M. NEDİM HAZAR | YORUM
İnsanlık tarihinin en büyük ironisi, belki de en trajik yanılgısı, güvenli limanlar vadeden “kurtarıcı pusulalar”a olan sarsılmaz inancı olsa gerek. Tarih, bize defalarca bu yanılgının bedelini göstermiş aslında: Hitler’in “bin yıllık Reich”ı, Stalin’in “proleter diktatörlüğü”, Mao’nun “kültür devrimi”; hepsi de toplumlarını felakete sürükleyen sahte pusulalardı. Bugün, 21. yüzyılın üçüncü on yılında, insanlık yine benzer bir varoluşsal krizin eşiğinde duruyor.
Modern dünyada yükselen otoriter liderler, toplumlarına basit çözümler, net yönler ve “büyük yeniden diriliş” vaatleri sunuyorlar. Karmaşık küresel sorunlar karşısında şaşkın ve yorgun düşmüş toplumlar, bu “güçlü pusulaların” cazibesine kapılıyor. Brexit’ten Trump fenomenine, Avrupa’da yükselen aşırı sağdan Ortadoğu’daki radikal hareketlerden ülkemizdeki son duruma kadar, hepsi aynı kolektif yön bulma krizinin tezahürleri.
Ancak asıl endişe verici olan, bu sahte pusulaların demokratik süreçlerle, halkların kendi “özgür” iradeleriyle seçilmiş olması. Platon’un demokrasi eleştirisinde işaret ettiği gibi, pusulasını kaybetmiş bir geminin mürettebatı, fırtınada kendilerini güvenli limana götüreceğine inandıkları herhangi bir “kaptan”a teslim olabilir. Modern demokrasilerin yaşadığı kriz, tam da bu noktada düğümleniyor: Pusulasız bir geminin demokratik yollarla seçilmiş kaptanları, bizi hangi sahte limanlara sürüklüyor?
Uzun ve zahmetli bir çabanın neticesi olan yazımıza geçebiliriz.
Önce kavramsal olarak pusuladan başlamak gerekiyor sanırım.
İnsanlık tarihinin en kadim arayışlarından biri, belki de en fundamentali; yön bulma çabasıdır. Bu arayış, basitçe fiziksel mekânda konumlanma ihtiyacından değil, daha derin bir varoluşsal yönelim gereksiniminden kaynaklanıyor. Antik çağlardan bu yana insan, yıldızlara bakarak, rüzgârın yönünü kollayarak, güneşin hareketlerini takip ederek sadece coğrafi değil, metafizik bir pusula arayışı içinde olmuştu.
Pusulayı salt bir navigasyon aleti olarak düşünmek, onun insanlık tarihindeki derin sembolik anlamını gözden kaçırmak anlamına gelir. Kuzeyi gösteren manyetik iğne, aslında insanın sabitlere olan varoluşsal ihtiyacının maddi bir tezahürü. Martin Heidegger’in “dünyaya fırlatılmışlık” (Geworfenheit) kavramı tam da bu noktada anlam kazanır: “İnsan, kendini anlamlandırmak için referans noktalarına muhtaçtır.”
İsterseniz lafı hiç dolandırmadan, eşin ehillerinden kavram ve anlamlar ödünç alarak devam edelim.
Jean-Paul Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” önermesi, modern insanın pusula arayışının felsefi zeminini oluşturuyor. Çünkü eğer insan önce var olup sonra özünü belirliyorsa, bu özü belirleyecek koordinatları nasıl tespit edecektir? İşte modern insanın temel çıkmazı burada başlar.
Carl Gustav Jung’un “bireyleşme” (individuation) kavramı, bu ruhani pusula arayışının modern psikolojideki karşılığı. Jung’a göre her birey, kolektif bilinçdışının derinliklerinde gizli olan kendi özgün yolunu bulmak zorunda. Bu, basit bir kendini keşfetme süreci değil, insanlığın kolektif mirasıyla hesaplaşarak kendi “authentic” varoluşunu inşa etme çabasıdır.
