“En büyük düşmanlıkta bile adaletten sapmamayı emreden ilahi mesaj, günümüz Türkiye’sinde kolektif bir zulme dönüşen kinin panzehiri olabilir mi? (…) Faşistinden komünistine, Alevisinden Kürdüne, liberalinden milliyetçisine kadar toplumun tüm kesimlerinin suskunlukla onayladığı bir sosyal kırımın anatomisi.”
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Eski futbolcu Ümit Özat’ı seyrediyorum. İnsanın fiziğiyle ilgili eleştiride bulunmak adetim değildir ama Hakan Şükür’e o kadar hakaret yağdırıyor ki, “Sığır!” diyor bir yerde. Hani ben Hakan olsam, “Kendi camışlığına bakmadan bana sığır demiş hırtonun biri!” diye cevap verirdim ama nasıl oluyor da normalde okey kahvesinde yancı olabilecek bu tipler kamuoyunda önüne mikrofon konulabilecek kadar kıymet atfediliyor?
Sonra hemen bir haber düşüyor önüme: “39 ilde nefret operasyonu: 103 gözaltı… İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 39 ilde son bir haftadır sürdürülen nefret operasyonlarında 103 kişinin gözaltına alındığını açıkladı.”
Tüm bu yapılanların beşinci sınıf demokrasilerde bile mümkün olamayacağını artık herkes biliyor, ki BM’in son Akın Öztürk kararı bunun net göstergesi.
TÜSİAD yöneticilerinin yaptıkları son çıkış iktidarı panikletip hemen yeni bir hain üretme kampanyasına dönüşürken, patronların ülkede yaşananları sıralarken Gülen Hareketi mensuplarına yapılan zulümleri hiç yokmuş gibi görmeleri bence işin en ibretlik yanı.
Hakan Şükür’e hakaret etmenin serbest olması gerektiğini söylüyor ekranda nevzuhur Ergenekon aparatlarından biri. İktidar bunun için özel kanun hazırlığı içindeymiş. Herhalde ismini de “Hakan Şükür’e küfretme serbestliği” koyarlar artık!
Enteresandır, siyasal İslamcıların canı her yanan vaveyla ile bağırıp çağırırken, bir şeyi de hemen bu çığlığın ardına ekleştirmeyi ihmal etmiyor, “FETÖ!” yani cemaatten sektirmeden muhalefet bile yapılmıyor bu ülkede.
Bu arkadaş sözde muhalif geçinen Birgün gazetesinde muhabirmiş!
Faşistinden komünistine, Alevi’sinden Kürt’üne, liberalinden Milli Görüşçüsüne kadar neredeyse tüm toplum mutabakat halinde Gülen Cemaati’ne yapılan sosyal kırımı onaylıyor, alkışlıyor, en hafifinden görmezden geliyor. Zulüm sanki bu toplumun ortak eylemine dönüşmüş durumda ve bu normal görünüyor.
Elbette bu dönem geçtikten sonra çoğu utanacak bu tavırlarından dolayı ama elbette çok acı kalmış olacak geriye.
Hakan Şükür’e bugün bu hakaretleri yağdıranlar, eğer Hakan vaktiyle Erdoğan’ın dümen suyuna gitseydi şimdi nasıl bir noktada olacağını elbette çok iyi biliyorlardı. Ve yine çok iyi biliyorlar ki, Hakan Şükür’ün tek suçu Erdoğan’ın tek adamlık rejimine karşı durmak olduğu gerçeği.
Bugün Erdoğan’ı eleştiriyor gibi görünüp, Hakan’ın şahsında zulüm görenlere yapılanları onaylamak zulmün başka bir çeşidi.
İşte bu sebeple Maide Suresi 8. Ayeti çok önemsiyorum. Günümüze bakan veçhesiyle bunu söylüyorum. İsterseniz merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in meal ve tefsiriyle bu ayete biraz yakından bakalım.
“Ey imân edenler! Allah Teâlâ için kâîmler, adâletle şahitler olunuz. Bir kavme olan buğzunuz, sizi adalet etmemeğe sevketmesin. Adalette bulununuz, o takvâya en yakındır ve Allah Teâlâ´dan korkunuz, şüphe yok ki Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden tamamen haberdardır.”
Sadeleştirelim: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olunuz; bu takvânın ta kendisidir. Allah’a isyandan sakınınız. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.”
