YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
İki hafta önce Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dine hizmet metodunu, bu alanda yaptığı tecdidi ele almaya başlamıştık. Geçen haftaki yazıda tebliğ felsefesine dair iki madde üzerinde durmuştuk. Bu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.
- Realiteleri Dikkate Alma
Fethullah Gülen Hocaefendi, ömrü boyunca yüksek ideallerin peşinde koşmuş, ütopya denebilecek bir hayattan bahsetmiş ama bunları gerçekleştirmek için adım atarken realitelere sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Esasında önceki başlıkta ele alınan zamanın ruhuna uygun hareket etme de realiteleri dikkate almanın bir gereğidir. Fakat bunun dışında daha başka realitelerden de bahsedilebilir. Mesela insanların sahip olduğu tabiat özellikleri, istidat ve kabiliyetleri, insanlar veya toplumlar arasındaki farklılıklar, tabiat yasaları, sebepler, dünya sahnesinde meydana gelen olaylar birer realitedir, gerçekliktir. Bunlar görmezden gelinerek veya yok sayılarak başarıya ulaşmanın imkânı yoktur.
Hocaefendi’nin farklı zamanlarda icmali ve tafsili plan adına yaptığı izahlar, realitelere ne kadar çok önem verdiğini gösterir. Ona göre bir müminin inanıp içine sindirdiği temel değerleri vardır ve o, bu değer ve güzelliklerin herkes tarafından bilinmesini arzu eder. Bunu gerçekleştirmek için de icmali bir planla yola koyulur. Çünkü işin bidayetinde neyle karşılaşacağını bilemez. Fakat harekete geçtikten sonra bu icmali planını yaşadığı tecrübelerle, karşılaştığı gerçeklerle, önüne çıkan problemlerle detaylandırır. (Gülen, Yaşatma İdeali, s. 86) Dolayısıyla Hocaefendi’ye göre, gerçek hayatta karşılığı olmayan sözlerin, düşüncelerin, planların bir faydası yoktur.
Aynı şekilde o, yaptığı hizmetlerde Allah’a sonsuz güvenin yanında sebeplere de kılı kırk yararcasına riayet eder, fıtrat kanunlarına uygun hareket eder. Onun şu sözleri sebeplere bakışını çok güzel özetler: “İrşat ve tebliğe ait vazifelerden müspet neticeler elde etmek harikulâdeliklerle değil, sebeplere tam riayetle mümkündür. İrşat ve tebliğ hizmetlerinde, o hizmetlere ait usul ve prensiplere tamı tamına riayetle netice beklenebilir. Bunun aksi, hayalperestliktir. Allah, peygamberleri ve hususiyle de Hz. Muhammed (s.a.s) için değiştirmediği kanununu bizim için mi değiştirecek!” (Gülen, Fasıldan Fasıla, 1/131)
Bu konudaki diğer bir realite de şudur: Dine hizmet düşüncesiyle yola çıkan her topluluğun sahip oldukları insan sermayesi, bilgisi, gücü, imkânları sınırlıdır. Dolayısıyla onların ideal ve hedefleri ne kadar büyük olursa olsun, şayet başarılı olmak istiyorlarsa idealleriyle realitelerinin kesiştiği noktadan hareket etmek zorundadırlar. Hocaefendi’nin şu sözleri bu gerçeği ifade eder: “İdeallerle realiteler birbirine karıştırılmamalıdır. Himmetler âli tutulmalı, insan yüksek hedeflerin peşinden koşmalıdır. Fakat zaman, mekân, imkân ve insan unsurunun hesaba katılarak meselelerin realize edilmesi gerekir. Güzel düşüncelerin mevcut şartlar açısından gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği iyi hesap edilmelidir ki atılan adımlar hüsran ve fiyasko ile neticelenmesin.” (Gülen, Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız, s. 44)
Hocaefendi farklı sohbet ve yazılarında realiteleri dikkate almadan çıkılan yolculuğa “maceraya atılmak” olarak bakar ve bu tür maceraların da şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da hüsranla neticeleneceğini belirtir. Aynı şekilde o, arzu edilen neticelerin alınabilmesi ve inkisar yaşanmaması için hükümlerin hayal ve vehimler üzerine değil, vakıalar ve realiteler üzerine bina edilmesi gerektiğini söyler. İnsanlığın ortak kabulü hâline gelmiş evrensel değerleri dikkate almadan iş yapmanın maliyetinin ağır olacağını belirtir. Dünyanın silahlanma yarışına girdiği ve harıl harıl kitle imha silahlarının üretildiği bir dönemde çatışma ve düşmanlıkları körüklemenin insanlığın sonunu getirebileceğini hatırlatır ve sulh-u umuminin temini adına gayret göstermenin hayatî önemi üzerinde durur. Bütün bunların irşat erleri için de riayet edilmesi gereken temel düsturlar olduğunda şüphe yoktur.