Kadim geleneklerde pusula, fiziksel yön bulmadan çok daha fazlasını ifade ediyor. Antik Mısır’dan Uzak Doğu öğretilerine kadar pek çok spiritüel gelenekte, insanın iç pusulası (inner compass) merkezi bir önem taşımakta. Bu ise gelenekler, modern insanın kaybettiği bir bilgeliğe işaret ediyor: İnsan, sadece dış dünyada değil, iç dünyasında da yönünü bulabilmelidir.
Hannah Arendt’in “düşünme” edimini modern dünyanın en temel pusulası olarak konumlandırması bu bağlamda kritik önem taşıyor. Arendt’e göre otomatikleşen bir dünyada düşünme yetisini korumak, belki de en hayati pusuladır. Çünkü düşünme, insanın sadece nerede olduğunu değil, nereden gelip, nereye gittiğini ve neden gittiğini sorgulamasını sağlar.
Bu teorik zemin üzerinde, modern insanın pusula arayışını daha spesifik boyutlarıyla ele almak mümkün hale geliyor. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu arayış artık sadece bireysel değil, kolektif bir mahiyet kazanıyor. İnsanlık, belki de tarihinde ilk kez, ortak bir varoluşsal pusula arayışı içinde.
Gilles Deleuze’ün “göçebe düşünce” (nomadic thought) kavramı, bu yeni durumu anlamlandırmak için bize önemli bir teorik araç sunuyor. Deleuze’e göre sabit referans noktalarına bağlanmak yerine, sürekli hareket halinde olan bir düşünme biçimi geliştirmek gerekir. Bu yaklaşım, modern insanın pusula arayışına yeni bir perspektif kazandırıyor: Belki de aradığımız, sabit bir pusula değil, akışkan gerçekliğe adapte olabilen dinamik bir yönelim sistemidir!
Z. Bauman’ın “akışkan modernite” kavramsallaştırması, çağımızın koordinat sistemindeki fundamental kırılmayı işaret ediyor. Paradoksal bir biçimde, her türlü navigasyon aracına sahip olmamıza rağmen, tarihte hiç olmadığı kadar yönsüzüz. Bu yönsüzlük, teknik bir oryantasyon kaybından ziyade, varoluşsal bir krizin tezahürü.
Ulrich Beck’in “risk toplumu” teorisi, bu varoluşsal krizin sosyolojik portresi olsa gerek. Beck’e göre modern toplumlar riski hesaplayıp yönetebileceklerine inanırken, aslında her geçen gün daha büyük bir belirsizliğe sürükleniyorlar. Tıpkı pusulası bozuk bir geminin engin okyanuslarda sürüklenmesi gibi. Bu metafor, sadece toplumsal değil, bireysel varoluşumuzu da karakterize ediyor.
Camus’nün “Yabancı”sındaki Meursault karakteri, modern insanın pusula krizinin edebi bir temsili. Toplumsal norm ve değerlerin anlamsızlaştığı bir dünyada kendi pusulasını oluşturmaya çalışan modern insan, çoğu zaman Meursault gibi absürd bir varoluşla yüzleşmek zorunda kalıyor.
Thomas Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital” eserinde işaret ettiği ekonomik eşitsizlikler, toplumsal pusulanın sapmasının maddi boyutunu gözler önüne seriyor. Ekonomik sistemler, rotasını kaybetmiş bir gemi gibi krizden krize sürüklenirken, bu durum sadece finansal değil, ahlaki bir kriz olarak da tezahür eder çünkü.
Günümüzün en önemli filozof ve kültür eleştirmenlerinden olan Sloven Slavoj Zizek’in modern kapitalizm analizi bu noktada çarpıcı bir perspektif sunmakta. Zizek’e göre, sonsuz seçenek sunarak bireyleri özgürleştirdiğini iddia eden sistem, aslında onları daha da yönsüzleştirmekte. “İdeolojinin en saf hali, ideolojisizlik iddiasıdır” önermesi tam da bu noktada anlam kazanıyor.
