YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tecdidine dair başladığımız yazı serisine devam ediyoruz. Bu yazıda da maddeler hâlinde Hocaefendi’nin dine hizmet metodunun ve tebliğ felsefesinin farklı yönlerine dikkat çekmeye çalışacağız.
- Ruh ve Manada Diriliş
Burada alt başlık olarak “Dip Dalga” veya “İnsanın İnşası” da diyebilirdik. Bu başlıkların hepsi de diriliş arkasında koşan kimselerin işe önce insandan başlaması gerektiğine, insanın problemlerini çözmeden dış dünyadaki problemlerin çözülemeyeceğine dikkat çeker. Asıl dirilişin ruhta, gönülde, histe, duyguda, düşüncede, latifelerde yaşanması gerektiğine, bunu yapmadan yollara dökülen kişilerin güçle, iktidarla, siyasetle asla hedeflerine ulaşamayacaklarına işaret eder. Bu yüzden Hocaefendi, “Bir toplumun ıslahı için, ferdi kendi ruhuyla yeniden ikame etme ve onu yeniden inşa etme öncelikle halledilmesi gereken en önemli meseledir.” (Gülen, Yenilenme Cehdi, s. 75) der.
Günümüzde asırların birikmiş problemleri var. İslâm dünyası, üstünlüğünü ve söylem gücünü kaybetti. Paramparça oldu. Asırlık kurumlar, gelenekler yıkıldı ve yenileri de kurulamadı. Moral gücünü, özgüvenini yitirdi, temel değerlerinden şüphe etmeye başladı. Peki, Müslümanlar yeniden ayağa nasıl kalkacak, işe nereden başlanacak? İşte bu noktada kimileri siyaseti işaret etti, kimileri fıkıhta yenilik yapılması gerektiğini söyledi, kimileri sosyal ve kurumsal reformlardan bahsetti, kimileri Batı’dan medet umdu. Hocaefendi ise işe insandan başlanması gerektiğini söyledi, tıpkı Bediüzzaman Hazretleri gibi imanı merkeze aldı ve yazılarında yoğun olarak bunların üzerinde durdu.
Onun şu sözleri maksadımızı tam olarak ortaya koyar: “Ekonomik sistemden sosyal yapıya, ahlâkî normlardan hukukî disiplinlere kadar çözüm bekleyen yığınla problem var. Bunların hiçbirinin ihmal edilmemesi gerekiyor. Islah adına her alanda bir şeylerin yapılmasına ihtiyaç var. Fakat işe nereden başlanacağı, himmetlerin nereye teksif edileceği meselesi büyük önem arz ediyor. Siz imanı takviye etmeden, ahlâkı oturtmadan, düşünce dünyanızı ikame etmeden ekonomiye, sosyal yapıya, siyasete, hukuka dair problemleri çözemezsiniz. Bazı kırıkları tamir etseniz bile bir süre sonra yeniden çatlaklar, yırtıklar oluşmaya başlar. İnsanların vicdanlarına bir polis, bir bekçi, yanlışlara dur diyen bir yasakçı koyamadığınız sürece yaşanan boşlukları dolduramazsınız. Bu itibarla öncelikle vicdanlarda, kalblerde ve zihinlerde bir diriliş yaşanmalıdır ki bu dış dünyaya da aksetsin.” (https://herkul.org/kirik-testi/ihya-edilmesi-gereken-degerler/)
Bediüzzaman Hazretleri, planladığı ve yazmaya başladığı Kur’ân tefsirini tamamlamaktan vaz geçip imanî meselelerin ispatına yoğunlaşmıştır. Zira o, problemin çok daha derinlerde olduğunu görmüş ve meselenin temelden ele alınması gerektiğine inanmıştır. Hocaefendi de uzun yıllar boyunca vaazlarında imanî meseleler üzerinde durmuş, neredeyse bütün eserlerini iman, marifet, muhabbet, ihlas, ihsan, takva gibi kavramlar etrafında örgülemiştir. O, sürekli sohbet-i Canan demiş, İslâm’ın ikinci bir fıtrat hâline getirilmesinden bahsetmiş, kendimiz olarak kalmaya ve başkalaşmamaya odaklanmış, kalb ve ruh hayatına yükselmeyi asıl hedef göstermiş ve manevi beslenmeyi Hizmet’in temeline yerleştirmiştir.