Günümüzün en büyük realitelerinden biri de haramların ve günah kirlerinin toplumun her tarafını sarmasıdır. Hocaefendi’nin ifadesiyle, günümüz Müslümanları günlük hayatlarında bile pek çok konuda taviz vermekten, bir kısım günahlara bulaşmaktan kendilerini kurtaramamaktadır. (Gülen, Dert Musikisi, s. 128) O, bir müminin, üzerine hiçbir kir ve çamur bulaştırmama, anasından doğduğu gibi pak ve arı olarak ahirete yürüme azmi, niyeti ve gayreti içinde bulunması gerektiğine fevkalâde önem verir. Şartların zorluğuna bakıp rahat hareket etmeyi kesinlikle doğru bulmaz. İnsanın, dinini, müstehap ve âdâplarına varıncaya kadar hassasiyetle yaşaması gerektiğini söyler. Fakat bu hassasiyetlerin, i’lâ-i kelimetullah vazifesinin ihmalini netice vermesini de doğru bulmaz ve şu uyarıyı yapar: “Şunu kabul etmek gerekir ki siz, herkesin edebiyle oturup kalktığı, düşüncelere saygı duyulduğu, kimsenin hissiyatının rencide edilmediği Asr-ı Saadet döneminde yaşamıyorsunuz. Dolayısıyla dinî hassasiyetinize muhalif olan ve hoşunuza gitmeyen bazı durumları “umumî belva” diyerek göze almazsanız, kimseye kendinizi ifade etme fırsatı bulamaz ve hareket alanınızı daraltmış olursunuz.” (Gülen, Dert Musikisi, s. 128)
- Tebliğde Tedricilik
Tedricilik, zihinlerin rehabilite edilerek ilahî hükümleri kabule hazır hâle gelmesi için şer’î hükümlerin aşamalı olarak, belli zaman aralıkları ile konulması demektir. (Gülen, Kendi İklimimiz, s. 139) Bu anlamıyla tedricilik, sadece vahyin devam etiği teşri dönemine aittir. Tebliğde tedricilik ise İslâm’ı insanlara arz ederken, teşri felsefesine uygun bir şekilde belli bir sıranın gözetilmesini ifade eder. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Hakim’i tek bir seferde indirip sahabeyi bununla amel etmeye zorlamamıştır. Bilakis âyetlerin nüzulünde belli bir sıra takip edilmiştir. Genel anlamda, Mekke döneminde imana müteallik âyetler inmiş, sahabe vahyi kabul noktasında belli bir kıvama geldikten sonra da amele ait hükümler nazil olmuştur. Aynı şekilde farzlara ve haramlara ait fiiller de aşamalı olarak emredilmiş veya yasaklanmıştır. Teşri döneminden sonra bu anlamda bir tedricilik söz konusu olamaz. Yani kimse dindeki hükümlerde bir değişikliğe gidemez. Fakat teşri felsefesini çok iyi kavrar ve muhatap olduğu insanları çok iyi tanırsa, İslâm’ı insanlara ürkütmeden, zorlaştırmadan, alıştıra alıştıra, rehabilite ede ede, onların rahatça kabul edebileceği bir tarzda sunabilir.
