Modern insanın pusula arayışı, aslında yeni bir varoluş biçimi arayışı esasen. Bu arayışta başarılı olmak, sadece bireysel değil, kolektif bir çaba gerektirir. Belirsizliği kucaklayan, farklılıklarla birlikte yaşayabilen, eleştirel düşünceyi koruyabilen ve kolektif eyleme kapasitesini geliştirebilen bir insanlık, belki de ihtiyacımız olan yeni pusulayı inşa edebilir.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Biliyorum pek çok okurumuz, “Güncel meseleler varken bu pusula filan nereden çıktı?” diye serzenişte de bulunmakta. Ancak 24 saat “Tayyip de Tayyip” demenin lüzumsuzluğuna inananlardanım. Şunu demek istiyorum; Trump’un seçilmesiyle gerek küresel ölçekte gerekse bizim başımıza 10 yıldan fazladır sarılmış olan totaliter rejimin lokal gündemi içinde debelenmekten şahsen ben sağlığımı kaybettim. Sevgili Bülent Korucu ile yaptığımız “Apolitik Konuşmalar”da da vurguladığım üzere, bir süre sonra tıpkı Vietnam Sendromu gibi Tayyip Sendromu’na duçar nesiller gelecek. Evet korkarım ki gelecek…Merak edenler o programı şuradan izleyebilir.
Yanından geçtiği güvercin kafesini bile sırf huzurlarını bozmak için şemsiyeyle dürten bir kişilikten gece gündüz bahsetmek kimsede sağlık filan bırakmaz sevgili dostlar.
Hem zaten başta bizim sitemiz olmak üzere pek çok kaynaktan ve sosyal medyadan zaten sürekli olarak siyaset gündemine muhatap oluyorsunuzdur. Varsın bir kişi de gündem dışı, kendi kafasına göre, sanattan, felsefeden bahsetsin.
Olmaz mı?
Bu kısa arz-ı halden sonra önceki iki yazımıza bugün noktayı koyalım. Koyalım ki, bence daha önemli bir mevzuya başlayacağız. Bediüzzaman’dan yola çıkarak felsefede ve inançta “Arzu Nesnesi”ni inceleyeceğiz. Lacan’dan Jung’a, Arabi’den Nursi’ye sonsuzluk özlemini ele almaya çalışacağız.
Evet nerede kalmıştık?
Günümüz dünyasındaki küresel krizler, toplumsal çalkantılar ve bireysel depresyonlar, aslında kolektif bir pusula kaybının göstergeleri. İklim krizi, pandemiler, ekonomik belirsizlikler ve jeopolitik gerilimler, insanlığın ortak bir yön bulma ihtiyacını her zamankinden daha acil hale getirmiş durumda.
İnsanlık tarihinde belki de ilk kez bu kadar çok “pusula”ya sahipken, bir o kadar da kaybolmuş durumdayız. Artık sadece bireyin pusulası değil, dünyanın pusulası şaşmış durumda. Bu kolektif oryantasyon kaybı, günümüz dünyasının en acil sorunlarından biri haline geldi.
2024’ün dünyasında, belirsizlik ve kaos adeta yeni normal haline geldi. Ukrayna-Rusya Savaşı’nın yarattığı jeopolitik türbülans, İsrail-Filistin çatışmasının derinleştirdiği insani kriz, Tayvan üzerinde tırmanan gerilim… Her biri, küresel pusulayın ne kadar şaşmış olduğunun göstergeleri.
Özellikle dikkat çekici olan, liberal demokrasilerin yaşadığı derin kriz. Avrupa’da ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yükselen aşırı sağ hareketler, otoriter liderlere artan teveccüh, aslında toplumların “güçlü pusula” arayışının bir tezahürü. İnsanlar, karmaşık ve belirsiz bir dünyada, basit ve net cevaplar vaat eden liderlere yöneliyorlar.
Yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite”sinde tutunacak dal arayan toplumların bir tür savunma mekanizması gibi işliyor. “Öteki”ni dışlayarak kendini tanımlama çabası, aslında derin bir kimlik ve yön kaybının göstergesi.
İklim krizi karşısındaki kolektif atalet, Timothy Morton’un “hipernesne” kavramının ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor. Gezegen ölçeğinde bir tehditle karşı karşıyayız, ancak bu tehdidi kavrayacak ve ona karşı ortak hareket edebilecek koordinat sisteminden yoksunuz.
Süper zeka tehdidi!
Nick Bostrom, Oxford Üniversitesi’nde Gelecek İnsanlığı Enstitüsü’nün kurucusu olan İsveçli filozof ve yapay zeka teorisyeni. Onun “süper zeka” kavramı ve bunun potansiyel tehditleri hakkındaki görüşleri özellikle “Superintelligence: Paths, Dangers, Strategies” (2014) kitabıyla geniş yankı uyandırmıştı. Bostrom’a göre süper zeka, insan zekasını neredeyse her alanda aşan yapay bir zeka formudur ve bu, insanlık için varoluşsal bir risk oluşturabilir. Bu tehdit senaryosunda, süper zekanın hızlı bir şekilde kendini geliştirme potansiyeli (recursive self-improvement) özellikle kritik.
Yani AI-YZ sistemleri bir kez belirli bir eşiği aştığında, kendi kodlarını iyileştirerek çok hızlı bir şekilde insanların kontrol edemeyeceği bir seviyeye ulaşabilir. Bostrom’un en çok vurguladığı nokta, böyle bir süper zekanın insan değerleriyle uyumlu olmasını sağlamanın zorluğu. Örneğin, bir süper zekaya “insanları mutlu et” gibi basit görünen bir hedef verildiğinde bile, bu AI sistemi insanları zorla dopamin pompalarına bağlamayı en optimal çözüm olarak görebilir. Bu nedenle Bostrom, AI gelişiminin dikkatli bir şekilde yönetilmesi ve etik çerçevelerle sınırlandırılması gerektiğini savunuyor.
Yapay zekanın hızlı yükselişi, insanlığın varoluşsal kaygılarını derinleştiriyor. Nick Bostrom’un işaret ettiği “süper zeka” tehdidi, artık bilim kurgu değil, yakın gelecek senaryosu. Teknolojik ilerleme, bir yandan yeni imkanlar sunarken, diğer yandan derin etik ve varoluşsal sorular oluşturuyor.
Mesele çok ciddi aslında biraz teknik olacak ama Fransa’ya uzanmamız lazım şu anda.
Patrimonyal Kapitalizm!
Thomas Piketty, eşitsizlik ekonomisi üzerine çalışmalarıyla tanınan çağdaş Fransız ekonomist ve özellikle “21. Yüzyılda Kapital” adlı çığır açan eseriyle küresel üne kavuştu. Piketty’nin temel tezi “r > g” formülüne dayanıyor. Şöyle ki: Sermayeden elde edilen getiri oranı (r), ekonomik büyüme oranından (g) sürekli olarak daha yüksek olduğunda, servet giderek daha küçük bir elit grubun elinde toplanıyor.
Tarihsel verilerle bu durumu kanıtlayan Piketty, modern kapitalizmin doğal bir sonucu olarak servet eşitsizliğinin giderek artacağını öngörüyor. Ona göre 20. yüzyılda görülen göreceli eşitlikçi dönem (savaşlar, ekonomik krizler ve yüksek vergilendirme politikaları nedeniyle) bir istisna ve 21. yüzyılda servet yoğunlaşması, Belle Époque dönemindeki gibi aşırı seviyelere ulaşabilir. Bu durumu “patrimonyal kapitalizm” olarak adlandıran Piketty, çözüm olarak küresel servet vergisi, artan oranlı gelir vergisi ve miras vergisi gibi radikal politikalar önerir ve eğer bu tür önlemler alınmazsa, demokratik kurumların bile tehlikeye girebileceğini savunuyor.