Michel Foucault’nun iktidar analizi, modern toplumda yön bulma çabasının politik boyutunu açığa çıkarmakta. Foucault’ya göre iktidar ilişkileri, görünmez bir pusula gibi davranışlarımıza yön veriyor. Ancak bu yönlendirme, artık geleneksel otorite kalıplarının çok ötesine geçmiş durumda. Modern birey, panoptik bir gözetim toplumunda kendi rotasını çizmeye çalışır.
Matrix filminin başlarında, Neo’nun gizli bilgileri sakladığı kitabın kapağı “Simulacra and Simulation” olarak gösterilir; bu, Baudrillard’ın fikirlerinin hikayenin merkezinde olduğunu açıkça simgeler. Ancak Baudrillard, filmin kendi düşüncelerini yanlış yorumladığını belirtmiştir. Bunu birazdan detaylandıracağız.
Jean Baudrillard’ın “simülakr ve simülasyon” teorisi, modern tüketim toplumunun pusula krizini derinlemesine analiz eder. Baudrillard’a göre, gerçeklik ile onun temsili arasındaki sınır giderek bulanıklaşmaktadır. Bu durum, bireylerin sadece fiziksel değil, sembolik düzeyde de yönlerini kaybetmelerine neden olur.
Öte yandan, tahmin edilenin aksine Baudrillard 21. Yüzyıla kadar yaşamış bir filozoftur. Gerçi The Matrix filmini hiçbir zaman tam olarak izlemediğini, yalnızca hakkında bilgi sahibi olduğunu belirtse de, filmle ilgili düşüncelerini, özellikle 2003 yılında Le Nouvel Observateur dergisine verdiği röportajda açıklamıştı. Film hakkındaki eleştirilerinde, The Matrix’in kendi fikirlerini yüzeysel ve hatalı bir şekilde yorumladığını öne sürmüştü yaşlı filozof. Filmin gerçeklik-simülasyon konusunu popüler bir bilim kurgu unsuru olarak ele aldığını ve simülasyonu bir “sahte gerçeklik” gibi sunduğunu savundu. Oysa Baudrillard, simülasyonun böyle basitçe ayrılabilir bir yanılsama olmadığını, gerçek ile simülasyonun tamamen iç içe geçtiğini savunmaktaydı.
Baudrillard’a göre, The Matrix’in sunduğu dünya, onun simülasyon teorisini tam olarak yansıtmaktan uzaktı. Filmde, insanlar “gerçek dünya” ile “simülasyon dünyası” (Matrix) arasında net bir ayrım yapabilirken, Baudrillard’ın hipergerçeklik ve simülakr kavramları böyle bir ayrımı mümkün kılmaz esasen. Ona göre, post-modern dünyada gerçeklik ile simülasyon o kadar iç içe geçmiştir ki, artık birini diğerinden ayırmak imkânsızdır. Bu nedenle Baudrillard, filmde simülasyon teorisinin eksik veya basitleştirilmiş bir versiyonunun kullanıldığını düşünmüştür.
Özetle, Baudrillard The Matrix filminin popüler kültürde kendi teorilerini tanıtmasına katkı sağladığını kabul etse de, filmin bu teorileri yanlış temsil ettiğini savundu. Baudrillard, filmde sunulan simülasyon temasının aslında onun teorilerinin yüzeysel bir yorumu olduğunu, asıl amacının “gerçek ile sahte gerçek” arasındaki ayrımı tamamen ortadan kaldırmak olduğunu belirtti. Bu da bizi esas konumuza bağlıyor, insanlık gerçek ve sahte pusulaları ayırt edemeyecek duruma gelirse, halimiz nice olur?
Bu soruya cevap aramaya devam edelim mi?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***