Demokrasi, çoğu zaman güçlü liderlerin elinde değil, ona sahip çıkmayan halkın ihmaliyle ölür. Tarih, diktatörlerin nasıl yükseldiğini unutanlara cezalarını tekrar tekrar hatırlatır.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Önce yeni ve bizden bir haberi paylaşayım: “Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda görüşülen ‘191 Sıra Sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ (geçtiğimiz) Perşembe günü kabul edildi. Kanunla, Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) her kademe ve rütbedeki kamu hizmetlisini görevden alma yetkisi tanındı. Yeni dönemde odalar, bakanlıklar ve belediyelerdeki her rütbeden kamu çalışanları, DDK’nın “ilgili kurul üyesi” veya “denetçisinin”, “görevden uzaklaştırma” emrine tabi. Kanun, AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Büyük Birlik Partisi’nin (BBP) oluşturduğu Cumhur İttifakı milletvekillerinin oylarıyla TBMM Genel Kurulu’ndan geçti.”
Hatırlayanlar olacaktır, önceki girişimler Anayasa Mahkemesi kararıyla durdurulmuştu. Biz işin kompetanı Hitler’in hikayesine geri dönelim.
27 Şubat 1933’teki Reichstag yangını, Hitler’in demokrasiyi yıkma planındaki en kritik dönüm noktalarından biriydi. Komünistlerin darbe girişimi olarak sunulan bu olay, sivil hakların askıya alınmasına ve olağanüstü yetkilerin devreye girmesine zemin hazırlamıştı. İçişleri Bakanı Wilhelm Frick ve Hermann Göring gibi figürler, bu süreçte Hitler’in demokrasiyi çökertme planında kilit roller üstlendiler.
23 Mart 1933’te Reichstag, Hitler’e neredeyse sınırsız yetkiler veren “Halk ve Reich’ın Sıkıntısını Giderme Yasası”nı kabul etti. Bu yasa, güçler ayrılığını fiilen ortadan kaldırdı. Artık parlamento onayı olmadan yasalar çıkarılabilecek, uluslararası anlaşmalar imzalanabilecekti. Sosyal Demokrat lider Otto Wels’in tüm karşı çıkışlarına rağmen, meclisin 441 üyesi yasayı onayladı.
Hitler iktidarının 20. Yıldönümünde Goebbels’in hazırlattığı bir afiş: “Kazanacağız çünkü Adolf Hitler bizi yönetiyor”
Cumhurbaşkanı Hindenburg’un sessiz kalması ve hatta Hitler’i desteklemesi, demokrasinin çöküşünü hızlandıran en önemli faktörlerden biriydi. Nazi partisi, devlet kurumlarını sistemli biçimde ele geçirirken, muhalif mekanizmalar etkisizleştirildi. Hatırlayalım Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in ne dediğini; “Demokrasinin en komik tarafı, kendi ölümcül düşmanlarına bile kendisini öldürmesini sağlayacak silahları vermesidir.”
Weimar Cumhuriyeti’nin anayasal sistemi, 20. yüzyılın başındaki Almanya’nın karmaşık siyasi yapısını yansıtan oldukça hassas bir mekanizmaydı. 181 maddeden oluşan bu anayasa, teorik olarak güçler ayrılığını ve demokratik işleyişi garanti altına almayı amaçlıyordu. Ancak sistemin içinde barındırdığı yapısal zayıflıklar, Hitler gibi stratejik bir politikacının demokrasiyi kendi lehine çevirebileceği boşluklar sunuyordu. Ekonomik krizin derinleştiği, toplumsal gerilimin arttığı bir dönemde Hitler, bu anayasal yapının çatlaklarını ustaca kullanmaya hazırlanıyordu. Weimar Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri, aslında kendi yıkımının tohumlarını da içinde barındırıyordu.
Burada sevgili okurlarıma Erdoğan’ın neden ille de yeni Anayasa diye tutturduğunu hatırlatmak isterim.
Nazi Partisi’nin yükselişi, 1929 Ekonomik Buhranı sonrasında hızlandı ve Hitler’in iktidar hesapları için mükemmel bir zemin hazırladı. On iki milletvekilinden başlayarak kısa sürede 107 ve ardından 230 sandalyeye ulaşan parti, meclisteki güç dengesini radikal biçimde değiştirmeye başladı. Hitler, bu sınırlı çoğunluğun bile kendisine mutlak iktidar sağlayabileceğine inanıyordu. Amerikalı bir gazeteciye verdiği demeçte, yüzde 37’lik bir temsil oranının yüzde 51’in yüzde 75’ini oluşturduğunu ve dolayısıyla ezici bir çoğunluğu temsil ettiğini söyleyecek kadar özgüvenli davranıyordu. Bu hesaplama, onun demokrasinin kurallarını kendi lehine çevirme stratejisinin temelini oluşturuyordu.