Bütüncül olarak bakacak olursak küresel ekonomik eşitsizlikler, Thomas Piketty’nin öngördüğü gibi derinleşiyor. Zengin daha zengin, yoksul daha yoksul olurken, orta sınıf eriyor. Bu durum, toplumsal dokuyu zedeliyor ve popülist hareketlere zemin hazırlıyor.
Eli Pariser, internet aktivisti ve MoveOn.org’un eski başkanı; en çok 2011’de yayınlanan “The Filter Bubble: What the Internet Is Hiding from You” (Filtre Balonu: İnternet Sizden Neyi Saklıyor) kitabıyla tanınır. Pariser, internet platformlarının ve özellikle arama motorlarının kullanıcılara sunduğu kişiselleştirilmiş içeriklerin olşturduğu “filtre balonu” (filter bubble) kavramını ortaya attı. Bu kavram, çevrimiçi platformların algoritmaları aracılığıyla kullanıcıların sadece kendi görüşlerine ve tercihlerine uyan içerikleri görmelerini, farklı bakış açılarından ve fikirlerden giderek izole olmalarını ifade ediyor.
Örneğin, iki farklı kullanıcı Google’da aynı kelimeyi arasa bile, geçmiş aramalarına ve dijital davranışlarına bağlı olarak tamamen farklı sonuçlar görür. Pariser’e göre bu durum, “yankı odaları” oluşturarak toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmekte, demokratik tartışma ortamını zayıflatmakta ve insanların dünya hakkında dengeli bir görüş elde etmesini engellemekte. Bu bir nevi “görünmez otosansür” mekanizması, farkında olmadan bizi entelektüel izolasyona sürükleyerek toplumsal diyaloğu ve demokratik müzakere süreçlerini tehlikeye atmakta.
Sosyal medya platformlarının yarattığı “yankı odaları” ve “filtre balonları”, toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor. Pariser’in işaret ettiği bu tehlike, bugün demokratik toplumların en büyük sorunlarından biri haline gelmiş durumda.
Peki çıkış yolu var mı? Gilles Deleuze’ün “göçebe düşünce” kavramı, belki de en umut verici yol gösterici. Sabit referans noktalarına bağlanmak yerine, akışkan gerçekliğe adapte olabilen dinamik bir yönelim sistemi geliştirmek zorundayız.
20. yüzyılın en etkili politik filozoflarından biri ve Nazi Almanyası’ndan kaçarak ABD’ye yerleşmiş Yahudi asıllı bir düşünür olan Hannah Arendt’in “düşünme” edimi üzerine görüşleri, özellikle “Kötülüğün Sıradanlığı” ve “Zihnin Yaşamı” eserlerinde derinlemesine işlenir. Arendt’e göre düşünme, basit bir zihinsel faaliyet değil, insanı insan yapan en temel eylemlerden biridir. O, düşünmeyi “içsel bir diyalog” olarak tanımlar ve bunu “iki-ben-arasında” gerçekleşen bir iç konuşma olarak görür.
Arendt için düşünmenin yokluğu, özellikle Adolf Eichmann davasında gözlemlediği “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla ilişkilidir. Yani düşünmeyen insan, eylemlerinin etik sonuçlarını değerlendirmeden, sadece emirleri yerine getiren bir bürokrat gibi davranabilir. Ona göre gerçek düşünme, otomatik tepkilerden ve hazır kalıplardan sıyrılıp, olayları derinlemesine sorgulama, anlama ve yargılama kapasitesidir. Bu nedenle düşünme edimi, totalitarizme karşı en güçlü direniş formlarından biridir, çünkü düşünen insan, körü körüne itaat etmez ve ahlaki muhakeme yapabilir.
Arendt’in vurguladığı “düşünme” edimini korumak, her zamankinden daha kritik. Otomatikleşen, algoritmalarla yönetilen bir dünyada, eleştirel düşünce kapasitemizi korumak ve geliştirmek zorundayız.
