Türkiye’de son dönemde sıklıkla yaşanan kadın ve çocuk cinayetleri, “Türkiye bir şiddet sarmalına mı girdi?” sorusunu gündeme getiriyor.
Diyarbakır’da 8 yaşındaki Narin Güran’ın kendi aile evinde öldürülmesiyle başlayan süreç, İstanbul kent merkezinde 19 yaşındaki Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner’in akranları bir genç tarafından toplumun gözü önünde öldürülmesine kadar geldi. Güran’ın kaybolduğu 21 Ağustos’tan Halil ve Uzuner’in katledildiği 4 Ekim’e uzanan bu süreçte hem onlarca kadın daha öldürüldü hem de sorunun kaynağına dönük tartışmalar arttı.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre, Türkiye’de 2024’ün ilk altı ayında 205 kadın erkekler tarafından öldürüldü ve 117 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Eylül sonuna gelindiğinde öldürülen kadın sayısına 90 kişi daha eklenirken, 67 şüpheli ölüm de kayıtlara geçti.
Rakamlar ve kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddetin uygulanma rahatlığı ve alanları, 2011’de Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi ya da tam adıyla Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden Türkiye’nin 2021’de çıkmasıyla arttı ve genişledi mi?
Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen uluslararası insan hakları sözleşmesinden çıkışı bundan üç yıl önce imzalayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün yaptığı açıklamada, “Çekilmemizin, kadın hakları ve kadınlara yönelik şiddetle mücadeleye en ufak bir menfi etkisi olmamıştır. Kadına ve çocuğa yönelik şiddette zafiyet görüntüsüne asla izin vermeyecek, ‘şiddete sıfır tolerans’ ilkesiyle mücadelemizi devam ettireceğiz” dedi.
Avukat Süren: “Sözleşmeden çekildikten sonra en önemli artış şüpheli ölümlerde oldu”
VOA Türkçe’ye konuşan Avukat Leyla Süren ise Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinden sonra kadınların, üç aşamalı olarak olumsuz etki altında kaldığını belirtti.
Kadınların kendilerini daha savunmasız hissetmelerini ve erkelerin daha cüretkâr olmalarını sağlayan psikolojik etkiye vurgu yapan Süren, koruma önlemlerinde azalma ve mahkemeler tarafından koruma emri taleplerinin reddedilmesinde artış yaşandığını da söyledi. Süren’e göre çekilmeden sonra en önemli ve dramatik artış, şüpheli ölümlerde oldu.
Sözleşmesinin yürürlükte olduğu döneme göre kadınların aldığı koruma kararlarının azaldığını aktaran Süren, “Mahkemeler, koruma kararı taleplerimize daha çok red vermeye başladı” dedi.
Avukat Süren en önemli etkilerden birini şöyle açıkladı:
“Ben Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği’nin avukatıyım. Biz cinayet dosyalarına, şüpheli ölümlere, çocuk istismarı ve çocuk ölümü dosyalarına müdahale talebinde bulunuyorduk ve dayanağımız İstanbul Sözleşmesi’ydi. Ancak bu 6284’de (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) düzenlenmiyor. Taleplerimiz rutin olarak reddediliyor.”
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “İyi hal indiriminin yeniden tartışılması lazım. Hem ceza hukukçularımız, hem akademisyenlerimiz ve uygulayıcılarımız özellikle milletvekillerimizle iyi hal indiriminin devam edip etmeyeceği konusunda görüşeceğiz” açıklamasına ve denetimli serbestlik konusunun ele alınacağını söylemesine tepki gösteren Süren, “Önce yasaları doğru uygulayın, önce kadınları koruyun” dedi.
Avukat Süren, gerçek reçete olarak bahsettiği “İstanbul Sözleşmesi zaten bu korumayı sağlarken neden kaldırıldı?” sorusunun gündemden düşmemesi gerektiğini ve İstanbul Sözleşmesi’yle kadınların ve çocukların korunmasının mümkün olduğunu kaydetti.
