İlker Cihan BİNER
Röportaj yapmak olay yeri inceleme gibi. Bir sanatçıya, küratöre, bilim insanına ya da akademisyene sorular hazırlarken onun çalıştığı alanlardaki yaratıcılığı gündeme gelir. Başka deyişle; gerçeklikle kurduğu ilişki ağı devreye girer.
Derya Yücel’le röportaj bu belirttiğim pozisyonda ilerledi. Ona küratörlüğünü yaptığı iki farklı sergiyi sordum ve küratöryel konumu üzerine de sohbet ettik. Daha fazla uzatmadan Derya Yücel’e bağlanalım.
“Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir” isimli serginin küratörüsünüz. Sergide Yüksel Arslan ile Erinç Seymen’i bir araya getirmek nereden aklınıza geldi? Başka deyişle; bu iki sanatçının bir sergide beraber olma hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
Derya Yücel: Kasa Galeri’de 2015 yılından beri küratöryel bir yöntem olarak duo (ikili/düet) sergiler üzerine çalışıyorum. Bu yöntemle çok sayıda sergi kürasyonu gerçekleştirdim. Farklı sanatçıların ürettiği yapıtlar arasındaki ilişkileri ortaya çıkaracak şekilde bir kurgu yaratmaya çalışıyorum. Bu, kuşaklar arası bir bağlam da olabiliyor. Geçtiğimiz yıl mayıs ayında yine Nazım Hikmet Kültürevi’nde açılan “Böyle Rüyadaymış Gibi” başlığındaki sergi de bu yöntemle ortaya çıkmıştı. Sergi, Ferruh Başağa ve Defne Tesal’ın soyutlamaya yönelik tasarlama ve icat etme süreçlerini karşılaştırıyordu.
Yüksel Arslan ve Erinç Seymen’i bir araya getiren “Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir” sergisinin merkezinde de bu düşünce ve yöntem yatıyor. Önceki sergide olduğu gibi Nilüfer Belediyesi, Görsel Sanatlar Bürosu’nun daveti, ev sahipliği ve sunduğu olanaklarla hayata geçen sergi, yine iki farklı kuşak sanatçıyı bir araya getiriyor. Yüksel Arslan eserlerini Öner Kocabeyoğlu Koleksiyonu’ndan ödünç aldık, Erinç’in üretimlerini de Galeri Zilberman ve Moiz Zilberman’ın desteğiyle bir araya getirdik. Herkese bir kez daha teşekkür ederim. Duo sergilerin etkisini önemsiyorum. Bu türden bir küratöryel kurgu ile iki sanatçının pratikleri arasındaki kesişmeleri, karşılaşmaları, zıtlıkları ya da aynı minvali paylaşma hallerini ortaya çıkarmayı ve bunun sonuçlarını geliştirici buluyorum.
– Savaşların hız kesmeden devam ettiği bir çağdayız. Olası saldırılar, eylemler, sosyal medya etkileşimleri derken… “Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir” sergisi günümüz dünyasıyla nasıl ilişki kuruyor?
Savaşlar, siyasi krizler, sosyo-ekonomik travmalar, göç, ekolojik yıkım hızla artarak yalnızca dünya gündeminde değil, sanat alanında da aciliyeti olan olgular haline geldi. Sanat pratikleri de işte o gerçekliğin yani politikanın ve sanatı icra etmenin kesiştiği bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda farklı kuşaklar olsalar da Yüksel Arslan ve Erinç Seymen’in sanat pratikleri arasında hem düşünsel ve kavramsal hem de duygu ve atmosfer olarak güçlü yakınlıklar olduğunu düşünüyorum. Bu bağları izleyicilerin de kolayca yakalayacağına eminim. Bu iki sanatçının yaratıcı evreni, izleyiciyi bu dünyaya yabancılaştıran, trajedi ve mizah, dişil ve eril, gerçeklik ve sanrı gibi karşıt görünen kavramların tuhaf karışımı ile tedirgin edici bir atmosferi paylaşıyor.
İki sanatçı da uygarlığın, modernist ilerlemeciliğin ve hegemonik erilliğin gösterenlerini şiddet, tekinsizlik, erotizm, tiksinti, ifşa, sabotaj, ikirciklik ve sahiplenme gibi stratejilerle tersyüz ediyorlar. Sanatçılar yapıtlarında, aile, aidiyet, sınıf, mülkiyet, cinsiyet/cinselliğin ideolojik işlevlerine, ortak menfaatler etrafında kümelenmiş yapılara, imtiyaz olgusu ve hâkimiyet/egemenlik mefhumlarına dair üretilen mitleri bozarak sahneliyorlar.
Bu sergi günümüz dünyasında sanatın insanı sarsarak yine insanın açmazlarını ifşa etme arayışına iki farklı kuşak sanatçının üretimleri üzerinden bakmaya, iki sanatçının politik eleştirel bir perspektifi paylaşmalarına ve bunun sürekliliğine işaret etmeyi amaçlıyor.
– Paris’te AZA-ART tarafından yapılan “Karanlıkta Uzaklaşmalar ve Parıltılar” adlı serginin küratörüsünüz. Sergide Mahmut Aydın ve Sefa Çatuk yer alıyor. Bu sergide küratöryel açıdan nasıl bir yol izlediniz?