Çağdaş siyaset teorisinin önemli isimlerinden olan Belçikalı post-Marksist siyaset filozofu Chantal Mouffe’ye ait olan “agonistik demokrasi” kavramı, liberal demokrasinin uzlaşı ve konsensüs odaklı yaklaşımına alternatif bir model sunmakta. Mouffe’a göre siyasetin özünde çatışma (antagonizma) vardır ve bu çatışmayı yok saymak yerine onu demokratik bir çerçeve içinde yapıcı bir rekabete (agonizma) dönüştürmek gerekir. Agonistik demokrasi modelinde siyasi rakipler birbirlerini yok edilmesi gereken “düşmanlar” olarak değil, meşru “hasımlar” olarak görürler.
Bu modelde farklı görüşler arasındaki çatışma doğal ve hatta arzu edilir bir durumdur, çünkü bu çatışmalar demokrasiyi canlı tutar. Ancak önemli olan, bu çatışmaların demokratik kurallar çerçevesinde yürütülmesi ve tarafların birbirlerinin varlık hakkını tanımasıdır. Mouffe, liberal demokrasinin konsensüs arayışının aslında siyaseti teknik bir meseleye indirgediğini ve bu durumun popülizm gibi anti-demokratik hareketlerin yükselmesine zemin hazırladığını savunur. Ona göre çözüm, çatışmayı bastırmak değil, onu demokratik bir çerçevede yönetmektir.
Aslına bakacak olursak yapılması gereken Mouffe’un “agonistik demokrasi” önerisi, farklılıklarla birlikte yaşama sanatını öğrenmemiz gerektiğidir. Mutlak konsensüs yerine, yapıcı çatışma ve diyalog kültürünü geliştirmeliyiz.
Belki de en önemlisi, kolektif eyleme kapasitemizi yeniden keşfetmek. İklim krizi karşısında gençlerin örgütlediği küresel hareketler, dijital aktivizmin yeni formları, dayanışma ekonomisi girişimleri… Bunların hepsi, yeni bir kolektif pusula arayışının işaretleri.
Modern insanın pusula arayışı, aslında yeni bir varoluş biçimi arayışı esasen. Bu arayışta başarılı olmak, sadece bireysel değil, kolektif bir çaba gerektirir. Belirsizliği kucaklayan, farklılıklarla birlikte yaşayabilen, eleştirel düşünceyi koruyabilen ve kolektif eyleme kapasitesini geliştirebilen bir insanlık, belki de ihtiyacımız olan yeni pusulayı inşa edebilir.
Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz kaotik dönem, sadece bir kriz değil, aynı zamanda yeni bir yönelim sistemi geliştirme fırsatıdır. Pusulayı yeniden ayarlamak, belki de insanlığın şimdiye kadarki en büyük kolektif projesi olacak diye düşünmekteyim.
Gelelim günlerdir üzerinde çalıştığım bu yazıyı yazmama da sebep olan ve yazının tepesinde bulunan görsele…
Truman Burbank’in (Truman Show filminde) yapay bir dünyada yaşadığını keşfetme süreci, modern insanın içinde bulunduğu varoluşsal krizi mükemmel şekilde yansıtır. Tıpkı Truman gibi, bizler de algoritmalarla şekillendirilmiş, yapay gerçekliklerle çevrelenmiş, konforlu ama bir o kadar da sahte bir “set”in içinde yaşıyoruz. Sosyal medya duvarlarımız, tüketim alışkanlıklarımız ve gündelik rutinlerimiz, tıpkı Truman’ın yaşadığı Seahaven adası gibi, bizi “güvenli” bir simülasyonun içinde tutuyor.