Yaşadığımız çağ, genel anlamda insanların maneviyattan uzaklaştığı, dine yabancılaştığı bir çağdır. Maalesef Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna yabancı nice felsefeler, düşünceler, alışkanlıklar gelip dinin tahtına oturmuş ve zihinlere hükmetmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu asrı, “taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asır” olarak tanımlar. Hocaefendi de bu çağda dinin yaşadığı gurbeti bazen “fetret dönemi” tabiriyle bazen de “ikinci cahiliye” tanımlamasıyla izah eder. Böyle bir dönemde dini anlatmakla mükellef olan insanların üslup ve usule çok daha fazla dikkat etmesi, işe nereden başlayacağını çok iyi hesap etmesi gerekir. Hocaefendi’nin vaaz ve sohbetlerinde ele aldığı konularda, söyleminde, hizmet stratejisinde tedricilik ilkesinin yansımalarını görmek mümkündür. Mesela o, yetmişli yıllardaki vaazlarında önce imanî hakikatleri anlatmış, ardından İslâm esaslarına geçmiş, sonrasında da ahlâka, tebliğ ve irşada, sosyal ve iktisadî yapıya dair konulara eğilmiştir.
İnsanlara dinî hakikatleri anlatan kimseler çağı doğru okuyamaz ve yaşanan değişimi kavrayamazlarsa sözlerinin muhataplar nezdinde bir karşılığı olmaz. Anlattıkları konular ütopik ve hayali kalır. Henüz merdivenin ilk basamaklarını adımlamayan kişiyi üst basamaklara çıkaramazsınız. Bu açıdan imanî hakikatlerin izahı Hocaefendi’nin her zaman birinci gündemi olmuştur. O, “Öncelikle nasıl ifritten bir dünyada yaşadığımızın farkına varacak, arkasından da Efendimiz (s.a.s) işe nereden başladıysa siz de oradan başlayacaksınız.” (Gülen, İmtihanlar Kuşağı, s. 224) şeklindeki ifadeleriyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
O, başka yazıda bu düşüncesini daha detaylı ifade eder: “İslâm dünyasının asıl problemi iman problemidir. Burada çok büyük bir gedik açılmıştır. Siz bu gediği kapatmadığınız sürece başka tarafları sıvamaya çalışsanız da bu sıvalar tutmayacak, dökülecektir. Statiği bozuk, temelleri zayıf bir binanın duvarlarını boyamak abesle iştigalden başka bir şey değildir. Dolayısıyla asıl üzerinde durulacak ve en çok tahşidat yapılacak konu, imanî ve ahlâkî meselelerdir. Yazarken, konuşurken, bir yayın politikası takip ederken önceliğimiz hep bu olmak zorundadır. Onun için demiyor mu Hz. Pir, “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir.” Ümmühata ait meselelerin (ana konular) zaafa uğradığı bir yerde enerjiler füruat sayılabilecek hususlarda tüketilmemelidir.” (https://herkul.org/kirik-testi/ihya-edilmesi-gereken-degerler/)
Hocaefendi’nin hizmette herkese seviyesine göre yürüyebileceği yollar açması, herkese kaldırabileceği sorumluluklar yüklemesi, kimseyi dışlamadan dine doğru atılan her bir adımı bir kazanım olarak görmesi de tedriciliğin gerekleridir. O bir yerde bu düşüncesini şöyle izah eder: “Çok farklı inanç ve kültürlere sahip insanların tamamına aynı hakikatleri duyurmak, onları aynı çizgi üzerinde toplamak çok zordur. Önemli olan, herkese kendi konumuna göre bir şeyler diyebilmektir. Bazılarında kendi değerlerinize karşı bir alâka uyanır, bazılarının küfr-ü mutlakı kırılır, bazıları “araf”a ulaşır, bazıları sempatizan bazıları dost olur, bazılarının da içinde iman meşalesi yanar. Bunların hepsi birer kazanımdır.” (https://herkul.org/kirik-testi/yol-bu-erkan-bu/)