Merhum Bilmen ayeti şöyle tefsir ediyor: “(Ey imân edenler!. Allah Teâlâ için) Onun emir ve yasaklarına ilâhi hukukuna riâyet için fazlasıyla çalışarak (onu ayakta tutanlar) olunuz bundan ayrılmayınız ve (adaletle şahitler olunuz) haklarında şahitlik edeceğiniz kimselere karşı olan bağlılık veya düşmanlığınız sizi hakkiyle şahitlikten geri bırakmasın. Ve (bir kavme olan buğzunuz) şiddetli dargınlığınız (sizi adalet etmemeğe) onların haklarında gerçek dışı şahitliğe ve lâyık olmayan hükme ve yapılması caiz olmayan hareketlere (sevk etmesin) içinizi rahatlatmak ve intikam almak hissine mağlûb olmayınız, herhalde (her durumda adalette bulununuz) adaletten ayrılmayınız, (o) Adalet (takvaya en yakındır) size emredilen takva vazifesini yerine getirmeğe hizmetçidir, (ve Allah Teâlâ’dan korkunuz) en büyük bir kulluk vazifesi olan takvadan ayrılmayınız. Selâmetiniz bununladır. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden tamamen haberdardır.) Artık O Yüce Yaratıcının, bu gibi emir ve yasaklarına bütün varlığınızla uyunuz ki, o Yüce Mabudun lütuflarına mazhar olasınız, onun elem verici azaplarından emin bulunasınız. Bütün bu ilâhi emirler, yasaklar insanlığın selâmet ve saadeti için birer muazzam ilâhi nimettir. Bunların şükrünü ifaya çalışmalıdır. § İslâm dininin yüceliğini bir kere düşünmeli, bu dini mübin, düşman milletlere karşı bile müslümanların adaletle hareket etmelerini emir etmektedir. Artık müslümanların birbirine karşı adâletden sapmaları etmeleri nasıl caiz olabilir!. İslâmiyet’in bu husustaki bu yüce hükmünü de düşünerek bu kutsi dini dâima yüceltmeye ve kutsallaştırmaya çalışıp durmak bütün insanlık âlemi için en mühim bir vazîf eşidir. Cenâb-ı Hak cümleye uyanmalar nasib buyursun âmîn.”
Tefsirin sonundaki dua çok enteresan olmakla beraber, rahmetli Ömer Nasuhi Bilmen’in şiddetli dargınlık, kin ve öfkenin sebebi olan kesim kim olursa olsun, onlara karşı kanaat getirirken ve hüküm verirken adaletsizliğe sapmanın korkunçluğunu anlatıyor.
Keza Elmalılı merhum, bu ayete şöyle yorumluyor: “Tevhid dininin ahlâkî gayesini, sosyal ve siyasî hikmetini özetleyen bu âyetin benzeri Nisâ sûresinde geçmiş idi. Fakat orada “Adaleti tam yerine getirerek, Allah için şahidler olun” (Nisâ, 4/135), burada ise “Allah için hakkı ayakta tutanlar olun.” buyurulmuştur. Gerçi iki mânânın birbirini gerektirmiş olduğunda şüphe yoktur. Elbette adaletle ayakta duran, Allah için ayakta; Allah için ayakta olan da adaletle şahitlik eden olur. Şu halde ifade sırf kelâmda bir sanat gösterme ve çeşitlenmeden ibaret sanılabilir. Fakat dikkat edilirse anlaşılır ki, orada asıl maksad, Tu’me olayında olduğu gibi sevgi ve iltimas yerlerinde adalet ve hakkâniyeti gözetmek, kendisi ve sevdiği yakınları aleyhinde bile olsa hakkı (doğruyu) itiraf ve adaleti yerine getirmek idi. Burada ise maksad, düşmanlık ve nefret yerlerinde adalet ve hakkaniyeti gözetmek, düşmanın lehinde bile hak ve adaleti tutmak ve tatbik etmektir. Yani orada dahilî siyaset, burada ise haricî siyaset görüşü üstündür. İkinci olarak, orada sözün gelişi kullara adalet ile Allah’a ihtisas ve kulluğu temindir.”
Maide Suresi 8. ayetinin klasik tefsirlerdeki yorumlarını incelediğimizde, her müfessirin ayete farklı açılardan yaklaştığını görüyoruz. Taberi tefsirinde “kavvamin” kelimesi üzerinde özellikle durulur. Allah için adaleti ayakta tutmanın tüm işlerde hakkaniyetli olmayı gerektirdiği, düşmanlık beslenen toplulukların haklarını çiğnemekten kaçınmanın önemi ve adalet konusunda ifrat ve tefritten uzak durulması gerektiği vurgulanır.
Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir’inde ayeti dört temel mesele üzerinden inceler: “Kavvamin” kelimesinin mübalağa ifade etmesi, adaletin Allah için olması gerekliliği, şahitliğin adaletle yapılması zorunluluğu ve düşmanlığın adaleti engellemesinin yasaklanması. Razi özellikle “şeneân” (kin/nefret) kelimesinin etimolojik tahlilini yapar ve adaletin taraflara göre değişmeyeceğini vurgular.
İbn Kesir tefsirinde ayetin nüzul sebebi olarak Hudeybiye sonrası ortamı gösterir. Müşriklerin Müslümanlara yaptığı zulümlere rağmen adaletten ayrılmama emrinin önemini vurgular. Adaletin evrensel bir prensip olduğunu ve düşman bile olsa kimsenin hakkının yenmemesi gerektiğini belirtir.
Kurtubi, el-Câmi’ li-ahkâmi’l-Kur’ân’ında ayetin fıkhi boyutlarını detaylı şekilde ele alır. Şahitlik konusundaki hükümleri inceler, adaletin toplumsal boyutu üzerinde durur ve özellikle yöneticilerin adalet konusundaki sorumluluklarını vurgular.
Zemahşeri’nin Keşşaf’ında ayetin edebi yönü ve belagat özellikleri incelenir. “Kavvamin” kelimesinin “kaim” kelimesinden daha güçlü bir anlam taşıdığı, adaletin sadece uygulama değil süreklilik gerektirdiği vurgulanır. Düşmanlığın adaleti etkilememesi gerektiği belagat yönünden tahlil edilir.
Beydavi tefsirinde adaletin Allah için olması üzerinde özellikle durulur. Şahitliğin adaletle yapılmasının önemi, düşmanlığın adaleti engellemesinin yasaklanma nedenleri ve takvanın adaletle ilişkisi detaylı şekilde incelenir.
Klasik müfessirlerin ortak vurgularına baktığımızda, adalet konusunda evrensel bir prensip olduğu, süreklilik ve kararlılık gerektirdiği, Allah rızası için uygulanması ve her durumda korunması gerektiği öne çıkıyor. Düşmanlık konusunda kişisel ve toplumsal kinin adaleti etkilememesi, düşmana karşı bile adil olunması gerekliliği, intikam duygusunun kontrolü ve objektif değerlendirmenin önemi vurgulanıyor.
Şahitlik konusunda doğru şahitliğin önemi, tarafsızlığın gerekliliği, hakkın tesliminin zorunluluğu ve dürüstlüğün esas olması belirtiliyor. Takva boyutunda ise adaletin takva ile ilişkisi, Allah korkusunun adaleti sağlamadaki rolü, ahiret sorumluluğunun hatırlanması ve ilahi gözetimin bilincinde olmanın önemi vurgulanmakta.
Klasik tefsirlerin günümüze mesajları olarak adaletin evrensel bir değer olduğu, kişisel duyguların adaleti etkilememesi gerektiği, toplumsal barışın adaletle sağlanacağı, düşmana karşı bile adil olunması gerektiği, adaletin süreklilik gerektirdiği ve Allah rızası için adil olmanın esas olduğu öne çıkıyor.
Ayete biraz yakından baktığımızda şu ayrıntılara değinmemiz gerekmekte:
“Kavvamin” kelimesinin mübalağa (abartı) içermesi, adaletin sürekli ve kararlı bir şekilde uygulanması gerektiğini gösteriyor.
“Allah için” ifadesi, adaletin ilahi bir emir olduğunu ve kişisel çıkarlardan arındırılması gerektiğini vurgulamakta.
“Şeneân” (kin/nefret) kelimesinin kullanılması, en büyük düşmanlık durumunda bile adaletten sapılmaması gerektiğini belirtiyor.
Ayetin sonundaki takva vurgusu, adaletin Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle uygulanması gerektiğini göstermekte.
Bitirmeden ayetin günümüze bakan yönünü incelemeye çalışalım.
Yukarıda da ayrıntılı şekilde değindiğimiz üzere Maide Suresi 8. ayet hem nüzul sebebi hem de içerdiği evrensel mesajlar açısından büyük önem taşımakta.
