YUSUF ÜNAL | DENEME
Bir şehrin güzel olması başkadır, o şehri sevmemiz başka. Misal ben Bursa’yı, Amasya’yı, Mardin’i, Kastamonu’yu güzel bulurum ama Ankara’yı severim. Bu sevgim çoklarınca yadırganır hatta esprilere konu olur. “Nesini seviyorsun Ankara’nın, İstanbul’a dönüşünü mü?” derler. Varsın desinler, Ankara’yı severim ben. Sebebini izah edeyim:
Efendim bendenizin mekânlarla ilişkisi mekânların bizatihi kendileriyle ilgili değildir, mekânlardaki kimi mukimlerle ilgilidir. Söz gelimi bir dönem İstanbul’u severdim. Her gittiğimde görüşecek arkadaşlarım, ailemden insanlar vardı orada. Ama artık kimsem kalmadı. Arkadaşlarım dağıldı; ailemden kimileri öteye göçtü, kimileri helâk edici bir rüzgâra kapılıp berhava oldu. Koskoca İstanbul’da görmek isteyeceğim üç beş kişi ya vardır ya yoktur artık, onları da ara ki bulasın. Böyle olunca bütün güzelliğine ve cazibesine rağmen İstanbul benim gönlümü çelemiyor.
Nerede yaşadığım değil kimlerle yaşadığımla ilgili benim meselem. Mekân değil, ortam sevenlerdenim ben, insan sevenlerden. Ankara’yı sevişim de bu yüzden. Üniversiteyi Ankara’da okudum, işe Ankara’da başladım, evliliğimi Ankara’dayken yaptım, askere Ankara’dan gittim, çocuklarım Ankara’da büyüdü. Sevdiğim insanları Ankara’da toprağa verdim. Bir dünya arkadaşım, öğrencim, meslektaşım oldu Ankara’da. Her sokağını arşınladım neredeyse, semtlerinin karakterlerini ezberledim. Ankara’yı daha ben sevmeyeyim de kim sevsin!
Orada sırf bir kere daha görüşmek için yaşamak isteyeceğim, görmeden ölmek istemeyeceğim dostlarım var hâlâ… Onlar olmasa, Anakara da taştan-topraktan ibaret benim için, bozkırın ortası, nesini seveyim!
Şimdilerde yaşadığım Kanada’nın başkenti Ottawa ile kurduğum ilişki de Ankara’yla kurduğum ilişkinin bir benzeri. Ankara için kimliksiz diyemem ama burası basbayağı kimliksiz bir şehir. Kanada’nın diğer şehirlerinin tıpkıbasım kopyası. Ne tarihi var ne mutfağı ne kendine özgü bir kültürü ne de ahım şahım bir tabiatı. Tamam her yer ağaç, her yer yeşil ama o kadar işte. İklim desen, evlat olsa sevilmez hani…
Gelgelelim ben burayı da seviyorum arkadaş! Nasıl sevmeyeyim; bir kere hayata yeniden burada başladım, can suyumu burada içtim, hayat öpücüğümü burada aldım. Yeni arkadaşlar, yeni ortamlar, yeni alışkanlıklar edindim burada. Arkadaşlarımla buluşmak pek zahmetli değil bir kere. On beş dakikada istediğim kişiyle buluşabiliyorum.
Akşam sohbetleri, cuma karşılaşmaları, market tesadüfleri iyi geliyor insana. Çadır kamplarına gitmek, nehir kenarlarında piknik yapmak, göllerde yüzmek, parklarda yürüyüş yapmak kolay. Ama daha önemlisi bunları birlikte yapmak isteyeceğim arkadaşlarım var, gurbeti vatan yapanlar. Yüzlerini gördüğümde içimin aydınlandığı, dara düştüğümde yardıma koşanlar. Onlar olduğu, onları benle tanıştırdığı için seviyorum Ottawa’yı. Onları burada değil de Montreal’de yahut Toronto’da edinseydim oraları da sever, oralarda da yaşamak isterdim.
Benim için memleket, dostlarımın ve ortamlarımın olduğu yerdir. Bülbül gibi altın kafese koysalar beni, ille de ortamım ille de dostlarım derim. Bu istediklerim varsa en olmadık yerleri de memleket belleyip sevebilirim. Ottawa onlardan biri.
Ama seviyorum demekle iş bitmiyor. Şehri sevmek için kendinize bahaneler aramak da gerekiyor. Bir dönercinin açılması örneğin, sabahları simit alabileceğiniz bir fırın, namaza gidebileceğiniz cami… Gurbette ömür biraz da böyle bahaneler aramakla geçiyor galiba. Akis halde, yerini yadırgayan çiçekler gibi soluyor insan.