- Temsil ve Aksiyon
Tebliğ denildiğinde ilk akla gelen şey, İslâmî hakikatlerin başkalarına anlatılmasıdır. Fakat Hocaefendi ısrarla dikkatleri temsil ve hâl dili üzerine çekti. Efendimiz’in (s.a.s) temsilinin tebliğinin önünde olduğunu ifade etti. Temsilin tebliğe nispetle çok daha güven verici ve inandırıcı olduğunu hatırlattı. Hatta tebliğdeki tesiri de sözün gönül ile irtibatına ve güzel temsil edilmesine bağladı. Artık kulakların doyduğunu ama gözlerin aç olduğunu vurguladı. Hâl ile her problemin halledilebileceğini belirtti. Sözün vazifesini, tavır ve davranışlardaki kapalı kalan noktaları açıklamak olarak gösterdi. İslâm’a yapılacak en büyük hizmetin, onun özendirici ve imrendirici bir şekilde yaşanması olduğunu söyledi. İslâm’ı mütekamil bir şekilde yaşayan örnek bir topluluğun oluşması için gayret etti.
Hocaefendi şu özet ifadeleriyle hem Müslümanların yaşadığı problemlerin kökenine işaret eder hem de çözüm yolunu gösterir: “Bizim beş asırlık, bir manada sekiz asırlık kaybımıza sebep olan şey, temsil gücünün zayıflamasıdır… Dolayısıyla tesir de kaybolmuş. İşte bu noktada bize düşen vazife, Müslümanlığı dolu dolu, tavizsiz ve göz alıcı bir şekilde yaşamak suretiyle onu yeniden canlandırmaktır… Şunu unutmamalıyız ki sağlam inanan ve inançlarını da kâmil olarak pratikte yaşayabilen bir düzine temsil kahramanı, ağzı iyi laf yapan bin hatipten, eli kalem tutan bin edipten daha tesirli olacaktır.” (https://herkul.org/kirik-testi/temsilin-gucu/)
O, başka eserinde temsilin gücünü “kara delik” örneğiyle açıklar. Müslümanların, yakınlarındaki her şeyi kendilerine çeken kara delikler gibi bir çekim gücüne sahip olmaları gerektiğini söyler. Öyle ki onlar, fikirleriyle, düşünce dünyalarıyla, mantık ve muhakemeleriyle, güzel temsilleriyle çevrelerindeki insanlara “Vallahi bu insanın çehresinde yalan yok!” dedirtebilmeli ve onlar için bir cazibe merkezi olabilmelidirler. (Gülen, İmtihanlar Kuşağı, s. 211)
Temsil denildiğinde daha çok Allah’la ilişkilerde derin bir ibadet ü taat hayatına, insanî münasebetlerde de güzel ahlâka sahip olmak anlaşılır. Bu elbette önemlidir. Ama Hocaefendi’nin yaklaşımında temsil çok daha geniş bir yere sahiptir. O, Müslümanların dünyaya ait işlerde başarılı olmalarını, her meslekte göz alıcı işler yapmalarını, insanlığa faydalı buluşlar ortaya koymalarını, ilim ve teknikte ilerlemelerini de fevkalâde önemser. Dahası Müslümanların çağın birikimine vâkıf olmaları, çağla hesaplaşabilecek bir kıvam ve donanım kazanmaları, gözlerinin içine bakılan bir toplum hâline gelmeleri üzerinde durur. Onun şu sözleri Müslümanlar açısından son derece ufuk açıcı ve yol göstericidir:
“Sizin ilimde, fikirde, sanatta, edebiyatta, medeniyette parlak ve göz kamaştırıcı bir görüntünüz olursa, bu durum, temsil ettiğiniz dine ve değerlere bakışı da değiştirecektir. Bilgileri, başarıları, ufukları, eğitim kurumları, teknolojileri, güçleri itibarıyla size tepeden bakan insanlara bir şey anlatmanız çok zordur. Ürettikleri ürünlerle size örnek teşkil eden ve sizin de kendilerini taklit peşinde koştuğunuz kişiler ne size ne de değerlerinize alâka duyarlar… Dünyaya bir şey ifade etmek istiyorsanız, tenkit edilen bir yanınızın olmamasına, bilakis her hâlinizle takdir edilen kimseler olmaya dikkat etmek zorundasınız. Bunun için de bir taraftan evrensel insanî değerleri çok iyi temsil etmeli, diğer yandan da ilim ve düşünce ufkunuz itibarıyla dikkatleri üzerinize çekebilmelisiniz. Bu takdirde sizin dünyanıza doğru fikir göçleri başlayacaktır. İnsanlar sizdeki sırrı merak edecek, sizde olan değerlere sahip olmak isteyeceklerdir.” (https://herkul.org/kirik-testi/bilimin-tevhid-eksenli-yeniden-insasi/)
Bunların yanı sıra Hocaefendi, iman hizmetine gönül vermiş kişilerin birer hamle ve aksiyon insanı olmaları ve aksiyonlarını da fikirle beslemeleri üzerinde ısrarla durur. Hayatımızın en önemli, en zaruri hadisesinin aksiyon olduğunu söyler. (Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 64) Ona göre, Kur’ân-ı Kerim’in imandan bahsettiği hemen her yerde salih ameli de emretmesi Müslümanın aksiyon yönüne dikkat çeker. (Gülen, Yolun Kaderi, s. 174) Aynı şekilde o, “Bir işten boşalınca hemen (başka) bir işe koyul.” (İnşirah sûresi, 94/7) âyetinin müminlere sürekli hareket ve faaliyet hâlinde olmalarını emrettiğini söyler. (Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, s. 424) Durmamanın sırrını keşfetmekten bahseder ve “Durursanız, dökülürsünüz.” uyarısını yapar. (Gülen, İstikamet Çizgisi, s. 204) Bütün bunlar da gösteriyor ki sadece işin edebiyatını yaparak, hamasi nutuklar atarak, etkileyici fikirler ortaya koyarak dine hizmet etmek mümkün değildir.
- Müspet hareket
Günümüz Müslümanlarının en büyük problemlerinden biri, kendi içlerinde yaşadıkları ihtilaf ve çatışmalardır. Genel manzaraya bakılacak olursa, İslâm coğrafyasının nasıl bölük pörçük olduğu görülecektir. Müslümanlar bir türlü “kardeşlik” hukukunun gereklerini yerine getiremiyor, aralarında vifak ve ittifakı temin edemiyorlar. Yardımlaşacaklarına birbirleriyle uğraşıyor, birbirlerine engel oluyorlar. Birinin yaptığını diğeri yıkıyor. Güzellikleri görüp takdir edeceklerine, kusurlara odaklanıyor, birbirlerini yıpratıyorlar. Birbirlerine destek olacaklarına biri diğerinin kuyusunu kazmakla meşgul oluyor. Aralarında sevgi ve muhabbeti mayalayacaklarına, haset ve kıskançlık duygularını köpürtüyorlar. Böyle bir ortamda farklı dinî grupların kusurlarıyla uğraşmak, ona buna reddiye yazmak, birilerinin ortaya koyduğu birikimleri yıkmak var olan problemleri daha da büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır.