Yıldırım: “Şiddetin en önemli nedenlerinden biri toplumun uygulanan şiddete yönelik kabul edici algıları”
Türkiye Psikiyatri Derneği (TPD) hafta başında yaptığı açıklama “Son dönemlerde sokaklara taşan şiddet olaylarına tanık olmak, her gün bir kadının ya da çocuğun uğradığı şiddet ile karşılaşmak hepimiz açısından üzüntü verici ve kabul edilemez. Bu şiddeti anlamlandırma adına kötülüğe neden bulmak ve sanki şiddet toplumun ve gündelik yaşamın dışındaymış gibi algı oluşturacak şekilde fail olmayı hastalıklarla gerekçelendirmek, şiddeti meşrulaştırmayı doğurur ve yeni şiddet alanları yaratır” dedi.
VOA Türkçe’ye konuşan Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı Ejder Akgün Yıldırım, toplumda son dönemde şiddet davranış ağırlığının arttığını ve dernek olarak bu konularda uyarılar yayınladıklarını belirterek, bunun yukardan aşağıya yapısına dikkat çekti. Sokak hayvanları düzenlemesini örnek gösteren Yıldırım, “Biz şiddete ilişkin anlamlandırmayı ya da gerekçelendirmeyi sıklıkla kullanmaya başlar onların bazı yerlerde meşru olabileceği yönünde söylemlerde bulunursak bunun toplumdaki yansımalarının önüne geçemeyiz” dedi.
“Bir toplumda şiddetin en önemli nedenlerinden biri toplumun uygulanan şiddete yönelik kabul edici algılarıdır” diyen Yıldırım, ikinci olarak da şiddetin sıradanlaşmasını gösterdi. “Eğitimden çalışma ortamına, aileden devlet kurumlarına kadar sıradanlaşmayı ve kabul edilebileceğini ilişkin risklere dikkat çeken Yıldırım, şiddette sıradanlaşmanın en önemli örneklerinden biri olarak sağlık çalışanlarına dönük şiddeti gösterdi.
İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmanın benzer bir durumu LGBTİ+’lar için yarattığına dikkat çeken Yıldırım, sözleşmeden “LGBTİ+’ları da koruyor” diyerek çıkışın bu kesimler için yarattığı risklere dikkat çekti.
Yıldırım “Daha da riskli olabilecek nokta, toplumun şiddetle baş etme yöntemlerinin de çok rasyonel olmaması. İnsanlar kendilerini korkutan, risk açısından yönetemediği durumlarda yönetebilecekleri gerekçeler yaratırlar” dedi.
“Türkiye bir şiddet sarmalına giriyor”
Türkiye’nin bir şiddet sarmalına girmekte olduğunu kabul etmesi için kritik bir evrede olduğuna dikkat çeken Yıldırım, bu sürece üç aşamada gelindiğine vurgu yaptı. Bu evreleri koruyucu yasalardan vazgeçilerek tersine şiddeti meşrulaştırabilecek -sokak hayvanları yasası gibi- yasalara imza atılması; kıyafet ve boşanma gibi kültürel faktörlerin meşruiyet aracı olarak dayatılması yoluyla erkek şiddetinin ve normalleştirilmesi, toplumsal cinsiyet rollerinin pekiştirilmeye çalışılması; son noktada da şiddet uygulayanların ruhsal sorunlarının öne çıkarılıp, fail olmayı hastalık gibi gösterme çabasıyla açıklayan Yıldırım,
Bu faktörlerin sorunun temel kaynaklarının konuşulmasının ve anlaşılmasının önüne geçtiğini belirtti.
“Özellikle Türkiye’de aile kurumuna yönelik bir takım katı değerler, boşanmanın insanlar için değil, sanki onların büyük aileleri için bir felaketmiş gibi görüyor. Toplumun kadının kimliğinden, cinsiyetinden kaynaklı varoluşunu bir türlü hazmedememesi, kültürel olarak toplumun cinsiyet eşitliğinin bir türlü sağlanamamış olması gibi birçok sorun karşımızda. Bu, faillerin yöntem olarak kolaylaşmış bir şiddeti uygulamalarına yol açıyor” diyen Yıldırım, “Yargı da buna uygulanabilir bir zemin yaratıyor. Bir sürü suç işlemiş insan ertelenebilir cezalarla, tuhaf infaz yasalarıyla sokakta gezebiliyorken, biz ‘neden hastalar psikiyatri hastanesine yatırılmadı’ diye bir tartışma içine gireriz, çünkü kolay olan bu” dedi.
