, Afganistan, Kuzey Irak, Bosna ve Kenya gibi çatışma yaşanan bölgelerde kültürlerarası, etnik gruplar arası ve dinler arası uyum için bir ortam sağladığı biliniyor.
Af Tartışmaları ve Toplumsal Nefret Mutabakatı
Türkiye’de af tartışmaları bağlamında ortaya çıkan tablo, toplumsal nefret ikliminin ne denli derinleştirilebildiğini göstermekte. PKK’ya yönelik af önerileri tartışılırken, hiçbir silahlı eylemde bulunmamış Gülen Hareketi mensuplarının af kapsamından çıkarılmasına yönelik toplumsal mutabakat, nefret söyleminin ne denli etkili olduğunu ortaya koymakta.
Durumu daha anlaşılır kılabilmek adına bir isim ve bir kavramdan bahis etmek isterim.
İtalyan yazar, kimyager ve Auschwitz kurtulanı Primo Levi’nin “La zona grigia” (Gri Bölge) kavramı, toplumsal travma ve insan davranışlarının karmaşıklığını anlamamızda bize kritik bir çerçeve sunmakta. Levi, bu kavramı 1986 tarihli “Batanlar ile Kurtulanlar” (I sommersi e i salvati) eserinde geliştiriyor.
Levi’nin “Gri Bölge” kavramı, toplumları basit “iyi” ve “kötü” kategorilerine ayırmanın yanıltıcılığını ortaya koyması açısından mühim. Gerçek yaşamda, aslında çoğu insan ve durum bu iki uç nokta arasında bir yerdedir, burası belirsizliklerle, çelişkilerle ve ahlaki karmaşıklıklarla dolu bir alandır. Levi, “Ezilenlerin çoğu suça ortak olur; kurban ile cellat arasındaki sınır belirsizdir, griye dönüşür ve karışır.” diyor.
Bu kavram ile ilerleyecek olursak, Türk toplumuna, kendini güvenli hissettirmek için bir “mutlak kötü” üreterek bu role Gülen Hareketi’ni yerleştirmeyi başardılar ne yazık ki!
Özellikle toplumsal travma süreçlerinde insanlar doğaları gereği “mutlak kötü” arıyorlar. Levi’nin gözlemlerine göre, toplumlar büyük travmalar yaşadıklarında kendilerini koruma mekanizması olarak bir “mutlak kötü” yaratma eğilimi gösteriyor. Bu mekanizma şu işlevleri yerine getiriyor:
Psikolojik Rahatlama: Karmaşık gerçeklikler yerine basit açıklamalar sunar.
Kimlik Konsolidasyonu: “Biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirir.
Suçluluk Transferi: Kendi sorumlulukları başkalarına yüklenir.
Kontrol İllüzyonu: Kaosa karşı düzen algısı oluşturur.
Türkiye’de “Mutlak Kötü” İnşa Sürecinin Anatomisi
Türkiye toplumu 15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe girişimi sonrası derin bir travma geçirdi. Bu travmanın neden olduğu belirsizlik ve güvensizlik ortamında, toplumsal psikoloji Levi’nin tarif ettiği “mutlak kötü” arayışına yöneldi.
Bu süreçte Gülen Hareketi, toplumsal psikolojinin ihtiyaç duyduğu “mutlak kötü” rolüne özenle yerleştirilirken, bunu sadece siyasal islamcı iktidar ve onun medyası yapmadı. Ne yazık ki, toplumun ve siyasetin tüm kesimleri bu algıyı yerleştirmek için adeta yarış içerisine girdiler.
Bu süreç şu aşamalardan geçti:
Dehumanizasyon (İnsanlıktan Çıkarma)
“Virüs”, “kanser hücresi”, “hain” gibi metaforların sistematik kullanımı
İnsan olmaktan çıkarılarak biyolojik tehdit olarak tasvir edilme ki kadın ve çocuklara bile merhamet gösterilmemesinin en temel dayanağı budur. “Büyüyünce terörist olacaktı” diyerek Ege denizinde boğulan 8 aylık bebeğe bile oh çekenler oldu Türkiye’de.
Toplumsal varlık olarak yok sayılma.
Demonizasyon (Şeytanlaştırma)
Tüm olumsuzlukların tek bir kaynağa bağlanması.
Tarihsel suçlamaların geriye dönük olarak yüklenmesi.
Manevi ve metafizik kötülük atfedilmesi.
Scapegoating (Günah Keçisi İlan Etme)
Toplumsal sorunların tek sorumlusu olarak gösterilme.
Geçmiş ve gelecekteki tüm olumsuzlukların sorumlusu ilan edilme.
Toplumsal öfkenin odak noktası haline getirilme.