Tedricilik sadece anlatılan konuların seçiminde ve sıralamasında söz konusu değildir, aynı zamanda kullanılan üslup da çok önemlidir. İnsanlara aynı hakikati ifade etmenin elli yolu vardır. Muhatapların seviyesine göre bunlardan biri seçilip kullanılabilir. Mesela insanlara dinin, evrensel insanî değerlere bakan mesajları öncelikli olarak sunulabilir. Dinî kavramlara tepkili kimselere karşı aynı mazmun ve manayı ifade eden seküler kavramlar tercih edilebilir. Hocaefendi’nin şu sözleri bu noktaya işaret eder: “Şayet insanlık sizin sunacağınız mesajı natürel hâliyle kabul etmeye müsait değilse, onu rafine edecek ve onların hazmedebileceği şekle sokacaksınız. Söyleyeceğiniz şeyleri onların idrak seviyelerini göz önünde bulundurarak söyleyeceksiniz.” (Gülen, Işık Karanlığı Boğarken, s. 87)
Hocaefendi’nin sık sık “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” üzerinde durması da tedriciliğin bir başka boyutudur. İman ve Kur’ân davasının aceleciliğe tahammülü yoktur. Atılan adımların teenni ile atılması gerekir. Kemikleşmiş bir kısım düşünce ve uygulamaların değişmesinin zamana bağlı olduğunun bilinmesi ve aceleyle bunların üzerine gidilmemesi gerekir. Hocaefendi toplumun ahlâk ve maneviyatı adına geçireceği değişimin belli bir zaman gerektirdiğini şöyle anlatır: “Bir toplumda bir kısım dejenerasyon ve deformasyonlar yaşanmışsa, bunları yeniden formuna sokmak için hangi yol ve usûllerin takip edilmesi gerektiği çok iyi hesaplanmalıdır. Siz insanları birdenbire düzeltemezsiniz. Uzun zaman dinden uzak kalmış ve seküler bir hayat tarzına âdeta inhimak etmiş insanları yeniden kendilerini doğru okuyabilecekleri bir konuma ulaştırmak belli bir zamana vâbestedir.” (Gülen, Yenilenme Cehdi, s. 74)
Esasında tedricilik, realist olmanın, insan fıtratını gözetmenin, değişim gerçeğini kavramanın, âdet-i ilâhiye tâbi olmanın, tekvini emirlere uygun hareket etmenin bir gereğidir. Hocaefendi de, “Bugüne kadar bütün yükselişler, bütün açılımlar, bütün oluşumlar tedrici olarak adım adım gerçekleşmiş, âdet-i sübhaniye böyle tecelli etmiştir.” (https://herkul.org/kirik-testi/ihya-edilmesi-gereken-degerler/) şeklindeki sözleriyle bu gerçeğe dikkat çeker. Her bir oluşum ve değişim için takip edilmesi gereken adımlar vardır. Zamanı gelmeden, toplum hazır olmadan, alt yapısı hazırlanmadan atılan atımlar çoğu zaman hezimetle neticelenir. Çözümü için yeterli şartlar oluşmadan ve yeterli imkânlara sahip olmadan problemlerin üzerine gitmek onları daha da büyütmekten başka bir işe yaramaz. Dolayısıyla marufu emretme adına dinin bütün emirlerini insanlara boca etmek de münkeri nehyetme adına toplumdaki bütün çarpıklıklara savaş açmak da tedricilik üzerine oturan teşri felsefesine aykırı usullerdir.
- Hayatın Bütün Alanlarında Bulunma
Dini anlatma, irşat ve tebliğ faaliyetinde bulunma belli bir zümrenin vazifesi olmadığı gibi kimsenin tekelinde de değildir. Hassaten bu alanda büyük bir boşluğun yaşandığı günümüzde; mesleği, konumu, statüsü ne olursa olsun, her bir Müslümanın sahip olduğu imkânlar ölçüsünde dinine, değerlerine, yüce mefkûresine hizmet etmesi gerekir. İşte Hocaefendi’nin bu alanda yaptığı yeniliklerden biri de dini temsil etme ve anlatma vazifesini toplumun çok geniş bir tabanına yaymasıdır. Hocaefendi’nin sohbet ve vaazlarını dinleyen, eserlerini okuyan kimselerin çok defa gözleri hakikate açıldığı gibi, onlarda başkalarıyla ilgilenme noktasında da yüksek bir motivasyon oluşur. Heyecanlarını, ilhamlarını muhtaç sinelere akıtmak için can atarlar. Başkalarını düşünmeye, onların kurtuluşunu dertlenmeye, mevcut problemler için reçeteler üretmeye başlarlar.
