DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU | YORUM
21 Şubat 1925’te TBMM’de kabul edilen “Kur’an-ı Kerim ve Ehadis-i Nebeviye Türkçe Tercüme ve Tefsir Heyeti Muhasses Ücret ve Masarifi” adlı karar gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı harekete geçmiş ve yazma sürecini başlatmıştı. Önergede “heyet” ifadesi olsa da tefsir, Kur’an tercümesi ve hadislerin tercümesi için isimler belirlenmişti.
Süreç, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talepleriyle Elmalılı ve Mehmet Akif’in hassasiyetleri arasında zaman zaman çatışmaya da dönüşen bir hal alacak ve beklenenden daha uzun sürede tamamlanacaktır.
ELMALILI TEFSİRİ
Türkçe tefsir, meal ve hadis tercümesi için Diyanet İşleri Başkanlığı isimler üzerinde düşünmüş ve çalışmaların İkinci Meşrutiyet döneminin İslamcıları olarak öne çıkan Elmalılı Hamdi (Yazır), Mehmet Akif (Ersoy) ve Babanzade Ahmet Naim tarafından yapılması kararlaştırmıştı. Bu tercihte, yazım sürecini takip edecek Diyanet İşleri Başkanlığı Heyet-i Müşavere Azası Aksekili Hamdi Efendi’nin etkili olduğunu tahmin etmek zor değildir. Nitekim Elmalılı tefsir için alınacak taksitleri tahsil için onu vekil tayin etmiştir.
Bu isimlerin seçimi rastgele olmamıştı. “Küçük Hamdi” olarak tanınan Elmalılı Hamdi’nin ailesi Burdur’un Gölhisar ilçesinin Yazır köyünden Elmalı’ya gelip yerleşmişti. 1878’de dünyaya gelen Hamdi Efendi, küçük yaşta Kur’an öğrendiği gibi hafızlığını da kimseye haber vermeden tamamlamıştı. Daha sonra Fransızca’yı da kırk gün gibi kısa sürede öğrenmeyi başardığı ifade edilmektedir.
Hamdi Efendi’nin diğer yönü ise medrese eğitimi yanında Mekteb-i Nüvvab’ı da bitirmesidir. Böylece hem klasik dini eğitim almış hem de modern eğitim ortamından istifade etmiştir. 2014 yılında Kiel Üniversitesi’nde Elmalılı hakkındaki doktora tezi kabul edilen Benjamin Flöhr (Ein Traditionalistischer Korandeuter im Dienste des Kemalismus Berlin, 2015, Klaus Schwarz Verlag) bir makalesinde Bediüzzaman’la mukayese yapacak ve çocuklukları yönüyle ikisinin de “Wunderkind-harika çocuk” olarak tanımlandıkları tespitinde bulunacaktır.
Elmalılı, ilmiyedeki görevinin yanında siyasi hayatın içinde olan, “istibdat” olarak gördüğü Abdülhamit rejimini eleştiren ve Jön Türklere yakın birisidir. 1908 seçimleriyle Antalya’dan “ilmiye sınıfını temsilen sarıklı bir mebus” olarak seçilmiş, anayasal rejimi ve meşrutiyeti savunan çalışmalar yapmıştır. II. Abdülhamit’i tahttan indiren fetvayı o sırada otuz yaşında olan Hamdi Efendi’nin hazırladığı ve Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’nin onayıyla 33 yıllık saltanatın sona ermesinde böylesine bir rol üstlendiği bir gerçektir. Bu yıllarda onun öne çıkan yönü, Mekteb-i Hukuk müderrisliği ve modernist sayılabilecek yaklaşımlarıdır.
Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmet Akif Ersoy ve Babanzade Ahmet Naim Efendi…
1918 yılında dönemin “İslam Akademisi” denebilecek Darü’l-Hikmetü’l-İslamiye’ye önce üye sonra da başkan tayin edilen Elmalılı Hamdi, Mütareke Dönemi’nde kurulan Damat Ferit Paşa hükümetlerinde ‘Evkaf Nazırlığı’ görevini üstlendi. Sonra da Ayan Meclisi üyeliğine tayin edildi. Bu durum onun İstiklal Harbi sonrasında “gıyaben idama mahkûm edilmesine” ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmasına yol açacaksa da muhtemelen “eski İttihatçı kimliğinden dolayı” ceza almayacaktır. Yeğeni Mehmet Emin Paksüt’ün ise (1914-1995) Elmalılı’nın yargılandığı İstiklal Mahkemesi heyetinin başkanlığını yapan Kel Ali’nin (Ali Çetinkaya) kızıyla evlenmesi de ilginç bir durumdur.
Medreselerin kapatılmasıyla geçim sıkıntısı çeken ve aktif siyasetten çekilen Hamdi Efendi, cumhuriyet devrinde evinden çıkmamış, Cuma namazına bile nadiren gitmiştir. 1923’te kaleme aldığı eserinin dibacesinde (Metalib ve Mezahib, İstanbul, 1341) “köşesine çekilmiş bu aciz”, ifadesini kullanacak, bazı mektuplarının altına da “… Münzevi Elmalılı Hamdi” yazacaktır. Sokağa çıkmaması genellikle “şapka giymemek” olarak izah edilmektedir. Dışarıya çıktığı nadir zamanlarda ise şapka takmayacak ve başı açık olarak sokakta bulunacaktır.
Bir şiirinde bunu şöyle ifade edecektir:
Yıktı daralttı beni ve sanki ben oldum
Her nereye baktıysam uğursuzluğu buldum
Menzilimde oturdum terk ettim cumaları
Çıka geldi engeller acıttı vicdanları…
Meclisteki karar sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı, Mehmet Akif ve Hamdi Efendi ile altı ay süren görüşmeler yapmış ve 10 Ekim 1925 tarihinde taraflar arasında Beyoğlu 4. Noteri Mithat Cemal Bey’in tasdik ettiği bir mukavelename yapılmıştır (Cumhuriyet Arşivi, 26/149, 18, 26.10.1925).
Sözleşmeye göre tefsirde; önce ayetler yer alacak, altına meal-i şerifi yazılacak, altında da tefsir ve izah yapılacaktır. Ayrıca şu noktalara dikkat edilecektir: 1. Ayetler arasındaki münasebetler belirtilecek, 2. Nüzul sebepleri gösterilecek, 3. Kıraat-ı aşereyi geçmemek üzere kıraatlar hakkında açıklama yapılacak, 4. Gerekirse terkipler ve kelimeler izah edilecek, 5. İtikatta Ehl-i Sünnet, amelde Hanefî mezhebine riayet edilecek ve dinî, şer’i, hukuki, içtimai ve ahlâkî hükümler ve işaret ettiği konularla ilgili ayetlerin izahı yapılacak, doğrudan veya dolaylı ilgili olan İslam Tarihi konuları açıklanacak, 6. Avrupalı müelliflerin tahrifat ve yanlışlarına cevaplar verilecek, 7. Tefsirin başına Kur’an’ın önemini açıklayan bir mukaddime yazılacak.
Hamdi Efendi’nin çeşitli kişilere yazdığı mektuplar sayesinde tefsirin kaleme alınma sürecinde yaşananlar takip edilebilmektedir. Mektuplardan anlaşıldığına göre yazım sürecinin uzun sürmeyeceği tahmin edilmişti. Ancak tefsir uzamış, yeğeni Fatma Paksüt’ün anlatımına göre Elmalılı süreç içerisinde hastalanmış hatta 1934 yılında kalp krizi geçirerek bir ay yatakta kalmış ve tefsiri tamamlayamayacağı endişesine kapılmıştır.
Tefsir ve tercüme için Hamdi Efendi ve M. Akif’e altışar bin lira ödenmesi kararlaştırılmış, bu miktarın biner lirası aynı yılın Kasım ayında ödenmiş ve yazılan müsveddelerin gönderilmesi istenmiştir. Yine mektuplardan Diyanet’in süreci yakından takip ettiği ve bir an önce tamamlanmasını istediği görülmektedir.
