YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Arapça’da “cedid” kelimesi “yeni” anlamına geldiği gibi, tecdit de yenilemek, yeni bir yol açmak demektir. Tecdidin İslâm düşüncesindeki karşılığı ise zaman içinde zayıflayan veya kopan dinle hayat arasındaki irtibatı yeniden kurma, canlandırma veya güçlendirmedir. (Bkz. DİA, “Tecdid” mad.) Hocaefendi’nin tarifiyle tecdit, zamanın geçmesiyle renk ve desenini yitirmiş bir hakikatin yeniden asli hüviyetine kavuşturulması, Kur’ân ve Sünnet’in asıl mahiyetiyle bir kere daha ikame edilmesi, anlam ve önemini yitirmiş dinî hükümlerin vazediliş gayelerine uygun bir şekilde yeniden insanların nazarına sunulmasıdır. (Gülen, İmtihanlar Kuşağı, s. 74)
Görüldüğü üzere yenileme, dinin bizatihi kendisinde söz konusu değildir. Zira o, zaten her zaman ter ü tazedir. Eskiyen, insanların zihinleri ve düşünceleridir. Yoksa duygu ve düşünce dünyaları itibarıyla renk atıp solmayan kişiler dinin emirlerini her zaman için gökten yeni inmiş gibi duyup hissedebilirler. Fakat zamanla gelip hayatımıza hâkim olan bir kısım âdet ve alışkanlıklar insanları dinin nezih atmosferinden uzaklaştırabilir. Veya gafletin galebe çalmasıyla insanlarda dinin en muhkem meselelerine karşı bile ülfet ve ünsiyet oluşabilir. Çağın kültür ve birikimi insanların, dini anlayış ve yorumlayışlarında bir kısım çarpıklıklar ortaya çıkarabilir. Bu açıdan yenilenmesi gereken şey dinin kendisi olmayıp, insanların dini anlama, algılama ve yaşama tarzlarıdır. (Bkz. Gülen, İmtihanlar Kuşağı, s. 74)
Tecditle ilgili bu izahlardan da anlaşılacağı üzere müceddidin vazifesi, dinin doğru anlaşılıp yaşanmasının önündeki sorunları çözmesi, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf etmesi, inanılması ve yaşanması gerekli olan hakikatleri kendi tazelik ve canlılığıyla çağın gereklerine uygun bir şekilde yeniden insanlara duyurması, dinî hayatın yaşanmasında oluşan çatlak ve kırıkları tamir ve ıslah etmesidir.
Fethullah Gülen müceddit midir?
Hocaefendi, tabiatı itibarıyla son derece alçakgönüllü, mütevazi ve mahcup bir kişidir. Öne çıkmayı/çıkarılmayı, şöhreti, nam u nişanı, iddialı olmayı hiç sevmez. Sürekli nefsi sıfırlamaktan, insanlardan bir insan olmaktan bahseder. Acz u fakrı mesleğinin temel esasları olarak görür. Kendini ifade eden ve öne çıkaran söz ve davranışlardan da, başkalarının kendilerini insanlara beğendirme gayretlerinden de hoşlanmaz. Çünkü o, Allah’a kulluğu en büyük pâye görür. Mümine yakışanın, insanların değil, Allah Teâlâ’nın rıza ve hoşnutluğunu kazanması olduğunu söyler. Bütün bunları hem yazılı ve sözlü eserlerinde hem de yaşantısında yakinen görmek mümkündür.
Dolayısıyla onun hakkında birileri tarafından farklı iddialar ortaya atılmış olsa da o, hayatı boyunca hiçbir zaman mehdi, mesih, müceddit, müçtehit, gavs, kutup olma gibi bir iddiada bulunmamıştır. Hatta sevenlerinin kendisine bu tür yüksek vasıflar vermelerini de şiddetle reddetmiştir. Onlardan kendisine ulvî makamlar vermelerini değil, davasına sadık ve vefalı olmalarını beklemiştir. Hocalarından bu dersi alan Hizmet gönüllüleri de kendi aralarında onu hep “Hocaefendi” olarak isimlendirmiş, bunun dışında ona farklı makamlar verme yoluna gitmemişlerdir.
