CEMİL TOKPINAR | YORUM
Hep ‘o gün gelmesin veya çok geç gelsin’ diye çırpındım, yalvardım, dua ettim, dua istedim durdum. ‘Çağın hatibi susmasın, bize Kur’an hakikatlerini ve Asr-ı Saadeti bir film tadında anlatan, ağlatan bülbül hep şakımaya devam etsin, sürekli başımızda bulunup yolumuzu aydınlatsın, ikaz ve tavsiyelerde bulunsun’ diye Rabbimizin kapısını her gün belki 30 defa çaldım, “Ya Rabbi, bilhassa ağır imtihanlara maruz kaldığımız bu acılı günlerde Hocamızı başımızdan alma, bizi aşk ve şevk çağlayanından mahrum etme, onun duasından, himmetinden, şefkatinden ayırma bizi!” diye inledim.
Hangi vakitte açsam ellerimi, onun adını anmadığım bir dua olmadı âdeta. Namaz tesbihatlarında, namazdan sonraki dualarda, her evradın sonunda, hatim dualarında, Cevşen, Tahmidiye, Sekine, Münacat-ı Veysel Karanî’den sonra, Üstadım Bediüzzaman Hazretlerinin adının geçtiği bütün dua ve evradlarda hep Hocaefendi’nin ismini andım, hastalıklarına şifa, dertlerine deva, kendisine güç kuvvet vermesi için Şâfi-i Hakikî olan Rabbimize yalvardım.
Duamız külliyet kazansın ve devamlı olsun diye benim gibi onun himmetine muhtaç ve müştak kardeşlerimizin de birer dua çağlayanı olması için yazılar yazdım, sohbetler ettim, sosyal medya hesaplarımdan teşviklerde bulundum.
Benim gibi binlerce belki milyonlarca kardeşimiz, “Ya Rabbi, Hocaefendiye sıhhat, afiyet, şifa ihsan eyle. Kuvvet, kudret, enerji lütfeyle. Sağlığımızdan sağlığına, ömrümüzden ömrüne ver. Allah’ım, güldür hocamızı, ta gülmelerinden güller açılsın. Onu ismiyle müsemma edip gönülleri fethettirdiğin gibi soy ismiyle de müsemma eyle!” diyerek yıllarca yalvardılar.
O kadar ki, kimi bahtiyar yiğitler, tıpkı Hafız Ali ve Hasan Feyzi Ağabeylerimizin canlarını Üstad Hazretlerine feda etmeleri gibi, fedakârlıkta bulunmayı arzu ettiler, onun yaşaması için Cenab-ı Hakka istirhamda bulundular.
Niçin çok uzun yaşamasını, başımızdan hiç gitmemesini istiyorduk? Çünkü âlimin vefatı, âlemin vefatı gibiyse, âlimin hayatı da âlemin hayatı gibiydi. Çünkü Hocaefendi, her asırda gelip zamanının dertlerine Kur’an eczanesinden devalar hazırlayıp cihana yaymak için çırpınan İmam-ı Gazalî, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, İmam-ı Rabbanî, Mevlânâ Halid-i Bağdadî, Bediüzzaman Said Nursî gibi bir veliyy-i azîm, bir vâris-i Nebî (s.a.v.) ve bir kahraman-ı İslâm’dı.
Belki 100 insanın katlanamayacağı çileler çekti
Ancak biliyorduk dünyanın fani olduğunu. Biliyorduk onun da her nefis gibi bir gün sayılı ömür dakikalarının tükeneceğini. Biliyorduk eğer yaşarsak bir gün alacağımız acı bir haberle aklımızın başımızdan gideceğini, yüreğimizin söküleceğini, gök kubbenin başımıza yıkılacağını, onsuz bir dünyada yaşamanın acısıyla kıvranacağımızı.
Ve o gün geldi. Serin bir sonbahar akşamı Hocaefendi ruhunun ufkuna yürüdü. Onu dinleyen, izleyen, dua eden, gösterdiği hedeflere doğru gece gündüz koşturan milyonlarca sevenini öksüz ve yetim bıraktı. Derin bir hüzne ve gözyaşına gark olan milyonlar acı ve ızdıraplarını bastırıp daha ilk andan itibaren dua etmeye, Kur’an okumaya başladılar.
Hocaefendinin hayatının her günü, her saati, her anı sıdkına ve istikamet üzere olduğuna şahitlik ettiği gibi vefatı da sayısız lütuf ve ihsana, tevafuk ve kerametlere sahne oldu. Birkaç gün içinde yabancı bir ülkede böylesi bir defin programı düzenlenmesi ve hiçbir aksaklığın olmaması, olağanüstü bir intizam, bir insicam ve ahenk içinde icra edilmesi, Hocaefendi ve onu takip edenlere Cenab-ı Hakkın bir lütuf ve ihsanıdır.
Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Evet, her vefat erken kabul edilir. Ancak belki de yüz insanın bile taşıyamayacağı dertlere, hastalıklara, ihanetlere, vefasızlıklara maruz kalan, bilhassa son on yılda canından daha fazla titrediği ve hayatını vakfettiği hizmetinin ve arkadaşlarının başına gelen zulümlerden dolayı her gün tarifsiz acılar çeken Hocaefendinin 86 yıl yaşaması Rabbimizin bizlere ve insanlığa ikramıdır.
Hak ve hakikat yolunda yürümeye devam
Ya bundan 20 yıl önce aramızdan ayrılsaydı ne yapardık? Acaba son on yılı onun duasından, hizmetinden, ikaz ve tavsiyelerinden uzak yaşasaydık halimiz nice olurdu? Bu yüzden onu bize ihsan eden, bizi ona talebe eden Rabbimize kâinatın zerreleri adedince hamd olsun.
Hep kemal-i ihlâsından dolayı güzel günleri görmeden vefat etmek için dua ederdi. Bizler de bütün dualarına evet der, ancak bu duasına âmin demezdik. Onun duası da bizim arzumuz da tam olmasa da kısmen kabul oldu. Rabbimiz rahmeti ve hikmetiyle böyle takdir etti.
Nitekim güzel günlerin ve bahar esintilerinin bir kısmını gördü hamdolsun. Türkiye ve 170 ülkede on binlerce okul, üniversite, yurt, dershane, etüt merkezi, vakıf, dernek, kültür merkezi, basın yayın kuruluşu, öğrenci evi ve buralarda yetişen milyonlarca talebesini gördü, gözyaşlarıyla şükretti, hamdetti.
Bu kazanımlar tamamen yok olmadı. Maddeten zalimler tarafından gasp edilse bile milyonlarca insanın imanı kurtuldu şükürler olsun. Bugün baskı altında olsa da bir gün gelecek ülkemizde ve dünyada hukuk ve adalet hükmettiğinde o insan kaynağı hak ve hakikat yolunda yürümeye devam edecektir.
Bununla birlikte zulmün tamamen bittiğini, hak hukuk ve adaletin hükmettiğini, evrensel barış ve bahar havasının hâkim olduğunu göremedi. Tıpkı “Hey gidi günler” vaazında “belki yerin altında belki yerin üstünde” dediği gibi, inşallah cihanşümul baharı da kabrinden seyredecek.
Üstad Hazretleri de benzer bir meseleyi anlatırken yaklaşık 85 yıl önce şöyle diyor:
“Risale-i Nur öyle kökleşmiş ki inşallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.” (Kastamonu Lâhikası, s. 93)
Hocaefendinin 25 yıl kaldığı bir hizmet merkezi olan kampın bahçesine defnedilmesi ise ayrı bir lütuf, hayır ve ikram oldu. Böylece kampa gittiğimizde yüreğimizde oluşacak hüzün ve burukluk bir nebze izale olacak, kalbimize inşirah ve sekine dolacak inşallah.
Asr-ı Saadet Müslümanları…
Ancak giderken boş gitmemek, hediyeler götürmek lazım. Bu hususta yine Üstad’dan bir iktibas yapalım:
“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنِيئًا لَكُمْ (ne mutlu size) sadâsını işiteceksiniz.” (Münazarât)
Mücedditlerin kabri ziyaret edildiğinde bahar hediyesi olarak hangi çiçekler götürülür? Elbette güller, laleler, karanfiller de hediye edilebilir. Ancak onların beklediği en güzel çiçek, herhalde Kur’an hatimleri, dualar ve hizmet müjdeleri değil midir?
Bilhassa dünyanın farklı ülkelerindeki atılımlar, açılımlar, yapılan diyaloglar ve kazanılan kalpler, ekilen nur tohumlarının rengarenk çiçek buketleri gibi onlara götürülüp takdim edilmelidir.
Çünkü onlar müceddittir, çağımıza model olmuş Asr-ı Saadet Müslümanıdırlar. Onlar ancak ihlâs, uhuvvet, ittihad, muhabbet ve tesanüt içinde gece gündüz hizmet etmemizden memnun ve mesud olurlar.
Rabbim Üstadımıza da, Hocaefendiye de layık olmayı, onların Peygamber Efendimizden (s.a.v.) devralıp miras bıraktıkları iman ve Kur’an hizmetini güneşin doğup battığı her yere ulaştırmayı bizlere nasip eylesin.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***