1932 yılına gelindiğinde ise M. Akif’in tercümeden vazgeçmesi üzerine bu görevi de Elmalılı üstlenmiştir. Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Bey (Börekçi) hazır olan tercümeleri istemişse de Elmalılı, mealin ayrı basılmasının sözleşmeye aykırı olacağını, çünkü sözleşmede tefsir ve tercümenin beraber yayınlanacağının yer aldığını, aksi halde sözleşmenin feshedilmiş olacağını yazmıştır. Bu ifadeler Elmalılı’nın “Türkçe namaz” endişesiyle ilgili olmalıdır.
Elmalılı’nın eser tamamlanmadan basılmasını istemediği, buna rağmen 1935’te tefsirin mealle birlikte basılmaya başladığı görülmektedir. “Hak Dini Kur’an Dili” adıyla bütün ciltlerin tamamlanması 1938’de gerçekleşmiş, tefsirin fihristi ise 1939’da yayınlanmıştır. Eser İstanbul’da 10 bin adet basılmış ve Elmalılı’ya da sözleşme çerçevesinde 2 bin adet verilmiştir. Paksüt, dayısının tefsir sonrasında da Diyanet’in isteğiyle Arapça bir eserin (Şah Veliyullah Dihlevi-Hüccetullahi’il-Baliğa) tercümesini üstlendiğini ancak ömrünün vefa etmediğini ifade etmektedir. Elmalılı, 27 Mayıs 1942’de vefat etmiş ve Sahra-yı Cedid Mezarlığına defnedilmiştir.
Burada kaçınılmaz olarak sorulması gereken soru şudur. Acaba Kemalist rejim Elmalılı tefsirine bir müdahalede bulundu mu? Osman Nuri Ergin, Millî Eğitim Bakanlığı’nın tefsirin mukaddimesinde yer alan “namazda Kur’an’ın Türkçe okunması” bölümünün çıkarılması için baskı yaptığını belirtmektedir. Cündioğlu ise yaptığı karşılaştırmalara göre Arap harfli orijinal nüshalarla Latin harfli baskı arasında farklar olduğunu, eksiltmeler yapıldığını ve sansür uygulandığını ileri sürmektedir (Dücane Cündioğlu, Kur’an Çevirilerinin Dünyası, İstanbul, Kaknüs, 2005, s. 139-142).
Flöhr ise farklılıkların Latin harflerine geçiş sırasındaki yazım karışıklığından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Asıl nüshalarla basılı eserleri inceleyen Necmi Atik de çalışmaya müdahale edildiği sonucuna varmıştır. Örneğin “Türkçe ibadet” kısmının yer aldığı önsöz ilk baskıdan çıkarılmış, sonraki baskıda da tahrif edilmiştir. Atik, müdahaleler ve tahrifatın etkisiyle Elmalılı’nın ikinci bir meal daha yazdığını tespit etmiş ve bu çalışmayı yayınlamıştır (Yeni Kur’an Meali, İstanbul, Mahya, 2024).
Bütün bunlar; Elmalılı’nın iktidarın baskısı, yazım sürecine müdahalesi ve “Türkçe Kur’an ve Türkçe ibadet” meselesinden dolayı istediği şekilde tefsir ve mealini yazamadığını ve yeniden yazmak arzusunda olduğu şeklinde yorumlanabilir. Ancak ömrü sadece meale yetecek, tefsirini yeniden kaleme alamayacaktır.
İlginç bir nokta da Elmalılı Tefsiri hakkında ilk yüksek lisans tezinin 1970’te Fransa’da yapılmasına karşılık (Fahri Gökcan, Commentaire du Coran par Elmalı’lı, Université de Paris, Faculté des Lettres et Sciences Humaines, Paris, 1970), Türkiye’deki ilk tezin ancak 1976 yılında tamamlanmış olmasıdır (İsmet Ersöz, Hak Dini Kuran Dili’nde Hadis İstimal Tarzı, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 1976).