Ayetin indiği dönemde Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında derin bir husumet vardı. Hudeybiye anlaşmasının bozulması ve Mekkelilerin Müslümanlara yönelik düşmanca tutumlarına rağmen, bu ayet Müslümanların karşı tarafın zulmüne maruz kalsalar bile adaletten ayrılmamalarını emrediyordu. Böylece kişisel veya toplumsal kinin adaleti gölgelememesi gerektiği vurgulanıyordu.
Israrla altını çizdiğimiz temel kavramlardan “Kavvâmîne lillâh” (Allah için adaleti ayakta tutanlar) ifadesi, süreklilik ve kararlılığa işaret ediyor. Bu ifade adaletin sadece uygulanmasının değil, sürdürülmesinin de gerekli olduğunu, özellikle Allah rızası için adil olmanın önemini vurguluyor.
“Şühedâe bilkıst” (Adaletle şahitlik edenler) ifadesi ise tarafsız şahitliğin önemini, kişisel duyguları bir kenara bırakarak hakikati söyleme gerekliliğini ve toplumsal sorumluluğun bireysel çıkarların üzerinde tutulması gerektiğini belirmekte.
“Lâ yecrimenneküm şeneânü kavmin” (Bir topluluğa olan kininiz) ifadesi, kin ve nefretin adaleti etkilememesi gerektiğini, duygusal tepkilerin hukuki kararları etkilememesini ve toplumsal husumetin bireysel hakları ihlal etmemesi gerektiğini vurgulamakta.
He “Kime anlatıyorsun bunları?” diyecekseniz elbette söyleyecek sözüm olmaz, haklısınız. Zulmü yapanlar bizzat kendi kimliklerini din ile ifade ederken, onların ateşine odun taşıyanların bu ayeti ve yorumunu dikkate almalarını beklemek elbette safdillikten başka şey değildir!
Öte yandan bu ayetin günümüz toplumlarına yansımaları hukuki, toplumsal ve siyasi boyutlarda inceleyebiliriz.
Hukuki boyuta baktığımızda, adil yargılama hakkının kutsallığı, mahkemelerin tarafsızlığı ilkesi, hukukun üstünlüğü prensibi ve kolektif cezalandırmanın adaletsizliği öne çıkmakta.
Toplumsal boyutta toplumsal kutuplaşmanın tehlikeleri, grup kimliklerinin adaleti gölgelememesi gerekliliği, farklı görüşlere sahip insanların temel haklarının korunması ve sosyal barışın tesisinde adaletin rolü vurgulanıyor.
Siyasi boyutta ise iktidarın gücünü kullanırken adaletten sapmaması, muhalif görüşlere karşı adil davranma zorunluluğu, devlet politikalarının kişisel/grupsal kinlerden arındırılması ve siyasi hesaplaşmaların hukuk devleti sınırları içinde kalması gerekliliği öne çıkıyor.
Mesele bütüncül olarak baktığımızda; modern dünyada ayetin önemi bireysel, kurumsal ve toplumsal düzeylerde kendini gösteriyor.
Bireysel düzeyde kişisel husumetlerin adil davranmaya engel olmaması, empati ve anlayışın geliştirilmesi, önyargıların aşılması ve objektif değerlendirme yapabilme becerisi önemli. Kurumsal düzeyde adalet kurumlarının bağımsızlığı, tarafsız yargılama prensipleri, evrensel hukuk normlarına bağlılık, hesap verebilirlik ve şeffaflık ön plandadır. Toplumsal düzeyde ise farklılıklara saygı, çoğulcu demokrasi anlayışı, azınlık haklarının korunması ve sosyal adaletin tesisi önem kazanıyor.
Hasıl-ı kelam, Maide Suresi 8. ayet, adaleti her türlü kişisel ve toplumsal duygunun üzerinde tutan evrensel bir ilke ortaya koymakta. Bu ilke, modern hukuk devletinin temelini oluşturan tarafsız yargılama, adil muamele ve eşit vatandaşlık haklarının da özünü oluşturuyor. Toplumsal barış ve huzurun tesisi için, kişisel veya grupsal kinlerin adaleti gölgelemesine izin verilmemesi gerektiğini vurguluyor. Bu evrensel mesaj, günümüzde yaşanan toplumsal gerilimlerin, kutuplaşmaların ve adaletsizliklerin çözümü için hala en önemli rehberlerden biri ama Türkiye gibi toplumlarda anlatsanız bile bunu idrak edebilecek kaç insan var Allah bilir.
Allah rahmet eylesin ne güzel söylemiş şair Gülten Akın hanımefendi:
“Ah, kimselerin vakti yok; durup ince şeyleri anlamaya!”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***