Bununla birlikte özellikle Arap dünyasında Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında yapılan çalışmalarda, yazılan makale ve kitaplarda onun dinî düşüncede bir ıslah ve tecdit faaliyeti yaptığı sıklıkla dile getirilmiştir. Esasen Hocaefendi’nin ortaya koyduğu fikirlere, eserlere ve yaptığı değişime bakacak olursak onların bu konuda haksız oldukları da sözlenemez.
Buradaki maksadımız, Hocaefendi’yi, hadis-i şerifte Allah’ın her asırda göndereceğini bildirdiği (Ebû Dâvud, melâhim 1) müceddit ilân etmek suretiyle ona bir kudsiyet ve büyüklük atfetmek değildir. Hatta onun dine yaptığı hizmetlere tecdit dememiz de şart değildir. Bunun yerine ıslah, diriliş, ihya gibi başka bir kavram da kullanılabilir. Fakat şurası bir gerçek ki Hocaefendi, dinin anlaşılması, yaşanması ve başkalarına anlatılması noktasında yepyeni bakış açıları getirmiş, orijinal yorumlar ortaya koymuştur. Farklı bir ifadeyle o, asırlardır tahrip edilen İslâmiyet kalesinin tamir ve ıslahı adına önemli bir misyon yüklenmiş, yeni yöntemler geliştirmiştir.
Fethullah Gülen hangi alanlarda tecdit yaptı?
İlk asırlardan bu yana müceddit olarak gösterilen âlimlerin her biri kendi dönemlerinin problemleri ve ihtiyaçları nelerse onlara yoğunlaşmışlardır. Yani dinin hangi yönü ihmal edildiyse onu ikmal ve ihya etmeye çalışmış, hangi değerler tahrip edildiyse onu ıslah ve tamir etmekle uğraşmışlardır. Bu anlamda kimi İslâmî ilimlere, kimi Sünnetin ihyasına, kimi kalb ve ruh hayatına, kimi içtimai ve siyasi meselelere odaklanmıştır.
Peki, Hocaefendi’nin dinî alanda yaptığı tecdit nedir? Onun geride bıraktığı birikim ve tecrübeye baktığımızda, dine yaptığı hizmetlerin çok şümullü ve geniş tabanlı olduğu görülür. Fakat bir tecditten bahsedeceksek bu, daha ziyade dine hizmet metodunda, tebliğ felsefesinde olmuştur. Araplar buna fikhu’d-da’ve (davet fıkhı) derler. İstersek bu misyona, i’lâ-i kelimetullah vazifesinin asrın şartlarına uygun yöntem ve metodolojisini vaz etme olarak da bakabiliriz. Ya da Hocaefendi’nin, bugünün insanının zihin yapısını göz önünde bulundurarak emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker vazifesinin ilke ve esaslarını ortaya koyduğunu ifade edebiliriz.
Nitekim Hocaefendi de tecdidin, asla ve temele sadakatin yanında zamanın kavranması olduğunu söylemiş, zamanın şartlarına göre dinî meseleleri sunma tekniğinin ve ifade tarzının değişeceğini söylemiştir. (Gülen, Fasıldan Fasıla, 5/66)
Hocaefendi’nin yarım asrı aşkın gayretlerine, hizmet tecrübesine ve geride bıraktığı sözlü ve yazılı eserlerine baktığımızda bu tecdidin de üş aşamadan oluştuğunu söyleyebiliriz. İlk olarak “altın nesil” kavramı ile ifade edilen kıvamda insanların yetişmesi, ikinci olarak onlara sahih İslâm anlayışının talimi, üçüncüsü de inanılan ve yaşanılan hakikatlerin başkalarına da ulaştırılabilmesi için yol ve yöntemlerin geliştirilmesidir.
