Türkçede bilinen ilk sözlük malumunuz Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı Divanü Lügat-it Türk’tür. Dilin etkileşime açıklığı dolayısıyla sürekli üreyen, deyimlerle zenginleşen özelliği bir yana Mahmut’un sözlüğü 1072’de bitirmesi de manidardır. Öyle ya hem Malazgirt Savaşı sonlanmış hem de Türkçenin varlığı zengin bir içerikle arzı endam etmiştir. Günümüze doğru bin yıla yakın zaman geçmiş, çok şükür ki sözlükten yana bir yoksunluk çekmemişiz. Bunların içinde edebiyatımıza olduğu kadar edebiyat tarihimize de güçlü eserler bırakan Hulki Aktunç’un Büyük Argo Sözlüğü’nü anmadan olmaz. Keza erken yaşta kaybettiğimiz Filiz Bingölçe’nin Kadın Argosu Sözlüğü (Metis), Futbol Argosu Sözlüğü (Alfa Yayınları) ve Osmanlı Argosu Sözlüğü (Alt üst Yayınları) de yoğun bir emeğin nadide ürünleri. Hele hele Necmiye Alpay’ın başucu kitapları Dil Sorunları Kılavuzu ve Dil Meseleleri (her ikisi de Metis Yayınları) okur yazar herkesin elinin altında mutlaka bulunması gerekir. Türk Dil Kurumu’nun şapkaları taka çıkara güncellediği sözlükler de hâlâ okullarda okutuluyor mu bilmiyorum.
Özlem Şan, yazdığı ilk romanı Şugar’ın (Parma Kitap) sonuna lubunca ya da kitaptaki adıyla “Şugar Sözlük” eklemekle bu zincire bir halka olmaya talip mi yoksa o evrenin dilini dolaşıma sokmakla mı yetinecek, merak ettim. Romanın baş karakterlerinden Alis’in ayakta ve hayatta kalma mücadelesi, neşesi, kendi evrenlerindeki dayanışma duygusu ve ortak dertleri okunmaya değer. Gerisini Özlem’in ağzından dinleyelim.
Şugar senin ilk romanın ama ben okurken içinde queer atmosferinin ve dilinin dolaşıma girdiği bir dünyanın kapısında okuru karşılamak ve içeriyi şöyle etraflıca gezdirmek istemişsin gibi hissettim. Yanılıyor muyum?
Evet, çok doğru hissetmişsin. Alis ile birlikte girdiğimiz bu dünyayı tanıtmak, o dünyanın kültürünü, kültür ürünlerini ve tarihini de aktarmak niyetindeydim. Lubunca metne kendiliğinden dahil oldu. Bu dilden anlatmasaydım, yabancı bir bakışla bu dünyayı seyrediyor olurduk. Oysa ben, queer öznelerin konuşmasını istedim. Bu yüzden hikayenin pek çok kahramanına da kendi hikayesini kendi diliyle anlatması için alan açtım. Adeta bu drag queenler Şugar’ın sahnesinde performanslarını sergilemiş oldular. Dolayısıyla lubunca metnin organik bir parçası oldu. Böyle olunca, yine söylediğin niyetin ateşlemesiyle belki de, metne lubunca sözlük de dahil oldu. Şugar’da geçen bütün lubunca kelimelerden oluşan bir sözlüğü de romanın arkasına ekledim.
Drag dünyası hem çok renkli hem de kimilerine çok yabancı bir dünya… Bu tür bir performans sanatının niyet ettiklerini, meselelerini, ne anlatmak istediklerini de anlatmak istedim. Drag performansı, yalnızca görünüşler ile ilgili değil, aynı zamanda tabu kırıcı bir yönü var. Önyargı kıran performanslar bunlar. Performansta üstlendiğim ve esinlendiğim yön de bu oldu. Metni performatif kılmak adına, performans sanatının izleyicisiyle doğrudan ilişki kuran yapısını, okurla diyalog kuran bir söylemle yansıtmaya çalıştım. O dünyanın güzelliklerini göstermenin, bu insanların hikayelerini bilmenin homofobik yargıları kırabileceğini düşündüm.
Dediğin gibi kitabın arkasında bir de çok baharatlı çok tatlı lubunya sözlüğü var. Bu dilin edebiyatını ya da edebiyatta bu dili nerede konumlandırıyorsun?
