Yazmak eylemi kitabında yazarın hep bir endişeyle masaya oturduğundan bahsederdi Ferit Edgü. İster edebiyat uğraşısıyla geçen bilmem kaçıncı yaşınızda olun, ister boyunuzu aşan kitapların sahibi; her defasında o ilk defa yazıyormuş hissi olmazsa olmaz, derdi. Yazmaya başladığımdan hatta kitaplarım çıktığından beri o endişeyle yatıp kalkarım. Hocam Tomris Uyar da metinde göze çarpan yazar telaşının, mırıltılar ve dahi cızırtılarla uzayan gevezeliklerin, imgelere boğulmuş gösterişli satırların okurun sabrını nasıl zorladığından dem vurur, “yazacaksanız bu dediklerimden uzak duracaksınız”a getirirdi lafı. İki ustanın da ‘aman ha’ dediği bu noktaları yazarken ve okurken aklımdan hiç çıkarmadım, ruhları şad olsun diyerek bu köşede sizi neler bekliyor, hemen ona geleyim.
Malumunuz edebiyat mahfilimiz bir hayli kalabalık, gelenekten devraldığımız güçlü mirasa neredeyse her gün çıkan romanlar, öyküler ve ne güzel ki şiirler ekleniyor. Bu kadar yazar var da bu kadar okur var mı sorusunu ya da tersi bir retoriği es geçiyorum şimdilik. Amacım kitaplarıyla gözüme takılan, aklımı oyalayan, kalbime dokunan ama bu kalabalıkta pek seçilmeyen yazarlara yakından bakmak. Yoksa okumayı iş edinmek, kendimi kanaat önderi kılmak, şuncacık köşeyi de iktidar tahtı haline getirmek gibi bir niyetim yok. Yirmi yıla yakındır yazma uğraşıyla geçen ömrümde istedim ki ilk kitap heyecanı yaşayan yazarların dünyalarına dalayım, aklıma takılanları direkt muhatabına sorayım, yazımın içine serptiğim bu soruları yazarına göndereyim, ondan gelen cevapları da bu sütuna taşıyarak ve nihayetinde kendi görüşlerimi, naçizane uyarılarımı de ekleyerek okurun önüne koyayım.
Gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, kültür sanat muhabiriyken uzun ve birbirine benzer sorularla örülü röportajların karşımdakinde nasıl bir bıkkınlık yarattığını görür, toyluğumu gizlemek için lafı dereden tepeden aşıracağım diye göbeğim çatlardı. Gazeteciliği bırakalı çok oldu ama anlaşıldığı üzere soru sormaktan vazgeçmiş değilim. Lafı çok uzatmadan top yazarın masasına düşüversin; ilk konuğum ilk kitabı Billur Örüntüler (Can Yayınları) adıyla öykülerini bir araya getiren Rıdvan Hatun:
–TDK örüntünün anlamını olay ve nesnelerin düzenli bir biçimde birbirini takip ederek gelişmesidir diye açıklamış, sen de öykülerini kitaptaki sırasına göre dizerken ya da yazarken bu tanıma uygun bir takip gözettin mi?
Öykülerin sıralanmasından çok her öykünün kendi içindeki olayların, duyguların örüntüsüydü kafamdaki. Bugünden yarına bir düzen, örüntü görmek zor, ama geri dönüp bakınca yaşananların birbirleriyle olan bağlantısı sarih bir hal alıyor. Örüntüleri oluşturan en temel bağları bulmaya çalışmak, yorumlarla, yargılarla, açıklamalarla kirletmeden detayları, sadelikleri, boşlukları sırasıyla dizip gerisini okura bırakmak, öze güvenmek, bütün öykülerde yapmaya çalıştığım, gözettiğim ortak yan bu.
– Dil meselesine sonra geleceğim ama öncelikle Karbon öyküne değinmek istiyorum. Yüz körlüğü olarak bilinen prosopagnozi hastalığına sahip bir karakter yazmaya nasıl karar verdin, okuru bir hayli zorlayan çoklu karakterlerin öykü içindeki dağılımını özellikle Özgür ve Özben arasındaki köprüyü nasıl kurdun?