Komünist Parti’nin varlığı, Hitler’in demokrasiyi yok etme planında kritik bir engel oluşturuyordu. Reichstag’daki 221 sandalyeleri ile komünistler ve sosyal demokratlar, sistemin demokratik dengesini koruyabilecek potansiyele sahipti. Hitler, bu partiyi devre dışı bırakmadan mutlak iktidarı elde edemeyeceğinin farkındaydı. Komünizm korkusunu toplumsal bir travmaya dönüştürerek hem siyasi rakiplerini etkisizleştirmeyi hem de halkın desteğini almayı planlıyordu. Komünist tehdidi, onun için demokrasiyi yıkmanın en etkili propaganda aracıydı.
Dönemin medyasını kullanmakta bir ustaydı Hitler!
Medya kontrolü, muhalif seslerin bastırılması ve devlet kurumlarının ele geçirilmesi, Nazi rejiminin temel stratejilerinden biriydi. Gazeteler susturuldu, muhalif siyasetçiler tutuklandı ve toplumsal korku mekanizmaları devreye sokuldu. Hitler, propaganda ve şiddet araçlarını son derece sistematik ve acımasız biçimde kullandı. Basın üzerindeki sansür, devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması ve muhalif seslerin etkisizleştirilmesi, onun demokrasiyi yıkma stratejisinin temel bileşenleriydi.
Hitler’in başarısı, demokrasilerin ne kadar kırılgan olabileceğinin çarpıcı bir ispatıydı. Kurumsal direncin zayıflığı, siyasi manipülasyonlara açık yapı ve toplumsal gerilimler, demokratik sistemlerin en büyük tehlikelerindendir. Yasal süreçlerin arkasına gizlenerek demokrasiyi yıkan Hitler, aslında demokrasinin en büyük düşmanı haline geldi.
Nazi rejiminin demokrasiyi yok etme stratejisinin en kritik unsuru, siyasal muhalefeti sistemli ve total bir şekilde etkisizleştirmekti. Hitler, yalnızca fiziksel baskı değil, aynı zamanda hukuki, psikolojik ve kurumsal mekanizmaları kullanarak muhalif sesleri tamamen susturmayı hedefledi.
Politik mühendislik açısından bakıldığında, Nazi stratejisi çok katmanlı bir yapıya sahipti. Siyasi rakiplerin tasfiyesi, yasal prosedürler, propaganda mekanizmaları ve fiziksel baskı araçları kullanılarak gerçekleştirildi. Bu süreç, demokrasinin kendi mekanizmalarının kendi sonunu hazırlamasının en net örneğini teşkil etti.
5 Mart 1933 seçimlerinden hemen sonra komünist partinin faaliyetleri tamamen durduruldu. Yaklaşık 4.850 komünist parti üyesi ve yöneticisi gözaltına alındı. Partinin 81 milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılarak parlamentodan çıkarıldı.
Yasaklama süreci, Nazi rejiminin hukuku bir baskı aracı olarak nasıl kullandığının en çarpıcı örneklerinden biriydi. Komünist milletvekilleri tutuklandı, parti binaları kapatıldı ve tüm yasal faaliyetleri engellendi.
Sosyal Demokrat Parti de benzer bir baskı sürecine maruz kaldı. Parti liderleri tutuklandı, yayın organları kapatıldı ve siyasal faaliyetleri fiilen sonlandırıldı. 1933 yılı sonuna gelindiğinde, Almanya’da tek partili bir siyasal sistem tesis edilmişti.
Hitler, muhalif sesleri yalnızca siyasal alanda değil, akademi, kültür ve sanat alanlarında da susturdu. Üniversitelerden, kütüphanelerden ve kültürel kurumlardan muhalif entelektüeller tasfiye edildi.
Şimdi yukarı dönüp baştaki haberi tekrar okuyacak olursak, şöyle bir korelasyon kaçınılmaz oluyor; Erdoğan iktidarının (zalimleşme sürecinden sonra) 10. yılında özellikle CHP’yi saf dışı bırakmak için harekete geçtiği belli. Bunun için geçtiğimiz 10 yılda yaptığı her şeyi aynen tekrar ediyor. Çünkü test etti ve netice aldı. Ve hala Cemaat ve 15 Temmuz gibi konularda Erdoğan’ın kendilerine sunduğu hikayeyi kabul edip, çoğu zaman onun değirmenine su taşıyan istisnasız tüm partilerin teker teker saf dışı kalacağı bir sürece girmiş bulunuyoruz.
Ve korkarım ki, bunun için meşru alanda yapılacak neredeyse hiçbir şey kalmamış durumda.
Ben bunları yazarken, sözlerine itibar ettiğim bir ahbabım, “Bırak ne yapıyorsa yapsın, müstahaktırlar” diye mesaj yazmış bana. Açıkçası Meseleyi hala kavrayamamış ve iliklerine kadar cemaat düşmanlığı ile dopdolu (üç beş kişi hariç) neredeyse her kesimin ortaklaşa sebep olduğu bu tabloya bakıp üzülmemek elde değil. “Oh olsun” demek elbette yakışmaz ve lakin bunca alınan ahın toplumsal bir bedeli olacaktır diye düşünmekteyim.
Bir sonraki yazıda, demokrasinin çöküş yollarındaki taşlara bakacağız.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***