AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM
ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance, Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada, Avrupa’da ifade özgürlüğünün gerilediğini ve bunun Batı’nın güvenliği için içeriden gelen bir tehdit oluşturduğunu belirtti. Vance, Avrupa liderlerini vatandaşlarının görüşlerini sansürlemekle suçlayarak, Almanya’nın aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisine karşı uyguladığı “brandmauer” (ateş duvarı) politikasını eleştirdi.
Almanya Başbakanı Olaf Scholz ise bu eleştirilere sert bir yanıt vererek, Almanya’nın Nazi geçmişi nedeniyle AfD ile iş birliği yapmama konusunda “iyi nedenleri” olduğunu vurguladı. Scholz, “Demokrasilerimizin düşmanlarına karşı kendimizi savunmamızı sağlayan kurumlar oluşturduk.” diyerek, demokrasiyi koruma adına alınan önlemlerin önemine dikkat çekti.
J.D. Vance ayrıca, Almanya’da “anti-feminist” yorumlar yapan kişilere yönelik polis baskınları ve İsveç’te Kur’an yakma eylemi nedeniyle bir aktivistin hapsedilmesi gibi olayları da eleştirerek, bu tür uygulamaların ifade özgürlüğünü kısıtladığını savundu. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot ise Avrupa’nın nefret söylemi konusundaki tutumunu savunarak, “Kimse bizim modelimizi benimsemek zorunda değil ama kimse de kendi modelini bize dayatamaz.” ifadelerini kullandı.
Vance’ın konuşması, Avrupa’da ifade özgürlüğü ve aşırı sağın yükselişi konularında Nazi geçmişiyle bağlantılı hassasiyetleri yeniden gündeme getirdi. Almanya’nın, Nazi geçmişi nedeniyle aşırı sağa karşı aldığı önlemler, Vance’ın eleştirileriyle uluslararası bir tartışmaya dönüştü. ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance, Almanya’da aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisiyle iş birliği yapılmasını da önerdi.
Avrupa karşıtlığı: Bir travmanın politik ideolojiye dönüşmesi
J.D. Vance, 2016 yılında yayımlanan ‘Hillbilly Elegy: A Memoir of a Family and Culture in Crisis’ adlı kitabıyla geniş kitleler tarafından tanındı. Bu eser, Vance’in Appalachian bölgesindeki fakir bir ailede büyüyüp, zorluklara rağmen Yale Hukuk Fakültesi’ne kadar yükselişini anlatan bir otobiyografi. Ancak kitabın en çarpıcı yönlerinden biri, yoksulluk içindeki beyaz işçi sınıfının ekonomik ve kültürel çöküşünü bir tür içsel çürüme olarak tasvir etmesi ve bireysel çaba ile kaderin değiştirilebileceğine dair muhafazakâr bir anlatıyı desteklemesi.
Vance’in çocukluğu, bağımlılık, aile içi şiddet ve sosyal çöküş gibi ağır travmatik unsurlarla doluydu. Bu travmatik geçmiş, dünyayı görme bicimini de şekillendirdi. Akademik kariyerine rağmen, Hillbilly Elegy’de sık sık kendini iki dünya arasında sıkışmış hisseden bir birey olarak tanımlar: Bir yanda taşralı kökleri, diğer yanda ise Yale gibi seçkin kurumların entelektüel dünyası.
Bu çelişki, onun Avrupa karşıtı söylemlerini anlamak için kritik bir bağlam sunuyor. Vance, Amerikan muhafazakârlığını daha popülist ve işçi sınıfı temelli bir çizgiye çekmeye çalışırken, Avrupa’yı elitist, küreselci ve geleneksel değerlerden kopmuş bir yapı olarak çerçeveliyor.
J.D. Vance’in Avrupa karşıtı tutumu, sadece bir dış politika stratejisi değil, aynı zamanda onun kimlik politikalarının bir yansıması. Peki, bu söylemin kökeni ne?
Vance, Amerikan elitlerini sert şekilde eleştirirken, Avrupa’yı da “elitist” ve “Amerikan çıkarlarına aykırı bir yapı” olarak görme eğiliminde. Hillbilly Elegy’de, kendi ailesinin yaşadığı yoksulluğun, Washington’daki veya New York’taki liberal elitlerin anlayamayacağı bir deneyim olduğunu sıkça vurgular. Aynı mantığı, transatlantik ilişkilere de taşıyor. Avrupa, onun gözünde, küreselciliği ve bürokratik yönetimiyle, halkın çıkarlarını önemsemeyen seçkinci bir yapı olarak resmediliyor.
Vance, Trump sonrası Cumhuriyetçi Parti’nin yükselen popülist kanadına yakın bir figür olarak, Avrupa’yı ahlaki ve kültürel bir tehdit olarak görüyor. Bu bakış açısı, özellikle göç politikaları, cinsiyet ve aile yapısı gibi konularda Avrupa’nın “zayıflığını” vurgulayan Amerikan sağının retoriğiyle örtüşüyor.