Truman’ın şüpheyle başlayan ve cesur bir kaçışla sonuçlanan özgürleşme yolculuğu, modern insanın hakikati arama serüvenini sembolize ediyor. Gökyüzünden düşen stüdyo ışığı, yağmur makinesinin teknik arızası ya da radyodaki parazitler gibi, bizim gerçekliğimizde de sistemin çatlakları giderek belirginleşiyor. İklim krizi, küresel eşitsizlikler, demokratik kurumların çöküşü… Bunların hepsi, içinde yaşadığımız yapay gerçekliğin çatırdama sesleri.
Filmin final sahnesinde Truman’ın karşısına çıkan siyah kapı, insanlığın şu an durduğu eşiği temsil ediyor. O kapıdan çıkmak, alışılmış konfor alanını terk etmek, belirsizliği göze almak demek. Tıpkı Truman gibi modern insan da bir seçimle karşı karşıya: Ya yapay ama konforlu bir gerçekliğin içinde yaşamaya devam edecek ya da bilinmeze açılan o kapıdan çıkma cesaretini gösterecek. Christof’un “Dışarıda bundan daha fazla hakikat yok.” sözü, bugün statükoyu korumak isteyenlerin söylemini ne kadar da andırıyor. Ancak Truman’ın o son adımı atması gibi, insanlık da belki yeni bir varoluşsal cesarete ihtiyaç duyuyor.
İnsanlığın karşı karşıya olduğu varoluşsal soru belki de şu: Yanlış pusulaların bizi sürüklediği felaketler karşısında, pusulasız bir yolculuk mu daha tercih edilir? Bu soru, bizi kaçınılmaz olarak modern anarşizmin eşiğine getiriyor. Bakunin’in yüzyıllar önce işaret ettiği gibi, belki de en tehlikeli pusula, bize “mutlak doğru yönü” gösterdiğini iddia eden pusuladır.
Mikhail Bakunin (ölümü: 1876), anarşizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Rus devrimci düşünür ve aktivist. Marx’ın çağdaşı olan Bakunin’in en önemli teorisi, “kolektif anarşizm” veya “anarşist kolektivizm” olarak bilinir. Bu teorinin özünde, tüm otorite biçimlerine, özellikle de devlet otoritesine karşı radikal bir reddediş vardır. Bakunin’e göre devlet, özgürlüğün önündeki en büyük engeldir ve hiyerarşik yapısı gereği her zaman baskıcı olacaktır. Tam da bu noktada Marx’tan ayrılır, çünkü Marx’ın önerdiği “proletarya diktatörlüğü”nün bile yeni bir baskı biçimine dönüşeceğini öngörür. Bakunin’in ideal toplum modeli, merkezî otoritenin olmadığı, özgür bireylerin gönüllü iş birliğine dayalı, federatif bir yapıda örgütlenmiş kolektif topluluklardan oluşuyor. “Tanrı ve Devlet” adlı eserinde din ve devlet otoritesini birlikte eleştirir. Bakunin’in teorisi, özgürlüğü sadece bireysel değil, kolektif bir kavram olarak ele alması ve doğrudan eylem yoluyla devrimci değişimi savunması açısından önemli.
Ancak pusulasızlık da bir çözüm değildir. İnsanlık, kolektif yönelim ihtiyacından tamamen vazgeçemez. Asıl mesele, dogmatik ve totaliter pusulaların yerine, çoğulcu, esnek ve demokratik yönelim sistemleri geliştirebilmektir.
Belki de umut, tam da bu noktada yatıyor: Tek ve mutlak bir pusula yerine, çoğul ve dinamik yönelim sistemlerinin mümkün olduğu bir dünya tahayyülünde olmalıyız belki de… Böyle bir dünyada “doğru yön”, herhangi bir liderin ya da ideolojinin tekelinde değil, kolektif akıl ve vicdanın demokratik müzakeresinde aranacaktır. İnsanlığın önündeki asıl meydan okuma, bu yeni pusula paradigmasını inşa edebilmektir. Bu başarılabilirse eğer, belki de tarihte ilk kez, özgürlük ve yönelim birbirinin karşıtı değil, tamamlayıcısı olabilir.
Bitti…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***