Temel semptomları yüksek enflasyon ve Türk lirasının değer kaybetmesi olan, giderek derinleşen ekonomik krizin çözümü için alınması gereken öncelikli tedbirler belli. Bunlar tüm ekonomiyi tümör gibi sarmış yolsuzluk çarkının durdurulması ve “itibardan tasarruf olmaz” utanmazlığı perdesi altında kamu bütçesinin israf edilmesinin önlenmesidir.
Erdoğan rejiminin ise bu tedbirleri almaya hiç niyeti yok. İktidar elitlerinin cebini doldurma mekanizması olan yolsuzluklardan zinhar taviz verilmiyor. Yolsuzlukların sona ermesi için ülkede hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi gerekiyor ki boğazlarına kadar suça batmış iktidar ortaklarının buna, yani adalete tahammül edebilmesi mümkün değil.
Bütçedeki israfın ise bırakın durdurulmasını azaldığını gösteren en küçük bir işaret yok.
Yakın tarihten çarpıcı bir örnek:
Geçen ay Bakü’de düzenlenen İklim Zirvesi’ne ABD, İngiltere ve Japonya gibi zengin gelişmiş ülkeler yaklaşık 500 kişilik heyetlerle katılırken Türk heyetinin sayısı tam 1862 kişiydi.
Bir başka örnek: Artık görevde olmayan eski bakanlara bile ömür boyu lüks makam araçları ve şoför tahsis edildiği, bunların yakıtlarının devlet bütçesinden karşılandığı ortaya çıkalı birkaç yıl oldu, ama uygulama değişmedi.
Erdoğan rejimi asıl tedbirleri almak yerine, toplumun infiale gelmesini önlemek üzere, medyanın yüzde 90’ını kontrol ediyor olmanın rahatlığıyla propaganda faaliyetlerini tam gaz artırıyor. Ekonomik krizin asıl yükü ise enflasyonun iyice kontrolden çıktığı 2020-2023 arasında TÜİK’in “bastırılmış” veya daha doğru bir ifadeyle sahte veriler yayınlaması sayesinde sabit ve dar gelirlilerin üzerine yıkıldı.
Propagandayla peynir gemisini yürütmek, açlıktan guruldayan karnı susturmak mümkün olmadığından halka ekonomide “kötü günlerin geride kaldığı” masalı anlatılıyor. Gelecek sene bu seneden, sonraki sene ise gelecek seneden daha iyi olacak, diye boş bir umut durmadan pompalanıyor.
Asıl sorumuza dönecek olursak: Her şeye rağmen ekonomi gerçekten artık iyiye gidiyor, diyemez miyiz? Gelin, rakamlarla bu sorunun cevabını bulmaya çalışalım.
Bir ekonomi üst üste iki çeyrek (üç aylık) dönemde küçülürse, yani büyüme oranı eksi olarak gerçekleşirse, o ekonomi resmen resesyona girmiş sayılıyor. Türkiye bu yıl ikinci ve üçüncü çeyrekte yüzde 0,2 küçülerek resesyona girdi. Resesyon sırasında maaşlar düşer, ekonomik eşitsizlik ve işsizlik artar.
Resesyona düşülmesinin nedeni Merkez Bankası’nın dünyadaki en yüksek rakamlara ulaşan enflasyonu dizginlemek için faizleri yüzde 50 gibi anormal bir seviyeye çıkarmak durumunda kalmasıydı.
Peki bu işe yaradı mı? Yani enflasyon gerçekten düştü mü?
TÜİK verilerine göre Mayıs’ta yüzde 75’e kadar çıkan enflasyon sonra bir düşüş sürecine girdi ve yıl sonu itibariyle yüzde 47’ye geriledi. (ENAG’a göre ise enflasyon Mayıs’ta yüzde 120’ydi, Kasım’da yüzde 86’ya düştü.)
Düştü dedik ama bu lafın gelişi: Resmi olarak yüzde 47 oranında bir enflasyona “düştü” denemez. G20 ülkeleri arasında, ekonomisi uzun zamandır derin bir buhranda olan Arjantin’den sonra en yüksek enflasyon oranı hala Türkiye’de… Listede Arjantin ve Türkiye dışında enflasyonu iki haneli ülke yok… Üç yıldır Batı’nın kapsamlı yaptırımlarına muhatap olan ve zorlu bir savaş yürüten Rusya bile Türkiye’den sonra üçüncü sırada olmakla birlikte enflasyon oranı sadece yüzde 8,9. Tüm dünyada ise enflasyon oranı Türkiye’den daha kötü olan Arjantin dışında sadece dört ülke daha var, bunlar: Suriye, Güney Sudan, Filistin ve Zimbabve.
Sabit ve dar gelirliyi daha doğrudan etkileyen bir rakam olan gıda enflasyonuna baktığımızda durumun daha da kötü olduğuna şahit oluyoruz. Gıda enflasyonu, enflasyondaki genel trendden dört aydır ayrılmış durumda… Mayıs ayından sonra genel enflasyon her ay düşerken, gıda enflasyonu Ağustos’tan sonra yükselmeye başladı. 2024’te Küresel Gıda Endeksi neredeyse sabit kaldığı halde, yani daha önceki yıllardan farklı olarak gıda fiyatlarının yükselmesine yol açan dış bir etken ortada bulunmadığı halde, Türkiye’de gıda enflasyonu yüzde 48’i aştı. Dar gelirlinin harcama kalemleri bakımından bu enflasyonun aslında daha yüksek olduğu da belirtiliyor.