Bu yazıda kısaca ilk iki madde üzerinde durduktan sonra, detaylı olarak üçüncü maddeyi ele almak istiyoruz. Zira hem Hocaefendi’nin hem de günümüzde adına “Hizmet” denilen oluşumun anlaşılması büyük oranda bunun anlaşılmasına bağlıdır. Hatta şunu da çok rahatlıkla ifade edebiliriz ki kimi dindarların Hocaefendi’ye yönelttikleri eleştirilerin temel sebebi, onun ortaya koyduğu fikirlerin veya Hizmet adına yapılan faaliyetlerin doğru anlaşılmaması, bunların Müslümanlar için temel referans kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’le irtibatının doğru kurulamamasıdır.
Yetiştirdiği “Altın Nesil”
Daha önce başka bir yazıda detaylı olarak ele aldığımız üzere Hocaefendi, çocukluğundan itibaren İslâm’ın, Müslümanların ve hatta bütün insanlığın meseleleriyle dertlenen yüce himmet sahibi bir insandır. O, hayatı boyunca topluma nizam verme hafakanlarıyla oturup kalkmıştır. 1966’da İzmir’e yeni geldiği günlerde yazdığı şiirinde yeni bir dünyadan bahsetmiştir. Kur’ân’ın yaşadığı gurbeti sona erdirebilmenin, asırlardır Müslüman toplumlarda oluşmuş derin boşluğu doldurabilmenin hayallerini kurmuştur. İslâm’la ilgili önyargıları kırmak ve Müslümanlarla ilgili negatif düşünceleri düzeltmek istemiştir. Sürekli i’lâ-i kelimetullah demiş ve Allah Resûlü’nün (s.a.s) ümmetine emanet ettiği kutsal mesajı bütün insanlığa ulaştırmayı en büyük gaye-i hayal edinmiştir. Akılla kalbi birleştirmekten, tekvinî ve teşriî emirleri (dinî ve pozitif bilimleri) birlikte mütalaa etmekten, İslâm’ın kalb ve ruh hayatını canlandırmaktan bahsetmiştir.
Bu yüce hayallerin gerçekleşmesinin, arzulanan hedeflere ulaşılmasının ise donanımlı bir kadroya bağlı olduğunda şüphe yoktur. Hocaefendi, -yapılan hizmetleri her zaman takdirle kaşılasa da- camide verilen vaaz ve hutbelerle, imam Hatip ve İlahiyatlarla asırlık problemlerin çözülemeyeceğinin farkındaydı. Aynı şekilde, kendi çeperlerinin dışına çıkamayan dinî cemaat ve tarikatların da böyle köklü bir değişime öncülük edemeyeceğini biliyordu. Adına “İslamcılar” denilen ve siyaset sahasında mücadele eden Müslümanlar ise çözümün bir parçası olmak bir yana, var olan problemleri daha da büyütüyordu. Aynı şekilde şekilciliğe takılmış, dünyaya dalmış, imanda tahkike erememiş, darlıktan kurtulamamış sıradan Müslümanlarla da yorucu ve uzun bir maratona çıkmanın imkânı yoktu.