Küratöryal bir yöntem olarak duo sergileri önemsiyorum. Bu yöntem, öncelikle sanatçıların kendi pratiklerine başka bir sanatçının gözünden bakabilmelerine alan açıyor. Bu yıl Maeva Polat ve Atilla Erol tarafından Paris’te kurulan AZA-ART, Türkiyeli sanatçıları ve eserlerini Avrupalı sanat izleyicileri ile buluşturmayı amaçlıyor. Bu da ilk sergileri. Sabit bir mekanları yok çünkü her serginin şehrin değişik semtlerinde her bir sergiye özel seçilmiş mekanlarda açılacak kısa süreli buluşmalar/karşılaşmalar olmasını hedefliyorlar. Küratöryal işbirliği için Mahmut ve Sefa’nın önerisi ve Maeva’nın daveti ile bir araya geldik. Mahmut Aydın ve Sefa Çatuk çok üretken iki genç sanatçı.
Üretimlerinde formsal anlamda özgün, kavramsal düzlemde de derinlikli çalışmaları evrensel bir dile sahip. Heykelleri aracığıyla varoluşun çok katmanlı doğasını, insanın çevresiyle olan ilişkisini ve bu ilişki içindeki dinamizmi ifade eden Mahmut Aydın’ın güç ve iktidar kavramlarının toplumdaki içkin varlığını sorguladığı heykelleri sergide yerini alacak. Kişisel mitolojisini kurguladığı resimlerinde güncel ve sosyo-politik durumlara dair fantastik gerçekçi imgeleri ile hikayeler yaratan Sefa Çatuk da toplumsal ritüellere, kültürel kodlara, kamusal ve özel alan ayrımına dair sanat tarihsel göndermeler içeren resimler yapıyor. İnsan, doğa ve kültür ilişkisinin ön planda olduğu bu resimlerde sanatçı, pastiş ve parodi kavramlarını bir alıntılama yöntemi olarak kullanıyor.
– “Karanlıkta Uzaklaşmalar ve Parıltılar” sergisinde izleyiciye neler aktarılacak? Öte yandan seyirci bir kriz ağı ile mi karşı karşıya kalacak?
Sergi, gecenin içinde yanıp sönen, uzaklaşarak kaybolan ateşböceklerinin parıltılarının başka bir yerde yeniden ortaya çıkıp görünür olduğuna inanan bir düşünceyi paylaşıyor. Fransız filozof Georges Didi-Huberman’ın düşüncesini sanatsal üretim için ödünç aldım. “Ateşböcekleri” gibi sanat pratiklerinin de artık varlıklarını hedef alan tehditlerden kaçan, içinde yaşadıkları karanlığa karşı küçük ışıklarını ve parıltılarını yayarak etrafa sinyaller gönderen direniş ağlarına katıldığını düşünüyorum. Karanlığın içinde görünüp kaybolan ateşböceklerinin ışıltılı jestleri günümüz var kalma siyasetleri ve sanat arasındaki ilişkiye de ilham veriyor. “Karanlıkta Uzaklaşmalar ve Parıltılar” başlığındaki bu sergi, ateşböceklerinin hayatta kalma serüveni ve var kalma mücadeleleri ile analoji kuruyor. Çünkü, her iki sanatçının üretimleri, unutulmuş, zayıflamış, silinmiş ya da bastırılmış hakikatlerin ve hikayelerin gizli/kesintili sinyallerini gönderip parıltılarını yayan ateşböceklerinin mücadelesinde olduğu gibi, kör edici karanlığın içinde mutlak bir karamsarlık yerine her şeye rağmen var kalabilmenin kelimelerini imgelere dönüştürüyor.
– Yurt dışı ile yurt içi arasında sergi yapmak arasında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
“Sergi yapmak” benim için öncelikle bir sorumluluk. Sanatçının yaratıcı duyarlılıkları ve mesajları, kurumların misyon ve amaçları ile izleyicinin alımlama süreçlerinin tümünü dengeli biçimde ortaya koymakla sorumlu olduğumuzu düşünüyorum. Herkes kendi döneminin tanığıdır. Bu tanıklığın içinde de öncelikli sorumluluğunuz sanatçılara karşı olmalıdır. Dolayısıyla sanatçıları yerel sanat ortamında olduğu gibi uluslar arası sanat alanında da destekleyecek kişi, kurum ya da oluşumlarla bir diyalog ve işbirliği geliştirmek çok değerli.
Bu nedenle, yurtdışı ile yurtiçi arasında sergi yapmak arasında ilkesel ve çalışma sistematiği olarak benim için bir fark yok. Fark, koşullar ve olanaklar söz konusu olunca operasyon ve organizasyonel bağlamda ortaya çıkıyor.
Özellikle benim gibi tamamen “bağımsız” bir küratörseniz yurtdışı projeleri için fon ya da kaynak bulmak yerelde neredeyse imkansız. Bir şans kamusal kaynaklara ulaşmak mümkün olsa bile bu kez Türkiye’nin “temsil” edilmesi, neyi söyleyip neyde susmanız gerektiği gibi imtina etmeniz gereken başka şartlar ortaya çıkıyor. Yeşil pasaportunuz yoksa vize sorunu da bence en büyük sorunlardan biri. Aralık ayında Bregenz-Künstlerhaus Palais Thurn und Taxis’de gerçekleşen sergi için davetli küratör olduğum halde yalnızca 3 hafta süreli vize verilmişti. Bu kez Fransa daha insaflı davrandı ve yine davetli küratör olduğum halde 2 ay vize alabildim. Sanat eserlerinin nakliyesi, sigortası ve gümrük prosedülerinin zorluğu da buna eklenir. Dolayısıyla yalnızca TC bireyi olarak dolaşım ve seyahat konusunda yaşadığınız zorluklar dışında ekonomik zorluklar uluslararası çok sayıda güçlü ve verimli projelerin gerçekleştirilmesini engelliyor. Oysaki sanat üretimi ve sanatçılarımızın niteliği ve potansiyeli bu kadar güçlüyken.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***