Primo Levi’nin “Gri Bölge” kavramı, gerçek yaşamın karmaşıklığını ve çelişkilerini de vurguluyor. Gülen Hareketi örneğinde bu karmaşıklık şu şekilde yansıdı:
Eğitim Hizmetleri: Dünya çapında 2 milyon öğrenciye hizmet veren eğitim ağının “terör” faaliyeti olarak tanımlanması.
Barışçıl Karakter: Hiçbir silahlı eylemde bulunmamasına rağmen “silahlı terör örgütü” ilan edilmesi.
Uluslararası Tanınırlık: Dünya çapında takdir edilen eğitim faaliyetlerinin görmezden gelinmesi.
İşin bir de, nüanslı değerlendirme yapma kabiliyetinin kaybolması, empati erozyonu ve karşı tarafın insani boyutunu görememe, adaletsizliğin normalleşmesi ve “Mutlak kötü” olarak görülene karşı her türlü uygulamanın meşrulaştırılması gibi fasılları var ki, sanırım bu bahis ayrı bir yazı, hatta kitap konusu bile olabilir.
Biz hızla ana konumuza dönelim.
Avrupa Birliği’nin çifte standardı da Siyasal İslamcı rejimin hem cüretini artırdı hem de soykırımı sürdürülebilir hale getirdi.
AB’nin Türkiye’deki insan hakları ihlallerine yönelik tepkisi, mülteci anlaşması gibi pragmatik kaygılar nedeniyle sınırlı kaldı. AB ve Türkiye, AB’ye düzensiz göçü önlemek için bir ‘göç anlaşması’ imzaladı; bu durum yüzlerce mülteci ve sığınmacının geri gönderilmesine ve AB organlarının Türkiye’nin insan hakları sicilini daha az eleştirmesine yol açtı. Bu durum, insan haklarının siyasi çıkarlar karşısında ne denli araçsallaştırılabildiğini göstermesi açısından ibretlik.
Bu minvalde bu kümeye ABD’nin başka kaygılarla benzer sessizliğini eklemek mümkün. ABD’nin, kendi topraklarında yaşayan Fethullah Gülen’i hiçbir delil sunamadığı gerekçesiyle iade etmemesine rağmen, hareket mensuplarının dünya çapında maruz kaldığı hukuksuzluklara yeterli tepki vermemesi, uluslararası hukuk ve insan hakları açısından ciddi bir tutarsızlıktan başka bir şey değil elbette.
Hadi şimdi hemen hızlıca bir gelecek projeksiyon kurgulayalım.
Kısa Vadeli Senaryolar (1-3 yıl)
Uluslararası hukuki mekanizmaların devreye girmesiyle birlikte, Türkiye’nin insan hakları konusundaki durumu daha da zorlaşacaktır. “Rapor ayrıca Türkiye’nin bağlayıcı bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına uymamasını da vurguladı” türündeki tespitler artacak ve Türkiye’nin uluslararası izolasyonu derinleşecektir.
Orta Vadeli Değerlendirmeler (3-10 yıl)
Tarihi adalet mekanizmalarının devreye girmesiyle birlikte, Gülen Hareketi mensuplarının maruz kaldığı hukuksuzluklar, tazminat davaları ve uluslararası mahkemeler aracılığıyla gündeme gelecektir. Bu süreç, Türkiye’nin demokratik gelişimi açısından kritik önem taşıyacaktır.
Uzun Vadeli Perspektifler (10+ yıl)
Tarihsel süreçte, benzer nefret kampanyalarının sonunda gerçekler ortaya çıkmış ve mağdurlar için tazminat mekanizmaları devreye girmiştir. Gülen Hareketi özelinde de benzer bir sürecin yaşanması muhtemeldir.
Entelektüel ve Ahlaki Sorumluluk
Türkiye’deki akademik dünyanın büyük bölümünün, dominant söylem karşısında sessiz kalması veya ona katılması, entelektüel sorumluluğun ne denli önemli olduğunu göstermekte.
Bu noktada Edward Said’in “Speaking Truth to Power” (İktidara Karşı Gerçeği Söylemek) kavramı, bu bağlamda daha da anlamlı hale geliyor. Said, entelektüellerin temel görevinin iktidar sahiplerine karşı gerçekleri söylemek ve topluma karşı ahlaki sorumluluklarını yerine getirmek olduğunu vurgular. Bu kavram, entelektüelin otoriteye boyun eğmek yerine, adaletsizlikleri ifşa etmek ve ezilenlerin sesini duyurmak sorumluluğuna işaret eder. Türkiye’deki akademik dünyanın büyük bölümünün, baskıcı atmosfere rağmen dominant söylemi sorgulamama ve sessiz kalma tercihini yapması, Said’in vurguladığı entelektüel cesaret ve bağımsızlık eksikliğini gözler önüne sermekte.
Oysa entelektüellerin, popüler olmayan gerçekleri dile getirme ve iktidarın yalanlarına meydan okuma yükümlülüğü, demokratik toplumların sağlıklı işleyişi için vazgeçilmezleri arasındadır.