İşte bu sebepledir ki gerek Bediüzzaman Hazretleri gerekse Hocaefendi iman ve Kur’ân hizmetinin eksenine müspet hareketi koymuş ve ömürleri boyunca onun en güzel temsilcisi olmuşlardır. Bediüzzaman Hazretlerinin, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 54) sözü müspet hareketin enfes bir ifadesidir. Aynı şekilde Hocaefendi, fikirlerdeki, yapılardaki, sistemlerdeki bozukluklarla uğraşmak yerine sürekli alternatifler oluşturmuştur. Mesela kötü yayıncılığı eleştirmek yerine, iyisini kurarak başkalarına örnek olmuştur. Çatlak seslere kulak asmadan, kulak asıp vaktini ve enerjisini bunlarla tüketmeden işine bakmıştır. Hakkında yapılan saldırı ve eleştiriler arttıkça o da yapılan hizmetlerin debisini yükseltmiştir. Saldırılara cevap yetiştirmekle meşgul olmamış, savunmada kalmamış, imkânların müsaade ettiği ölçüde gaye-i hayaline yürümeye devam etmiştir.
O, bu hakikati şöyle özetler: “Topluma Makyavelist mülâhazaların hâkim olduğu, şeytanî oyunlara çokça müracaat edildiği ve insanlığın bütün bütün şirazeden çıkmaya başladığı günümüz dünyasında müspet hareket ayrı bir önem kazanmıştır. Olumsuz tavır ve davranışlara aynıyla mukabelede bulunmama, negatif söz ve eylemlerle meşgul olmama, güft u gûya girmeme, fikir gevezeliğiyle vakti israf etmeme; bunların yerine sürekli kendi mefkûresini gerçekleştirme istikametinde hizmet etme, hep tamir ve ıslahla meşgul olma, her zaman vifak ve ittifak peşinde koşma manasına müspet hareket.” (Gülen, İmtihanlar Kuşağı, s. 29)
Hocaefendi’nin yaklaşımıyla, hâdiselere takılanlar, onları idare edemez, çözülmesi gereken problemleri çözemezler. Sürekli olumsuz olayların tesiri altında yaşayan kimseler, ister istemez onların güdümüne girer ve dolayısıyla da tesir kabiliyetlerini kaybeder ve hayata yön veremezler. Bu yüzden özellikle günümüz şartlarında insanlık adına hedefleri olan, insanlığa hizmet etmek isteyen kimselerin, bunları hayata geçirebilmek için müspet hareket etmekten başka çaresi yoktur.
Hocaefendi’nin sürekli birlik ve uhuvvet vurgusu yapması, ihtilafı körükleyecek davranışlardan uzak kalması, sevenlerine her daim sövene dilsiz, dövene elsiz ve kalb kırana karşı da gönülsüz olmayı tavsiye etmesi, Kur’ân’ın kötülüklerin iyilikle savulması emrini sık sık hatırlatması, “Bu dünya darılma dünyası değil, dayanma dünyasıdır” demesi, kalblerin yeniden telifi adına sürekli diyalog yolları araştırması da müspet hareketin farklı tezahürleridir.
- Diyalog Köprüleri Kurmak
Hocaefendi’nin sadece diyalog hakkındaki düşünceleri ve girişimleri bile onun İslâm’ı asrın şartlarına uygun nasıl anlayıp yorumladığını, dinî düşüncede nasıl bir tecdide gittiğini gösteren enfes bir misaldir. Günümüzde Hocaefendi veya Hizmet hareketi denildiğinde akıllara gelen ilk kelime belki de diyalogdur. Zira Hocaefendi hem fikir ve yorumlarıyla diyaloğa yepyeni anlamlar kazandırmış, misyonlar yüklemiş hem de pratik olarak onu yaygın, yoğun ve sistematik bir şekilde hayata taşımıştır. Onun bu alanda ortaya koyduğu gayretler bazı kesimlerin büyük eleştirilerine yol açarken bazılarının ise büyük takdirlerini kazanmıştır.