TPD açıklamasında da, “Şiddetin giderek sıradanlaştığı, bireysel silahlanmanın teşvik edildiği bu iklimde başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere yasal düzenlemelerin sosyal ihtiyaçlar bağlamında ele alınması, eğitimden çalışma ortamına, aileden kurumlara her yerde her türlü şiddete sıfır tolerans gösterilmesi gerektiğini vurguluyoruz” ifadeleri yer aldı.
Büyük aile mi, kamusal sorumluluklar mı?
Kadın ve kız çocuklara dönük şiddetin kent, kır ve dijital ortam fark etmeksizin yükselmesi mekân ve şiddet eğilimi ve alanı konusunu da gündeme getirdi.
Bern Üniversitesi’nde Kıdemli Araştırmacı ve Öğretim Görevlisi Dr. Deniz Ay, mekânın bir aktör olarak görülemeyeceğini ancak “mekânı yaratan, dizayn eden kim?” sorusunun bizi sorumlulara götürebileceğini söyledi.
Mekânın özel ve kamusal alan olarak ayrıldığına dikkat çeken Ay, kadın ve çocuklara dönük şiddetin oluşmasında, önlenmesinde ve cezalandırılmasında bu iki alanın kullanımına dikkat çekti. Türkiye’de kamusal alanın varlığı görev ve sorumluluklarının daraltılıp, özel alanların öne çıkarıldığını vurguladı.
“Buna son yaşanan Discord’un engellenmesini örnek verebiliriz. Burada özel alana bir müdahale var. Peki Discord olmasın, bu fikirler yok mu oluyor? Bunu toplumsalda yeniden üreten süreçleri tanımlayıp buna yönelik politika geliştirmediğiniz sürece bu bugün Discord olur yarın biscord olur” diyen Ay’a göre, meselenin temeli kamusal alanın sorumluluk devrini özel alanlara itelemesinde aranmalı. Deniz Ay, şu değerlendirmede bulundu:
“Devletin kurumsallığının, kamusallığının en görünür olduğu yerler eğitim, sağlık ve yargı. Siz bunların alanını daraltıp, önünü kapattığınızda bütün sorumluluğu ‘kutsal, büyük aileye’ atfettiğinizde görünmez, her şeyin olmasına çok müsait bir kapalı kutu yaratıyorsunuz. Böylece, ‘o zaman her şey ailenin sorunu’, ‘çocuklarınıza sahip çıkın’, ‘kadınlar sokaklarda olmasın’, ‘o saatte ne işi vardı’ söylemini doğruyor. Sorunun, bütün sorumluluğu kamusallıktan özel alana, hane içine sıkıştırmakla ilgili olduğunu düşünüyorum.”
Erkeğin kendinde şiddet uygulayabilme hakkı ve gücü gördüğünü kaydeden Ay, şöyle konuştu:
“Tarihsel olarak bu toplumsal cinsiyet hiyerarşilerin kadın ve erkek rollerinin ve bunların biyolojik sonuçlarının, toplumsal sonuçlarının yeniden şekillendiği bir süreç 16 -17. yüzyılda özellikle Orta Avrupa’da yaşanmış cadı avları olduğunu da düşünebiliriz. Yani burada yaşadığımız ‘femicide’ (kadın cinayetleri), cins kırım, erkek şiddetine baktığımızda aslında bu da bir cadı avı süreci olarak görülebilir. Bu iktidara karşı fikir beyan eden muhalifin etkisiz hale getirilmesi, susturulması için tarihsel bağlamında bir metafor. Şiddet bu bağlamda düşünülebilir.”
“Büyük aile” argümanına karşı kamusal hizmetlere, alanlara, erişim talebini büyütmenin gereğine dikkat çeken Ay, “Toplumsal olarak neyi talep ediyoruz neyin peşinden gidiyoruz? Kimi sorumlu tutuyoruz? Hatta kimden çok, neyi sorumlu tutuyoruz?” dedi.