Hem biliyor musunuz, Lokman Hekim, “Yaşadığın yeri sev!” dedi bana. Sıhhatli olmanın, canlı kalmanın, verimli olmanın yolu buradan geçermiş. Hz. Peygamber (sas) hicret edince Medine’yi sevdirmesi için Allah’a bunun için dua etmişti. Yaşadığım yerlerde sevilecek yönler arayışım bu yüzden. Hoşuma gitmeyecek şeyleri büyütmek istemeyişim, kurtlu kirazların yalnızca kulağını büküp geçişim bu yüzden…
Geçenlerde gene Ottawa’yı sevmek için bahaneler ararken cılga bir derenin kenarına vardık. Fuzulî merhumun kasidesindeki su gibi bu da Rasulullah’ın (sas) ayağının toprağına ulaşayım diye “Başını daşdan daşa urub” geziyor, küçük kayaların ve çakıl taşlarının arasından ufarak çırpınışlarla akıyordu. Susup dinledik. Arkadaşım, “Bu su konuşuyor!” dedi şakıyarak. “Ne diyor?” diye sordum. “Bilmiyorum ama Türkçe konuşuyor işte!” dedi gözleri parlayarak. İyice kulak verdim, arkadaşım haklıydı. Bu su aynı bizim dereler gibi akıyordu.
Sonra bu şehirde sevdiğim başka şeylerin de Türkçe konuştuğunu anladım. Salkım söğütlerin mesela. Her nerede görsem varıp saçlarında öpesim gelir. İğdeler de bizim dilde konuşuyor. Yanlarında geçerken illa selam verip hallerini sorarım, sevinirler. İnanmazsınız ama martılar bile Türkçe kavga ediyor bir ölü balık için. Öyle sanıyorum ki salkım söğüdün olduğu bir çayırlık, gümüş iğdenin koktuğu bir bahçe duvarı, ak martıların uçtuğu bir mavi gök, gurbetlikten bir nebze çıkar ve bizi de anayurdumuza götürür.
Türkçe söyleyen dilleri olsa da Ottawa’nın en çok ortamlarını severim ben, tek tek insanlarını sonra. Bana bir şehri sevdiren şey tanıdık yüzlerdir, doğal karşılaşma alanları. Yaşanmış hatıralar, birikmiş anılar. Şehir, içindeki insanlarla anlam kazanır. Ne binalar ne içinden geçen nehirler ne sırtını yasladığı dağlar ne tiyatrolar ne stadyumlar sevdirir bana bir şehri. Mekâna değer katan şey orada yaşayanlardır. Bir Arap atasözü bunu anlatır: “Şerefül mekân bil mekîn.” Mekâna şeref katan şey orada yaşayanlardır. Ya değilse ne mimari ne tabiat güzellikleri kandırır insanı. Tatlı dilli, güler yüzlü, yumuşak huylu, hizmet ehli, irfan avcısı, ilim sevdalısı, dost canlısı insanlaraysa doyum olmaz. Onları nerede bulursam orası vatanımdır benim, gerisi teferruat.
Ottawa’da bu bakımdan kendimi bahtiyar hissediyorum. Dediğim minvalde azından bir düzine arkadaşım var. Yürüyüşler yapıyor, çay- çorba içiyoruz onlarla. İlimden-irfandan, hizmetten-hikmetten, dertten-devadan, şiirden-edebiyattan, spordan- siyasetten.. çoluk çocuklarımızdan, konu komşularımızdan, enflasyondan, pahalılıktan, vergi iadesinden ve ölümden konuşuyoruz işte.
Anlatabildim sanırım, Ottawa’nın tek başına pek bir zâtî güzelliği yok benim gözümde. Bana sağladığı ortamlar dolayısıyla seviyorum burayı. Eminim ben sevdiğim için güzelleşiyor Ottawa da. Âşık Veysel’in sözlerini biraz değiştirerek söyleyecek olursam: “Güzelliği on par’etmez / Bu bendeki dost olmasa. / Eylenecek yer bulamaz / Gönlümdeki köşk olmasa.”
Bütün mesele gönülde o köşkü inşa edebilmek herhalde. Ancak gönül kerestesiyle dikilir o köşk ve kereste yukarıdan beri sözünü ettiğim ortam ve arkadaşlarla yontulur. Bendeniz bitirebilmiş değilim o köşkü, bitirebileceğimi de sanmıyorum.
Ancak hacca giden karınca gibi, o yolda olmak da bir şeydir…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***