Medyanın Rolü
Gerek iktidar, yani havuz medyası gerekse kendini muhalif olarak tanımlayan bu konuda bir konsensüs içinde propaganda aracı haline gelmesi, demokratik toplumların temel değerlerini sarsacaktır elbette. Objektif habercilik ilkelerinin terk edildiği ülkede, toplumsal nefret ikliminin inşa edilmesinde medya kritik rol oynadı.
Bir diğer başlık da sivil toplum kuruluşları için açabiliriz. Bu organizasyonların Hizmet Hareketi mensuplarına uygulanan düşman hukuk ve zulümleri görmezden gelmeleri ve insan hakları ihlalleri karşısında sessiz kalmaları, Türkiye’deki demokrasi krizinin boyutlarını göstermesi açısından son derece önemli.
Hasıl-ı kelam; Gülen Hareketi örneği, modern demokrasilerde nefret söyleminin ne denli yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini gözler önüne sermekte. Daha kaç kez tekrar edeceğim bilmiyorum ama hiçbir silahlı eylemde bulunmamış, eğitim ve diyalog odaklı faaliyetler yürütmüş bir hareketin “terör örgütü” olarak adlandırılması, totaliter rejimlerin propaganda tekniklerinin güncel versiyonundan başka bir şey değil.
Uluslararası hukuk kuruluşlarının net tespitleri, Türkiye’deki uygulamaların sistematik insan hakları ihlali niteliği taşıdığını ortaya koymakta. “BM İnsan Hakları Konseyi’nin Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu, Gülen hareketiyle bağlantısı olduğu iddia edilen bireylerin yaygın veya sistematik olarak hapsedilmesinin insanlığa karşı suç oluşturabileceğini söyledi” tespiti, durumun ciddiyetini net şekilde ifade ediyor zaten.
Bu süreçte, Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” tespiti bir kez daha hatırlayalım: tarih boyunca sıradan insanlar, nefret söyleminin etkisiyle büyük hukuksuzlukların parçası haline gelebilmişlerdir.
Gelecekte, tarihsel adalet mekanizmalarının devreye girmesiyle birlikte, bu dönemde yaşanan hukuksuzluklar gündeme gelecek ve Türkiye toplumu bu süreçle yüzleşmek zorunda kalacaktır elbette. Çünkü Primo Levi’nin “Batanlar ile Kurtulanlar” eserinde belirttiği gibi, “Hafıza insani bir görevdir.”
Öte yandan Gülen Hareketi örneği, sadece Türkiye değil, tüm dünya için önemli dersler içermekte. Demokratik değerlerin korunması, nefret söylemine karşı duruş alınması ve insan haklarının savunulması, her dönemde geçerli olan temel sorumluluklar olarak karşımızda durmakta.
Bu bağlamda, entelektüel dürüstlük ve ahlaki sorumluluk, sadece akademik bir tercih değil, demokratik medeniyetin korunması açısından varoluşsal bir zorunluluk. Zygmunt Bauman’ın “Liquid Modernity” kavramında belirttiği gibi, modern toplumlar sürekli bir değişim halindedir ve bu değişim sürecinde temel değerleri korumak, her zamankinden daha kritik önem taşımakta.
Önemli not: Sevgili dostlar siz bu yazıyı okurken ben muhtemelen bir kalp operasyonuna girmiş olacağım. Ölümlü dünya, Allah’ın biçtiği ömre itirazımız olmaz elbette. Ancak şahsi bir istirhamım olacak. Öncelikle haklarınızı helal etmeniz ve şu aşağıdaki duayı benim ve tüm hastalarınız için hiç olmazsa bir kere okumanız.
““Ey Tek ve Benzersiz Olan (Ferd), Hayatın Kendisinden Kaynaklandığı Diri (Hayy), Her Şeyi Ayakta Tutan ve Koruyan (Kayyûm), Hükmü Her Şeyin Üzerinde Olan (Hakîm), Mutlak Adalet Sahibi (Adl) ve Her Türlü Eksiklikten Uzak, Tertemiz Olan (Kuddûs) Allah’ım!
Senin rahmetinle rızıklandırılan kullarından olmak istiyoruz. “Allah’ın kendilerine lütfettiği nimetlerle sevinç içinde rızıklanırlar.” (Âl-i İmrân, 170)
Senin katından bir selam istiyoruz, ey merhametlilerin en merhametlisi! “Merhametli bir Rab’den (onlara) söz olarak ‘Selâm’ vardır.” (Yâsîn, 58)
Senin kitabını gönlümüze şifa ve rehber kılmanı diliyoruz. “İman edenler için o (Kur’an), hidayet ve şifadır.” (Fussilet, 44)
Amin.”
Allah’a emanet olunuz.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***