Öte yandan, din, son bir iki asırdır bir darlığa mahkûm edilmiş, dindarlar toplumun geleceğinin planlandığı karar mekanizmalarından uzak tutulmuş, başkalarının güdümünde bir hayat sürmek mecburiyetinde bırakılmışlardır. Müslümanlar git gide realitelerden koptukları, çağlarını doğru okuyamadıkları ve dünyaya kapandıkları için vesayet altına alınmışlardır. Dindarların, çocuklarını sadece dinî kurumlara göndermeleri ve sadece dinî vazifeler almalarını telkin etmeleri de onları toplumun ve hayatın dışında bırakmıştır. Sosyal hayata ve toplumun geleceğine dair yapılması gereken dünya kadar vazife ihmal edilmiştir. Şu tespitler ne kadar yerindedir: “Müslümanlar hayatın ve toplumun içinde olmadıkları sürece, yaşadıkları hayat da kendilerine göre olmaz. Hayatın kendi değerlerinize göre şekillenmesini istiyorsanız, onun içinde bulunmanız gerekir.” (Gülen, Dert Musikisi, s. 129)
Hocaefendi’nin derdi, davası insanlara sadece helâlleri haramları anlatmak, ibadetler üzerinde durmak, belirli dinî meselelerin izahını yapmak vs. değildir. O, dine hizmet meselesini çok daha köklü ve şümullü ele alır. Müslümanların asırlık problemlerinin çözülmesinden, asırlardır tahrip edilen İslâmiyet kalesinin tamir edilmesinden, ilimlerin tevhid eksenli yeniden yorumlanmasından, cehaletin yerine marifet ve sanatın ikame edilmesi için azami cehd ve çaba sarf edilmesinden, toplumdaki çatışma ve kavgaların sona erdirilmesinden, asırlardır dumura uğramış zihinlerin yeniden canlandırılmasından vs. bahseder. Yani toplum çapında yaşanacak umumi bir dirilişin hülyalarını kurar. Kendi ifadesiyle umumî bir diriliş ise toplumun bütün birimleri ve müesseseleriyle dirilişine bağlıdır. Topluma ait bütün üniteler ıslah edilmedikçe toplumun ıslahı da mümkün olmayacaktır. (https://herkul.org/kirik-testi/ihya-edilmesi-gereken-degerler/)
Hocaefendi dine hizmet etme ve dini anlatma meselesini çok şümullü ele almıştır. Meseleyi sadece vaaz u nasihat etmekten ibaret görmemiştir. Dinin öğretilerini hayata taşıyabilmek, ilâhî maksatları gerçekleştirebilmek için meşru bütün vesileleri değerlendirmeye çalışmıştır. Çoğu zaman din, diyanet demeden, Kur’ân ve Sünnetten bahsetmeden dinin hedeflerini gerçekleştirmiştir. Dilin üzerinde durmuş, ahlâka vurgu yapmış, eğitim seferberliği başlatmış, birlik ve beraberliğin tesisi üzerinde durmuş, sulh ve barışın sağlanmasına katkıda bulunmuş, insanî yardım faaliyetlerinin içinde yer almış, farklılıkları çatışma değil zenginlik vesilesi olarak görmüştür. Yüce hakikatleri anlatabilmek için değişik ilim dallarından, çağın birikiminden, her tür teknik ve teknolojiden istifade edilmesi gerektiğini söylemiş ve bunu pratiğe de taşımıştır. Meseleye bu kadar geniş bakan bir kimsenin faaliyet alanı olarak sadece dinî kurumları seçmesi, hayatın diğer alanlarını boş bırakması zaten söz konusu olamazdı.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***