Burada şu kadarını ifade edelim ki Hocaefendi’nin diyaloğa dair fikirlerini eleştirenler ya dini anlamamış cahillerdir ya içinde yaşadıkları çağdan habersiz zamanzedelerdir ya da olan biteni anlamaya çalışmayan ve diyaloğun kazanımlarını görmezden gelen önyargılı ve kötü niyetli kimselerdir. Zira Kur’ân’a ve Efendimiz’in hayatına vâkıf olan bir kimsenin diyaloğun karşısında durmasına imkân yoktur. Hocaefendi de değişik münasebetlerle Kur’ân’ın diyaloğu emrettiğini, Efendimiz’in hayatının baştan sona diyalog örnekleriyle dolu olduğunu anlatmaya çalışmıştır. (Bkz. Gülen, İnsanın Özündeki Sevgi)
Özellikle Müslümanlara karşı kırılmaz önyargıların, önü alınmaz kin ve nefretlerin hâkim olduğu, kültürler ve dinler arasında çatışma ve kavgaların sürüp gittiği bir dünyada farklı kesimden insanlarla diyalog zeminleri tesis edemeyen kimselerin dinleri ve değerleri adına onlara bir şey anlatabilmeleri kesinlikle mümkün değildir. Şunu kabul etmek gerekir ki Müslümanlar olarak bizim insanlığa takdim edeceğimiz ne kadar güçlü değerlerimiz, söyleyecek ne kadar çok sözümüz olursa olsun şayet herkesin önyargısız ve tarafsız bir şekilde birbirini dinleyebileceği uygun zemin ve ortamlarımız yoksa kimseyi ikna edemez, kimseye bir şey anlatamayız.
Burada sözü yine Hocaefendi’ye bırakalım: “Sizi tanımayan, sizi sevmeyen ve size güvenmeyen insanlara sesinizi duyurabilmeniz ve bir şey anlatabilmeniz mümkün değildir. Onlara anlatacaklarınız varsa bu, insanlarla temas kurmaya, diyaloğa geçmeye, karşılıklı ziyaretler gerçekleştirmeye, arkadaşlıklar tesis etmeye bağlıdır. Karşılıklı diyalog devam ettiği takdirde zamanla önyargılar kırılacak, şartlanmışlıklar izale olacak, kin, nefret, düşmanlık, korku, endişe gibi olumsuz duyguların yerini sevgi, saygı, güven ve takdir hisleri alacaktır. İşte o zaman herkes birbirinin sözüne kulak verecek, muhatabını daha yakından tanımaya çalışacaktır. Bu tür uygun ortamlar hazırlamadan siz en doğru bildiğiniz hakikatleri en beliğâne üsluplarla anlatsanız dahi sözünüz dinlenmeyecektir.” (https://herkul.org/kirik-testi/diyalog-ve-fedakarlik/)
Onun konuyla ilgili şu sözlerini de nakletmeden geçemeyeceğiz: “Şayet siz sinelerinizi başkalarına birer otağ olarak açarsanız, sinelerin de bir bir size açıldığını görürsünüz. Bunun kayıp olduğu söylenebilir mi?! Açın gönüllerinizi âleme açabildiğiniz kadar! Çünkü sizin gönlünüze giren, aynı zamanda oradaki güzelliklerle tanışacaktır. Bunları kabul etmese bile en azından saygı duyacaktır. Saygı duymasa bile zarar vermekten vazgeçecektir. Bu gibi şeyler de gelecek nesiller adına hiddet ve şiddeti kıracak, çatışma ve kavgaları sona erdirecek, aradaki uçurumları kapatacaktır. Bunların her birinin çok önemli birer kazanım olduğunda şüphe yoktur. İnsanların el ele tutuşabilmeleri, bir yolda beraber yürüyebilmeleri, bir maratonu birlikte koşabilmeleri insanlığın ortak problemleriyle baş edebilmeleri adına çok önemlidir. Eğer siz, insanların gönlüne sevgi ve saygı tohumları ekebiliyor, birlikte yaşama düşüncesini mayalayabiliyorsanız Allah’ı ve Resulullah’ı memnun etmiş olursunuz.” (Gülen, Işık Karanlığı Boğarken, s. 70)