Hillbilly Elegy’de, yoksul ve işçi sınıfına mensup insanların içine düştüğü çaresizliği sıkça anlatan Vance, Avrupa’yı da benzer bir “çöküş içinde olan yapı” olarak görüyor. Avrupa’nın refah devleti anlayışını, bireysel sorumluluk ve çalışkanlık yerine bağımlılık yaratan bir sistem olarak eleştiriyor.
Avrupa karşıtı söylem: Tarihsel bir arka plan
Vance’in Avrupa karşıtı söylemi, Amerikan sağında yeni bir olgu değil. Soğuk Savaş döneminde, özellikle Ronald Reagan döneminde, Avrupa bazen Amerika’nın zayıf, kararsız ve sosyalist eğilimli müttefiki olarak eleştirilirdi. Ancak Vance’in yaklaşımı, klasik muhafazakârlıktan çok daha popülist bir çerçeveye oturuyor.
Özellikle Ukrayna savaşı ve NATO ile ilgili açıklamalarında, Avrupa’yı Amerika’nın sırtında taşıdığı bir yük olarak nitelendiriyor. Bu söylem, Amerikan işçi sınıfının ekonomik kaygılarını dış politika üzerinden yönlendirmek isteyen popülist muhafazakârların yaygın bir stratejisiyle örtüşüyor.
J.D. Vance’in Avrupa karşıtlığı, onun kişisel travmalarından beslenen elit karşıtı söyleminin bir uzantısı olarak okunabilir. Hillbilly Elegy’de anlatılan bireysel mücadele anlatısı, onun dış politikada kolektif sorumluluğa karşı mesafeli duruşunu da açıklıyor. Ancak şu sorular kritik:
Bu söylem, Cumhuriyetçi Parti içinde ne kadar karşılık bulacak? Avrupa ile ilişkilerin kopması, Amerikan çıkarlarına gerçekten hizmet eder mi? Popülist bir söylem üzerinden şekillenen dış politika, uzun vadede sürdürülebilir mi?
Vance, Amerikan işçi sınıfının sesi olarak kendini konumlandırırken, Avrupa’yı bir hedef tahtasına oturtuyor. Ancak, tarihsel olarak Amerika’nın en önemli müttefiklerinden biri olan Avrupa ile ilişkileri zedelemenin Amerikan çıkarlarına ne kadar hizmet edeceği tartışmalı.
Vance’in geçmişi ve ideolojisi üzerinden inşa ettiği politik söylemin, küresel güç dinamikleri içinde nasıl bir yankı bulacağını zaman gösterecek.
Trump yönetimi, aşırı sağ ve İsrail: Çelişki mi, strateji mi?
Vance’in söylemleri kuşkusuz Trump yönetiminin dünyaya ve Amerika’ya bakışlarıyla uyumlu. Trump yönetimi, bir yandan aşırı sağcı ve beyaz milliyetçi gruplara göz yumduğu iddialarıyla eleştirilirken, diğer yandan İsrail yönetimiyle tarihin en güçlü bağlarını kurdu. Bu durum, yüzeysel olarak çelişkili görünse de aslında belirli siyasi ve ideolojik dinamiklerin kesişiminde mantıklı bir stratejiye dayanıyor.
Trump’ın sert göç politikaları, özellikle Müslüman göçmenlere yönelik kısıtlamaları, hem ABD’deki aşırı sağcı kesimler hem de İsrail’in sağcı hükümeti tarafından destekleniyordu. İsrail Başbakanı Netanyahu ve sağcı çevreler için Trump, Ortadoğu’daki tehditleri bertaraf eden ve İsrail’in çıkarlarını önceleyen bir liderdi. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, Golan Tepeleri’ni İsrail toprağı olarak kabul etmesi ve İran’a karşı sert yaptırımlar uygulaması, bu yakın ilişkinin en somut örnekleriydi.
Öte yandan Trump’ın tabanında yer alan evanjelik Hristiyanlar, hem beyaz üstünlüğüne dayalı bir dünya görüşünü benimser hem de İsrail’e dini ve siyasi nedenlerle güçlü destek verir. İsrail’in varlığı, evangelik inanca göre Hristiyanlıkta kehanetlerin gerçekleşmesi için kritik bir unsur. Bu kesim için antisemitizmden çok, Yahudilerin belirli bir rol oynaması fikri ağır basar.
Ayrıca Trump ve Netanyahu, ortak bir “anti-globalist” ve “anti-sol” söylem üzerinden müttefik oldular. Hem ABD’de hem de Avrupa’da yükselen sol hareketler, İsrail’in Filistin politikalarına daha eleştirel yaklaşırken, küreselciliği ve elitizmi reddeden Trump yanlıları, İsrail karşıtı sol çevreleri tehdit olarak görüyordu.
Sonuç olarak Trump yönetiminin aşırı sağcı gruplara sempati göstermesi ve aynı anda İsrail’le güçlü ilişkiler kurması, yüzeyde bir çelişki gibi görünse de aslında ortak düşman algısı, dini ve ideolojik motivasyonlar, jeopolitik çıkarlar ve iç politika dengelerinin bir sonucuydu. Bu politika, hem Trump’ın hem de Netanyahu’nun kendi seçmen tabanlarını konsolide etmelerine ve küresel sahnede ortak hareket etmelerine olanak sağladı.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***