Lubunca, Polari, Kaliarda gibi queer toplulukların kullandığı diller, çoğunluğun dilini kırıp bozarak yeni ifade biçimleri ve yeni anlamlar üretiyor. Toplum eleştirisi ve mizah da bu yeni dile işliyor. Marjinalleştirilen bir topluluğun kendini görünür kılma ve sesini duyurmasının bir yolu haline geliyor. Lubunca, Türkiye’deki LGBTİ+ topluluğunun baskılara karşı kullandığı bir dil. Başlangıçta bir gizlilik ve dayanışma aracı işlev görüyordu. Bu dil, heteronormatif toplumun normlarını ters yüz ederken, aynı zamanda topluluğun kendine özgü bir kültür yaratmasını sağlıyor. Bana kalırsa bu yönüyle toplumsal eleştirinin dilsel bir karşılığı haline geliyor. Bir dil olmanın ötesine geçiyor, bir direniş alanı oluyor. Bu dilin edebiyatını, Deleuze ve Guattari’nin minör edebiyat kavramıyla ifade etmek istiyorum burada. Minörün, azınlığın meselesini, bireysel olanı kolektif ve politik alana taşıdığı için anlamlı buluyorum. Aynı zamanda bu ikilinin minör edebiyatın yerleşik dilde ifade edilemeyene alan açtığı, kolektif bir bilinç yarattığı ve bu bilincin devrimci bir potansiyel taşıdığına dair fikirlerinden etkilendiğimi söyleyebilirim.
Kitapta beni en çok etkileyen hafızamızı da canlandırman ve 1985’te AIDS’ten ölen Mürteza Elgin’i anman ve naaşının çamaşır suyuyla yıkandığını hatırlatman oldu. Keza trans cinayetler de can yakıcı ayrıntılar olarak “Tavşan Deliği’nden sızıyor. Oueer öykü ve romanlara bakışını, bundan sonra yazmayı planladıklarını da açık eder misin azıcık?
Şugar’ı yazarken amacım, kendini mutlak ve en iyi gerçeklik olarak sunan heteroseksizmin biçimlendirdiği ana akım anlatılarında temsil edilemeyen, edilse bile karamsar bir bakışın çizdiği “kader”e mahkum edilen queer öznelik hallerine daha olumlu temsiller üretmekti. Çehov’un şu ünlü sözü… Sahnede bir tüfek varsa mutlaka patlar. Edebiyatta da sinemada da tıpkı buna benzer bir düşünce alışkanlığı var sanki. Sahnede bir trans varsa mutlaka ölür. Queer bireylerin acılarının ve şiddetin pornografisini yapan, kurban psikolojisi üreten, travma tetikleyen, bireyi mesele edinmekten daha çok sansasyonel bir olayın etkisinin peşinde olan metinlerle karşılaşıyorum. Bana göre onlar queer roman etiketiyle satılsa da queer roman değil. LGBTİ+ temalı içerikler diyebiliriz belki. Sinemada da bu ayrımı yapan eleştirmenler var. Queer edebiyatın ya da sanatın, heteronormativite ile bir derdi olmalı, meselesi queer bireyin dertleri olmalı. Bu türden queer edebiyatı, Türkiye özelinde, ‘Lubunya Edebiyatı’ diye adlandırmak istiyorum. Lubunya dilini de içeren metinlerin olduğu bir edebiyat.
Şugar’da queer neşenin yansıması olan bir karakter çizmek istedim. Ama aynı zamanda yaşanmış acıları, kaybettiklerimizi, tarihi de aktarmak istiyordum. Şorololar Düşesi, sahne yasaklarını, Eskişehir sürgününü, 70’lerde ve 80’lerde Türkiye’de transların hayatını görmüş ve biz onun ağzından tarihi öğreniyoruz. Kitabın Düşes bölümü, Serdar Soydan’ın ‘Lubunya Arşivi’ çalışmalara dayanıyor. Mürteza Elgin’in önyargı dolu haberleri ve hakkında çıkan korkunç yazıları yine Soydan’ın arşiv çalışmalarından biliyorum. Elgin bu ülkenin AIDS ile imtihanının yüzü oldu.
Bundan sonra yazacaklarımın odağında, yine direniş, umut ve dayanışma anları olsun istiyorum. Şugar ilk romanım fakat aslında uzun zamandır öykü yazıyorum. Derdim hiçbir zaman Queer roman ya da Queer öykü yazmak olmadı. Demek istediğim, yola bu etiketi üstlenerek çıkmadım. Ama queer bireylerin hikayelerini anlatan bir roman ve öyküler yazdım. Yazmaya da devam edeceğim muhtemelen.
FİGEN ŞAKACI – 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011’de (ilk baskısı Everest Yayınları’ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013’te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki “Pişti” hikâyesinden uyarladığı “Topuklu Terlik Süt Yapar” tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017’de, Şogen Film tarafından 2019’da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***