MEHMET AKİF’İN MEALİ
Mehmet Akif’in üstlendiği görev, Kur’an-ı Kerim’in mealini kaleme almaktı. Beyoğlu 4. Noterliği’nde yapılan sözleşmede onun da imzası vardı. Akif, yaptığı çalışmaları 1927’ye kadar Elmalılı’ya gönderse de daha sonra bundan vazgeçmiş ve gerek Diyanet İşleri Başkanı Rıfat (Börekçi) gerekse Aksekili Hamdi beyler bu duruma çok üzülmüşlerdir.
Aslında Akif mealini 1928 yılında tamamlamış, sıra eserin temize çekilmesi ve tashihine gelmişti. Ancak Akif’in 1926 yılında İstanbul Göztepe Tütüncü Camii’nde Ramazan’ın ilk cumasında hutbenin Türkçe okunması ve namazın Türkçe tercüme ile kıldırılmasından rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönem gazetelerinde “Türkçe namaz” meselesi manşetlere taşınmakta ve yazılara konu olmaktaydı.
Akif’in haberlerin Mısır’a ulaşmasından sonra gönderdiği elli sayfa kadar tercümeyi de geri istediği belirtilmektedir. Elmalılı da bu tartışmalardan rahatsız olmuş ve tefsirinin mukaddimesine şunu yazmıştır: “Türkçe Kur’an mı olur be hey şaşkın/ Bu oynamaktır dîn ü imanla.”
Mehmet Akif meal çalışmasına devam etmesi için dostlarının yazdığı mektuplara rağmen 1932 yılında meali teslim etmekten vazgeçerek sözleşmeyi iptal etmiş ve meal yazma görevi de yeni bir mukaveleyle Elmalılı’ya verilmiştir. Akif, 1936’da gönüllü sürgün olduğu Mısır’dan dönerken mealini Yozgatlı İhsan Efendi’ye emanet etmiştir. İhsan Efendi’nin ölümünden sonra oğlu Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da içlerinde bulunduğu bir grubun bu meali yaktığı bilinmektedir. Ancak üçte birlik kısmının kopya edilerek korunduğu iddia edilmekte olup bu kısım yayınlanmıştır.
Hükümetin asıl niyetinin meal olduğu anlaşılmaktadır. Elmalılı bunu anlamasına rağmen büyük bir gayretle çalışmasına devam etti. Diğer taraftan da mealle tefsirin aynı eserde yer alacak şekilde basılması için direndi. Bunun nedeni Elmalılı’nın da M. Akif gibi “Türkçe ibadet” meselesine karşı olmasıydı.
Tefsir ve meal çalışmasının uzamasının diğer nedeni de Diyanet’in Elmalılı’nın yazdığı bölümlere yaptığı müdahalelerdi. Diyanet adına Ahmet Hamdi Akseki önerilerde bulunuyor ve bazı kısımların değiştirilmesini istiyordu.
Hadis tercüme görevi ise Darülfünun felsefe grubu hocalarından Babanzade Ahmet Naim’e verildi. Bu görevin Babanzade’ye verilmesinde onun ilim dünyasında Arapça ve Fransızca tercümeleriyle tanınmasının ve II. Meşrutiyet yıllarında önce Sırat-ı Müstakim sonra da Sebilürreşad adıyla yayınlanan mecmuada hadis tercümeleri yayınlamasının etkili olduğu söylenebilir. Eşref Edip’in anlatımına göre, hadis tercümesi de Akif’e teklif edilmiş fakat o, “Ahmet Naim’e müracaat ediniz, o bunu benden daha iyi yapıyor” demiştir.
Ahmet Naim, toplam 2230 Tecrid-i Sahih hadisinin 589’unu tercüme ve şerh etmiştir. Hadis usulüne dair bir mukaddime de içeren çalışmanın iki cildi Arap harfli olarak 1928’de basılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bir taraftan bu projeyi yürütürken 1933 Darülfünun Tasfiyesinden Babanzade de nasibini almış ve kadro dışı kalmıştır.
Ahmet Naim’in çalışması, Sahih-i Buhari’nin ilk Türkçe tercümesi olması ve sonraki tercümelere öncülük yapması bakımından çok önemlidir. Onun 1934’te vefatı sonrasında Kâmil Miras ile mukavele yapılmış ve Miras’ın ek süre isteyerek tamamladığı eser, 1948’de on iki cilt olarak basılmıştır.
