AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM
Robert De Niro’nun yönettiği 2006 yapımı ‘The Good Shepherd’ (İyi Çoban), CIA’nin doğuşunu ve casusluk dünyasındaki olağanüstü olayları anlatan muazzam bir filmdir. Gerçek olaylardan esinlenmiştir ve CIA’nin efsanevi karşı istihbarat şefi James Jesus Angleton’ın hayatını anlatır.
The Good Shepherd, Rus istihbaratının Amerikan topraklarındaki güçlü etkisiyle şekillenen bir hikayedir. Film, KGB’nin Amerikan kurumlarına nasıl sızdığı, ideolojik sempatileri, kişisel zayıflıkları ve Soğuk Savaş dönemi boyunca yaşanan derin paranoyayı nasıl kullandığını ayrıntılı bir şekilde anlatır. Bu sinemasal anlatım, Sovyetlerin Amerikan hükümetine ve istihbarat ajanslarına nasıl nüfuz ettiklerini gösteren gerçek tarihi olaylarla örtüşür.
Soğuk Savaş’ın başından günümüze kadar, Rus istihbaratının Amerika Birleşik Devletleri’nde başarılı bir şekilde ajanlar edindiği sır değildir. ‘Cambridge Five’ olarak bilinen, Sovyetler için çalışan İngiliz casuslarının, Amerikan ve İngiliz istihbarat çevrelerine nasıl sızdıkları ve Moskova’ya stratejik açıdan değerli bilgiler sağladıkları hafızalarda hâlâ tazedir. Sovyetler Birliği, yüksek rütbeli Amerikalı yetkilileri kendi saflarına katmayı başarmıştır; Aldrich Ames ve Robert Hanssen örnekleri en bilinenleridir.
Rusya’nın istihbarat başarıları sadece geleneksel casuslukla sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği ve sonrasında Rusya, Amerikan kamuoyunu etkilemek için psikolojik operasyonlar ve propaganda faaliyetlerine büyük yatırımlar yaptı. Bu strateji, Rusya’nın jeopolitik hedeflerine ulaşmasında önemli bir rol oynamaya devam ediyor.
Rusya ve Amerikan sağı
Batı’da sol örgüt ve partilerin ideolojik nedenlerle Rusya yanlısı olduklarına dair yaygın bir kanaat olsa da, Rus etkisinin Amerikan sağındaki varlığı inkar edilemez. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, Rus siyasi stratejistleri, ABD’deki milliyetçi, izolasyonist, aşırı sağcı, anti-globalist ve düzen karşıtı hareketleri, ideolojik olarak uyum sağlanabilecek alanlar olarak gördüler.
Modern Amerikan sağının, özellikle aşırı sağcı kesimlerinin, Rusya’nın küresel kurumlara (NATO, Birleşmiş Milletler) karşı şüpheci yaklaşımı, liberal demokrasiye duyduğu düşmanlık ve otoriter yönetim tarzını savunmaları, Rus söylemleriyle son derece uyumlu.
Amerikan sağındaki anti-globalist söylemler ve komplo teorileri ile Rus düşünür ve stratejist Alexander Dugin’in söylemleri arasında paralellikler gözden kaçmıyor. Dugin, özellikle “Avrasya” ve “Çok Kutuplu Düzen” gibi kavramlarla, Rusya’nın küresel düzende daha güçlü bir konum elde etmesi gerektiğini savunuyor. Bu düşünceler, Amerikan sağındaki bazı akımların öne sürdüğü görüşlerle de benzerlikler taşıyor.
Amerikan sağında son yıllarda artan anti-globalist söylemler, özellikle küreselleşme ve küresel elitlerin “ulusal kimlikleri” ve “egemenliği” tehdit ettiğine dair inançlarla şekillendi. Bu söylemler, global kapitalizmin ve çok uluslu şirketlerin ulusal sınırları aşan gücüne karşı duyulan bir tepkiyi yansıtıyor. Bu bağlamda, sağ gruplar, küreselleşmenin getirdiği değerlerin (özellikle çok kültürlülük, liberal demokrasi, küresel ticaret) ulusal kimlikleri erozyona uğrattığını ve toplumsal huzuru bozduğunu iddia ediyor.
Komplo teorileri ve “Yeni Dünya Düzeni”
Amerikan sağı, “Yeni Dünya Düzeni” (New World Order) gibi komplo teorilerine sıkça başvuruyor. Bu teorilere göre, dünyanın en güçlü elitleri, küresel bir hükümet kurmak ve ulusları kontrol altına almak için gizli planlar yapmaktadır. Bu söylem, belirli bir global elite karşı halkın uyanması gerektiğini savunurken sıklıkla küreselleşmenin olumsuz etkilerine vurgu yapar.
Bu tür komplo teorileri, genellikle Amerikan halkının egemenliğini elinde tutan küçük bir elit grubunun, Trump’ın ve kabinesindeki birçok ismin ifadesiyle “derin devletin”, Amerikan ulusal kimliğini ve Hristiyan değerlerini yok etmek için küresel bir komplo içerisinde olduğuna dair inançları besliyor.
Dugin de benzer şekilde Batı’nın, özellikle Amerikan emperyalizminin küresel bir hegemonya kurma amacında olduğunu savunuyor.
Otokrasi ve otoriter yönetim savunusu
Amerikan sağı, liberal demokrasinin çöküşünü ve otoriter bir yönetime geçişi savunuyor. Bu kesimler, otokratik liderlerin, özellikle Vladimir Putin gibi figürlerin, globalist tehditlere karşı güçlü birer engel olduklarını düşünüyorlar. Putin’i, “güçlü liderlik” ve “egemen ulus” düşüncesinin bir savunucusu olarak idealize ediyorlar.
Dugin’in görüşleri de otoriter yönetim anlayışını yüceltirken, liberal demokrasiyi bir Batı ve kapitalist sistemin dayatması olarak görür ve bunun yerine, ulusal kimliği koruyan, güçlü liderliklere dayalı otoriter rejimleri savunur.
Dahası da var, Dugin ve Amerikan sağının söylemlerine bakıldığında, küreselleşmeyi teşvik eden elitleri sıklıkla “şeytani bir düzenin” parçası olarak gördükleri anlaşılıyor. Küresel elitlerin çocuk istismarı, kan içme ritüelleri ve satanist törenler düzenleyen bir grup olduğuna inanıyorlar.
Müslümanlar ve küreselci komplo
Diğer taraftan, Amerikan ve Avrupa sağının yayınları ve sosyal medya paylaşımları incelendiğinde, İslam’ı küreselciliğin bir aracı olarak gördükleri anlaşılıyor. En son İngiltere Kralı Charles’in Windsor Kalesi’nde Müslümanlara iftar vermesine bu çevrelerin gösterdiği tepki kayda değerdi.
Bu gruplara göre, küresel elitler (Soros, Birleşmiş Milletler, liberal siyasetçiler), Batı toplumlarını zayıflatmak için Müslüman göçünü teşvik etmektedir. “Büyük İkame Teorisi” (Great Replacement Theory) olarak bilinen bu komplo teorisine göre, Batı’nın Hristiyan kimliği kasıtlı olarak yok edilmek istenmektedir.
Sonuç olarak, Amerikan sağının anti-globalist, anti-elitist ve düzen karşıtı söylemlerinde Rusya etkisini göz ardı etmek mümkün değildir. Bu ideolojik yakınlık, yeni ABD yönetiminin dış politika tercihlerini Rusya’nın çıkarlarıyla uyumlu hale getirmiş, Avrupa’nın ise alarm durumuna geçmesine sebep olmuştur.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***