Bu son ve evrensel din; partal insan, bayat düşünce ve dûn himmetle temsil edilemeyeceği içindir ki (Gülen, Buhranlı Günler, s. 72) öncelikle yapılması gereken şey, yepyeni bir nesil yetiştirmekti. Bu ihtiyacı Hocaefendi şöyle ifade eder: “Son birkaç asırdır yanlış yollarda yürüyen ve bir türlü kendine gelemeyen insanlığa ancak iyilik duygusuyla dopdolu ve mükemmelliğe talip fertler yardımcı olabilecek ve hakiki manada insan olmanın yollarını göstereceklerdir. Bulundukları her ortamda insanî değerlerin sözcülüğünü yapacak, iyilik ve güzellik duygusunun toplum tabanında adım adım yayılmasına katkıda bulunacaklardır. Kalbi insanlık için çarpan bu güzide fertlerin çaba ve gayretleri sayesinde umumi bir uyanış yaşanabilir; herkes insanlığın ortak dilini konuşmaya, aynı hedef peşinde koşmaya başlayabilir.” (https://herkul.org/kirik-testi/insanligin-gercek-insanliga-yukselmesi-ve-toplumun-salahi/)
Evet, Hocaefendi, öncelikle yeni bir nesil yetiştirmekle işe başladı. Peki, bu nesil hangi özelliklere sahip olmalıydı? Hocaefendi’nin, farklı yazılarında hayalini kurduğu altın nesle verdiği şu isimler bile bu konuda bize yeterli bir kanaat verecektir: İnsanlığa adanmış ruhlar, ruh mimarı rabbaniler, günümüzün karasevdalıları, hakka adanmış ruhlar, geleceğin mimarları, fikir işçileri, ızdırapla bütünleşen ruhlar, kudsiler topluluğu, ışık süvarileri, fecir erleri, istikamet abideleri, kıvam kahramanları, yüce hedeflere kilitli ruhlar, diriliş erleri, Kur’ân nesli, yaşatma idealinin temsilcileri, “deliler”, ıslah kahramanları, adanmışlar, hizmet tiryakileri, hillet mesleğinin temsilcileri, peygamber yolunun âşıkları, yüce bir mefkurenin kutlu talipleri, düşünce ve aksiyon insanları, mefkûre muhacirleri.
Hocaefendi’ye göre İslâm dünyasının en temel problemlerinden biri, dava ve mefkûre insanı eksikliğiydi. Yapılması gereken de okuduğu ve öğrendiği yüce hakikatleri önce arızasız ve kusursuz bir şekilde kendi hayatında temsil edecek, ardından da onları en ileri noktalara ulaştırmayı asıl maksat edinecek adanmış Müslümanlar yetiştirmekti. (https://herkul.org/kirik-testi/mefkure-toplumu/) O, yarım asrı aşkın gayretleri neticesinde, kısmen de olsa kendi dertleriyle dertlenebilen, imanlı, ahlâklı, eğitimli, kültürlü ve donanımlı bir nesil yetiştirdi. Sekülerliğin ve narsizmin bütün dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde onlara fedakârlığı, adanmışlığı, başkaları için yaşamayı aşıladı. Onlara bir gaye-i hayal verdi; geniş bir ufuk, yüce bir mefkûre kazandırdı. Onlar da bu mefkûrelerini gerçekleştirebilmek için dünyanın dört bir yanına açıldılar ve insanlığa yeni bir ruh üfleyebilmek için canla başla hizmet ettiler.
Sözü daha fazla uzatmadan kısaca şunu söyleyebiliriz: Hocaefendi Hizmet erlerinin önüne rol model olarak sahabeyi koydu ve şu sözleriyle onları birer sahabe olmaya çağırdı: “Günümüzde bizim ihtiyaç duyduğumuz şey imanı, iç derinliği, Allah’la irtibatı, verme duygusu, ibadeti, adanmışlığıyla Müslümanlığın sahabicesini ihya etmektir. Onları örnek almalı, onlar gibi olmaya çalışmalı, herkese onları nazara vermeli, onlar gibi olma arzusunu uyarmalıyız. Zira bugün yeniden bir diriliş düşünülüyorsa bunun yolu sahabe gibi olmaktan geçer.” (https://herkul.org/kirik-testi/sahabenin-mustesna-konumu/)
Talim Ettiği İslâm Yorumu