Erdoğan önce temel ekonomi öğretilerine karşı çıkıp faizleri düşürdükçe enflasyonun da düşeceğini iddia etti. Sonuç onun dediğinin tam tersi oldu. Bunun üzerine enflasyonu dizginlemek için faizleri anormal seviyelere yükseltince ekonomi durgunluğa düştü. Hatasının tüm yükünü orta ve alt sınıflara yüklediği halde enflasyonu makul seviyelere düşüremedi. Başta imalat sektörü olmak üzere ekonominin bu kadar yüksek faizleri kaldıramayacağı görüldüğünden bu aydan itibaren Merkez Bankası faiz indirimlerine başladı.
Faiz indirimi demek, ekonominin yeniden ısınmaya, yani büyümeye başlaması demektir. Bu ise enflasyonu yeniden yükselme trendine sokabilir. Oysa faizlerin yüzde 50 seviyesinde olduğu 2024’teki düşüş oranı 2025’te de tutturulabilse bile bu, gelecek yıl enflasyonun yaklaşık yüzde 30 oranında gerçekleşeceği anlamına gelecektir. Merkez Bankası’nın halk ve reel sektörün beklentisini ölçen anketlerinde enflasyon bu oranın çok daha üzerinde… Hanehalkı önümüzdeki yıl enflasyonu yüzde 63, reel sektör yüzde 47 seviyesinde bekliyor. Yani iktidarın, halkı enflasyonu düşüreceği konusunda hiç ikna edemediğini görüyoruz.
Ülke resesyondan çıkarılıp büyüme rampasına sokulurken enflasyonun da dizginleneceği varsayılıyor. Bu, hiç de kolay bir iş değildir. Erdoğan iktidarının son 6-7 yıldır gösteremediği ekonomik performansı bu yıl ortaya koyacağını beklemek ne kadar gerçekçi olabilir ki?!
Neticede iktidar yolsuzluk ve israftan vazgeçmeyen ekonomik programının yükünü orta ve alt sınıflara yüklemeye devam edecektir. Bu kesimler TÜİK’e açıklatılan sahte enflasyon oranlarına dayandırılan artışlar nedeniyle zaten maaşlarının alım gücünde, yani gerçek değerinde özellikle son üç yıldır büyük düşüşler yaşıyor. ENAG’ın rakamlarını baz alırsanız 2024’te asgari ücrete yapılan yüzde 49 artış zaten yeni bir düşüşün daha yaşandığını gösteriyor. TÜİK’i baz alırsanız ise 2024’te dar gelirlinin maaşının enflasyon kadar arttığı, yani değişmediği sonucuna ulaşırsınız. Merkez Bankası önümüzdeki yıl enflasyonu yüzde 25 oranında öngörüyor, bir yandan da faizleri düşüreceği için TÜİK şişirilmiş verilerle imdadına yetişse bile bu oranı tutturamama ihtimali düşük değil.
Bu durumda Erdoğan’ın açıkladığı yüzde 30 asgari ücret dar gelirli için resmi rakamları esas alırsanız yerinde sayma, daha gerçekçi verilere göre ise alım gücünde yeni düşüş demektir. İktidar böylece aslında dar gelirliye, “maaşında önceki yıllarda yaşanan erimenin üzerine bir bardak soğuk su iç” demiş oluyor.
Çocuk yoksulluğunda Batılı ülkeler arasında en son sırada bulunan bir ülkenin liderinin Ortadoğu’da fetih naraları atmadan önce bu fotoğraftan utanması icap ederdi. Türkiye’de her üç çocuktan biri yoksulluk içerisinde yaşıyor. En az iki milyon çocuk ise çok derin bir fukaralığın pençesinde, bırakın doğru düzgün okula gitmeyi, karnını doyurmakta bile zorlanıyor.
31 Mart seçimlerinde halkın attığı ağır tokat, yoğun propaganda bombardımanıyla sokulduğu narkozdan uyanmaya başladığını gösteriyor. Fakat ortada iktidara gerçekten alternatif olduğunu gösteren etkili, inandırıcı bir muhalefet olmadığından bu uyanışın iktidar değişikliğini nasıl tetikleyeceğini bilemiyoruz. Rejimin muhalefeti sindirme ve satın alma gücü çok yüksek… Fakat ekonomik krizin kıskacını boğazına geçirilmiş ilmik gibi her geçen gün daha şiddetle hisseden halkta, gelecekten umutlu olabilmesinin ilk adımının iktidardan kurtulmak olduğu kanaati giderek güçlenecektir. Bunun ise beklenmedik bir depremin üzerindeki koca binaları yerle bir etmesi gibi iktidarı sıkı sıkı tutunduğu koltuklarından “silkelemesi” şaşırtıcı olmaz.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***