Diyaloğun temsille de yakından ilişkisi vardır. Müslümanlar olarak bizler İslâm’ı ne kadar güzel temsil edersek edelim, şayet başkalarının tavır ve davranışlarımızı yakından görmelerine, bizi kendi ağzımızdan tanımalarına, niyet ve düşüncelerimizi bilmelerine olanak sağlamıyorsak İslâm’ın anlaşılmasında temsil de bir işe yaramayacaktır. Bu yüzden Hocaefendi, insanlarla diyaloğa geçmek ve yakın temas kurmak suretiyle onların bizi şahsî, ailevi ve içtimai hayatımız itibarıyla yakından tanımalarına fırsat vermemiz gerektiğini söyler. Eğer biz onlara bu fırsatı verir ve mana köklerimizden tevarüs ettiğimiz değerleri de mükemmel bir şekilde temsil edebilirsek, kimseye bir şey anlatmasak bile zaten fıtrî bir etkilenme ve kabullenme gerçekleşecektir. Bu olmasa bile en azından kendimizi ve kendi değerlerimizi başkalarına doğru bir şekilde tanıtmış oluruz. (Gülen, Işık Karanlığı Boğarken, s. 242)
Öte yandan, diyaloğu sadece İslâm’ın anlatılmasıyla irtibatlandırmak da onun alanını daraltmak demektir. Hocaefendi şu ifadeleriyle diyaloğun daha geniş dairedeki kazanımlarına dikkat çeker: “Bizim diyalog vasıtasıyla yapmaya çalıştığımız şey de bir taraftan insanlık âlemindeki şiddet, düşmanlık, radikalizm, terör, savaş gibi olumsuzlukları gidererek dünyada sulh ve barışın hâkim olmasına katkıda bulunmak, diğer yandan da insanların farklı din ve kültürlere ait değerleri tanımaları ve istifade etmelerinin önündeki engelleri bertaraf etmektir. Biz, diyalog vasıtasıyla hem her yere gitmek, herkesle tanışmak ve bize ait evrensel insanî değerleri herkesle tanıştırmak, hem de başkalarının sahip olduğu güzelliklerden istifade etmek istiyoruz.” (Gülen, Işık Karanlığı Boğarken, s. 243)
Şunu da hatırlatmak gerekir ki diyalog, küreselleşmeyle, iletişim ve ulaşım vasıtalarının gelişmesiyle birlikte bir köy hâline gelen dünyada, huzur ve barış içinde yaşamak isteyen insanlar açısından bir zorunluluktur. Çok farklı ırklardan, kültürlerden, dinlerden insanların iç içe yaşadığı toplumlarda sağlıklı diyalog zeminleri oluşturulmaz, farklılıklar saygıyla karşılanmaz ve insanlar arasında müsamaha duygusu geliştirilmezse kimse güven ve huzur içinde yaşayamaz. Hocaefendi bu realiteye şu sözleriyle dikkat çeker: “Günümüzün küreselleşen dünyasında insanlığın huzur içinde yaşayabilmesi için hoşgörü ve diyalogdan başka alternatif bulunmamaktadır… Müslümanların, öncelikle, bir köy haline gelen dünyada birlikte yaşama kültürüne sahip olmanın kaçınılmaz olduğunun farkına varmaları, sonrasında da farklı din ve kültürlere mensup insanlarla, birlikte yaşama tecrübesi geliştirmeleri gerekir. Bunun için de insanlık ortak paydasında buluşma, asgari müştereklerde bir araya gelebilme, farklı birleştirici noktalar bulma, herkesi kendi konumunda kabul etme gibi esaslar oldukça önemlidir.” (Gülen, İmtihanlar Kuşağı, s. 50, 229)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***