Karbon üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde Özgür, yeni doğan bebeği Temcit’in bir yüzünün olmadığını iddia ediyor. Oğlunun yüzünü göremiyor ya da yüzleşmekten korkuyor, sonunda ortadan kayboluyor. İkinci bölüm Özgür’ün kocası Umut’un bakış açısıyla devam ediyor. Umut her şeyin yolunda gideceğini umuyor, yüz körlüğü teşhisi koyulan oğlu Temcit’i tek başına büyütmeye çalışırken çok şey görüyor ama adım atmıyor. Temcit’in karısı Özben’in bakış açısıyla ilerleyen son bölümde gerçekten birbirlerinin aynısı gibi görünen çocuklar doğmaya başlıyor. Öyküyü yazarken özgürlük, umut, öz benlik arasındaki ilişkiye dair düşündüm. Benim için öykünün meselesi insanların artık fiziksel özelliklerinin birbirlerinin aynısı olması değil özgürlüğün ve umudun olmadığı yerde öz benliğin nasıl şekilleneceği sorusuydu. Prosopognozi aklımdaki kurgu için kullanışlı, uygun bir metafor oldu.
– Marena Evcil Leopar öykünde yarattığın gerilimle Mavi Beyaz Pembe Orlon İplikler öykünde kullandığın masal dilin için kutlarım. Almanca konuşup Türkçe yazmanın sendeki karşılığı nedir?
Henüz bunun üzerine düşünecek kadar yakın bir bağım yok galiba Almancayla. Türkiye’de doğdum, büyüdüm, buraya sonra geldim. Okuduğum, yazdığım, konuştuğum toplama bakarak bir kıyas yapacak olursam hâlâ en çok kullandığım dil Türkçe. Bazen yazdıklarımı Almancaya çevirmeye çalışırken aradaki farkı, mesafeyi görüyorum. Türkçe çok öznel, kendiliğinden, birlikte filizlenmekten, dönüşmekten korkmadığım dil, Almancayla bağım şimdilik daha nesnel, somut, bütünüyle iç içe geçtiğimizi hissetmediğim, oynamaktan çekindiğim, gündelik hayatta mümkünse en kısa yolunu kullandığım dil. Belki ilerde değişir.
Rıdvan Hatun’a bu net ve içten cevapları için huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ederek, son sorumdan devamla devralacağım sözü; lakin kitabı okurken ve her bir öykünün satır aralarında gezinirken editörlük müessesinin nasıl mühim bir meslek olduğunu bir kere daha hatırladım: Kitaba adını veren ilk öyküdeki “Yerde, hiç açılmamış gibi duran kitabın pembe arka fonlu kapağındaki göğe açılmış avuçlar gösterişli ışıklar saçıyor” ya da bir önceki soruda cesaretini alkışladığım öykünün içindeki “Özben, Amerikan tarzı açık mutfağa yöneldi” cümlelerini tekrar gözden geçirmesini ve dili eğip bükerken “…nükleer savaş sonrası antenlerini temizleyen bir uydu ve gündüzleri tavukkarası her şeyi bildiğini sanıyor ve tostunu çöpe attı ve ötekiler onunla gülüşüyor birini öptü çoğaldı” gibi bilinç akışı anlatımlarında, noktalama işaretlerine tenezzül etmeyen cümlelerinde okura azıcık da olsa şefkat göstermesini tavsiye edeceğim ve elbette öykülerine konu ettiği meseleleri, oyuncaklı kurgusu nedeniyle Rıdvan Hatun’un bundan sonra yazacaklarına da dikkat kesileceğim.
Yazımın başında söz ettiğim endişe sadece yazarken yakasına yapışmıyor yazarın. Kitabınız çıktığında, herkesin ortasında kendinizi çırılçıplak hissettiğiniz o anda da gelip çalıyor kapınızı. İç sesiniz ben ne yaptım derken, gözünüz kulağınız kim ne diyecek merakıyla radar gibi çalışıyor. Bu durumu yakinen bilen ve kusursuz bir metin olmadığına yürekten inanan bir yazar olarak bu köşede sadece ilk kitapla gözüme çarpanlar değil, her yazdıklarıyla ilk kitap heyecanı duyduğunu belli eden yazarlar da konuğum olacak. Öyle ya birbirimizi anlamak, meramımızı anlatmak için kullanmayacaksak bu bereketli dilimiz neye yarar?
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***