ATATÜRK VE SÜREÇ
Konuyla ilgili ilk yazımızda ifade ettiğimiz gibi Atatürk bu süreci takip etmekteydi. Nitekim 1929 yılında Emil Ludwig’e verdiği bir röportajda şunu diyecektir: “Ahiren Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. (Hz.) Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim… (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, 1997, s. 124).
Hafız Ali Rıza Sağman’ın aktarımına göre; Reşid Galip Türkçe Kur’an okuyacak hafızlara 1931 yılında Paşa’nın şu açıklamasını okumuştur: “Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur’an veriyoruz. Evet bu tercüme belki iyi değildir. Çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ve ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla beraber, Ankara’da daha iyi bir Kur’an tercümesi yaptırılmaktadır” (Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, C. V, s. 1948).
Büchner’in “bilimin gelişmesiyle din ve felsefenin ortadan kalkacağı” tezine inanan Atatürk’ün bu çalışmaları yaptırmasındaki amacının, yeni toplum inşası sürecinde halkın inandığı İslam dininin modern bir şekilde yorumlanması olduğu anlaşılıyor. O bunu şu şekilde ifade edecektir: “Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde ne var, bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın. Evet ben de bilirim ki insan dinsiz olmaz. Ancak Türk’ün dini tabiattır. Bunu size münevversiniz diye söylüyorum.” (Ergin, a.g.e., C. V, s. 1950).
Atatürk, Hanioğlu’nun ifadesiyle “… dine açıkça savaş ilan eden çağdaşı Sovyet liderliğinden farklı olarak bu kurumdan yararlanmaya çalışmıştır.” O da Garpçıların önde gelenlerinden Abdullah Cevdet’in “Din halkın ilmidir, ilim havassın dinidir” görüşünü benimsemiş görünmektedir.
Bu nedenle halk için dinde reform projesini hayata geçirmiş ve bu çerçevede tefsir, meal ve hadis tercümesi süreci başlamıştır. Görüldüğü gibi yazım sürecinin uzamasının bir nedeni de Diyanet vasıtasıyla yapılan müdahalelerdir. Bu durum Elmalılı hakkında doktora yapan Flöhr’ün kitabına “Kemalizm Hizmetinde Bir Kur’an Tefsircisi” adını vermesinde de açıkça görülmektedir
İlginç bir nokta da “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirin sonraki yıllarda adeta unutulmaya terk edilmesidir. Eser daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı yerine Elmalılı’nın büyük oğlu Muhtar Yazır tarafından 1960 ve 1979’da yayınlanmış, 1994’te Zaman gazetesinin büyük bir reklam kampanyasıyla abonelerine dağıttığı sadeleştirilmiş nüsha ile de geniş halk kitlelerine ulaşmıştır.
Kaynaklar: Flöhr, B. (2015), Ein traditionalistischer Korandeuter im Dienste des Kemalismus: Elmalılı Hamdi Yazır 1878-1942, Berlin, Klaus Schwarz Verlag; (2014 ), “Die Vita des Elmalılı Hamdi Yazırs (1878-1942)”, Junge Perspektiven der Türkeiforschung in Deutschland, Wiesbaden, Springer, s. 61-80; Paksüt, F. (1993), “Merhum Dayım Elmalılı Hamdi Yazır”, M. Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınevi; Atik, N. (2021), “Elmalılı Hamdi Yazır’ın Mektuplaşmaları I”, İslami Araştırmalar, S. 32, s. 759-784; “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Yazdığı Son Meal”, İlahiyat Araştırmaları, S. 13, s. 183-221; Şentürk, R. (2016) , “Akif’in Kur’an Meali’nin Tarihi ve Tahlili”, Direnen Meal Sempozyumu, İstanbul, Mahya Yayıncılık, s. 11-23; Hansu, H. (2013), “Cumhuriyet Dönemi Resmi Tedvin Çalışmaları: Babanzade Ahmet Naim ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Hadis Projesi”, TALİD, S. 21, s. 367-405.
Anahtar Kelimeler: Elmalılı Hamdi, Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim, Atatürk.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***