Bilindiği üzere İslâm’ın en temel hedeflerinden biri, tebliğdir. Peygamberlerin asıl misyonu bu olduğu gibi, onların yolunu takip eden inananların da ilahî mesajı ulaşabildikleri herkese ulaştırmaları en büyük vecibedir. Bugüne kadar İslâm uleması bu vazifenin edasını farz-ı kifaye olarak görmüştür. Yani Müslümanlardan bir grup irşat ve tebliğ vazifesinin hakkını veriyorsa diğerlerinden bu iş düşer demişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri ise yaşadığı dönemde bu vazifenin terk edildiğini, ihmale uğradığını gördüğü için onun farzlar üstü bir farz olduğunu ifade etmiştir. Hocaefendi de “Her mü’min donanım ve kabiliyeti, imkân ve konumu ölçüsünde dinini anlatmakla yükümlüdür.” (https://herkul.org/kirik-testi/tebligde-uslup-problemi/) sözleriyle bu sorumluluğa dikkat çekmiştir. Başka yazıda bu vazifenin önemini şu ifadelerle ortaya koyar: “Sağlam bir inançla gönlünü İslâm’a bağlamış bir mümin ya insanları marufa çağırıp sinelerde iyilik ve güzellik çerağları tutuşturur veya kötü ve çirkin şeylerden sakındırıp insanları onlardan uzaklaştırmaya çalışır; ama her halükârda bu istikamette bir cehd ve gayret içinde bulunur.” (Gülen, Kalb İbresi, s. 168)
Burada üzerinde durulması gerekli olan asıl nokta şudur: Temsil edilmesi, anlatılması, hayata taşınması gerekli olan din hangi dindir? Selefilerin zahiri, lafzî, dar yorumu mudur? Siyasal İslamcıların hamasi ve sloganik Müslümanlığı mıdır? Radikal grupların sert, dışlayıcı ve tekfirci din yorumu mudur? Modernistlerin ve tarihselcilerin içini boşattıkları din anlayışı mıdır? Oryantalistlerden emanet alınmış bir kısım çarpık, sakat düşünceler midir? Bazı tarikat ehli tarafından hayattan, bilimden, akıldan koparılmış bir din midir? Bazı idealist yazarların realitelerden kopuk ütopik yaklaşımları mıdır? Ya da şekle kurban edilmiş, folklora döndürülmüş, özü unutulmuş halk İslâmı mıdır?
Demek istediğimiz o ki Hocaefendi, yetiştirdiği nesle sadece gaye-i hayal vermekle kalmadı, onlara Kur’ân ve Sünnet’i nasıl anlayacaklarının, dinî nasıl yaşayacaklarının yolunu da gösterdi. Onlara, bir taraftan dinî değerlere ve mukaddesata son derece bağlı ve saygılı olmayı ama diğer yandan da başkalarına karşı İslâm’ın özündeki sevgi, saygı, şefkat, müsamaha, barış, empati gibi değerleri en güzel şekilde temsil edebilmeyi öğretti. Onlar arasında sünnet-i seniyyenin birçok meselesini yeniden ihya etti. Hicret, himmet, infak, istişare, i’la-i kelimetullah gibi birçok dinî meseleyi onlar vasıtasıyla işler hâle getirdi.
Hocaefendi’nin Kur’ân’a nasıl baktığını, İslâm’ı nasıl anladığını uzun uzadıya burada izah etmemiz zor. Şu kadarını söyleyelim ki Hocaefendi, Kur’ân’a, ilâhî vahye, Allah Resûlü’nün rehberliğine sınırsız ve sarsılmaz bir güven duydu ve Hizmet insanlarına da bunu aşıladı. Hiç şüphe yok ki bu da onun Allah’a duyduğu derin iman ve tevekkülünden kaynaklanıyordu. Dolayısıyla bütün problemlerimizin reçetesini bu menhelü’l-azbi’l-mevruddan (tatlı su kaynağından) bulup çıkardı. Mevcut telakkilerin, modern kültürün, değişik felsefe ve ideolojilerin bu tatlı su kaynağını bulandırmasına müsaade etmedi. Kur’ân ve Sünnet’i anlamada sahabe yolunu esas aldı, ilâhî maksatları önceledi, selef ulemasının izini takip etti, geleneksel mirası çok iyi değerlendirdi. Bu yüzden de Hizmet insanlarını, modern dönemde dini anlamada ortaya çıkan bir kısım çarpık anlayışlardan korudu.
(Bir sonraki yazıda Hocaefendi’nin hizmet metodunu ve tebliğ felsefesini ele alacağız.)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***