L’amour est un oiseau rebelle,
Que nul ne peut apprivoiser.*
*Aşk isyankar/asi bir yırtıcı kuştur,
Kimsenin evcilleştiremeyeceği.
Alexandre César Léopold Bizet ya da çoğumuzun bildiği isimle George Bizet’in son ve en ünlü operası Carmen, insanın ne’liğini gösteren en önemli eserlerden biri olarak sanat tarihinde yer alır. Kıskançlık, intikam, suçluluk, kendini beğenmişlik gibi insanı içten içe yok eden duyguların şehvetle birlikte harmanlanarak bu operada buluşması, opera tekniği bakımından da haykırışların, çığlıkların işin içinde olmasına ve sınırların zorlanmasına zemin hazırlamıştır.
Romantik dönemin en önemli eserlerinden bir olan Carmen, aynı zamanda opera konusu bakımından da verismo’ya en güzel örneklerden biri olarak değerlendirilir. Peki nedir verismo? İtalyanca gerçeklik anlamına gelen ‘vero’ kelimesinden türetilen bu kavram, hem edebiyatta hem de opera tarihinde önemli bir yere sahiptir. Genellikle gerçekçi bir şekilde, altsınıfın yaşam öykülerinin sanatla buluştuğu bir türdür. Bizet’nin Carmen operası da, tütün işçilerini, kaçakçıları ve onların yaşadığı ekonomik-politik problemleri barındırdığı için verismonun en önemli örneklerinden biri olarak opera tarihinde yerini almaktadır. Bu tür ile birlikte opera sahnelerinde soylu-aristokrat-mitolojik karakterler yerine ‘sıradan’ insanlar vardır ve bu sayede ‘sıradan’ insanlar kendilerini sahnede görebilirler.
Carmen operasının konusunun derinine inmeden, Bizet’in yaşamına da değinmek gerekir. George Bizet de birçok besteci gibi çok varlıklı olmayan, amatör olarak müzikle ilgilenen bir aile yaşantısına sahiptir. Annesi tarafından keşfedilen bu yetenekli çocuk, Paris Konservatuvarı’na kabul edildiğinde 10 yaşındaydı. O dönemin ünlü opera bestecilerinden biri olan, Faust ve Romeo & Juliet’i opera tarihine kazandıran Charles Gounod, George Bizet’i gördükten sonra emekliliğinden vazgeçip ona dersler vermiştir. Franz Liszt’in onu ayakta alkışlayarak izlemesi de sanat tarihinde önemli bir anekdot olarak anlatılmaktadır. Kazandığı burslarla İtalya’da eğitimler alan Bizet, 1860 yılında Paris’e döner ve annesinin ölümüyle büyük bir yıkım yaşar. Kendince sanatsal değeri olmayan sipariş eserler yaparak ve özel derslerle geçimini sağlamaya çalışan besteci, bu yönüyle de büyük bestecilerle ortak bir özelliğe sahiptir.
Gerek geçim sıkıntısı, gerek sağlık problemleri ve gerekse yaşadığı kayıplarla kendini yalnız hisseden ve aynı zamanda yalnızlaştıran Bizet, 1866 yılının yaz ayını Paris dışındaki bir yazlıkta geçirir. Burada tanıştığı ve duygu yoğunluğu yaşadığı Chabrillian adlı kişiden etkilenerek Prosper Mérimeé’nin Carmen romanının operasını bestelemeye karar verir. Sanat yönetmenleri konuyu ve karakterlerin sahneye uygun olmadıklarını düşünseler de (az sonra bunu açacağız), bazı değişikliklerle kabul ederler.
1874’te tamamlanan opera, 1875 yılında prömiyerini yapar. İlk sahnelenmesinden sonra romana sadık kalınmadığı yerlerin olması nedeniyle, özellikle Mérimeé’nin vatandaşı olduğu İspanya’da çokça eleştirilmiştir. Bununla birlikte opera eleştirmenleri de eseri olumsuz anlamda eleştirmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri de kuşkusuz operanın saraya ait olduğunu düşünen kişilerden kaynaklanmaktadır. Çünkü daha önceden de söylediğimiz gibi, Carmen sıradan insanları konu alan ve saraydan uzaklaşan bir opera örneğidir. Bu eleştiriler, Carmen’in bir fenomene, bir tür olguya dönüşmesi ve evrenselleşmesine engel olamamıştır.
Carmen’in bir olgu haline gelmesi ve evrenselleşmesinin nedenini daha iyi anlamak için, operada yer alan karakterlere bakmamız gerekmektedir. Ana karakterimiz Carmen, sınırlanmaya tahammül edemeyen, kendini sınırsız bir özgürlük içerisinde var etmeye çalışan, tutkulu ve dürtülerine göre hareket eden bir kadındır. Onun ilişki kurduğu erkeklere karşı ‘baştan çıkarıcı’ tavrı, sınırlanmaya karşı bir tavır olarak da yorumlanmaktadır. Başka bir insana bağlanmayı reddetme ve aynı zamanda “tutkunun, aşkın” kendisine “tutkulu ve aşık” olmk olarak da değerlendirilebilir. Ama bütün bunlar Carmen’in bir ‘femme fatale’ yani ilişkiye girdiği erkeklere sonunda büyük problemler yaşatan, hatta ölümcül bir tehlike getiren, çekici ve baştan çıkarıcı kadın olma fenomeni olmaktan kurtarmaz. Endülüs’te bir tütün işçisi olan bu çingene kadın, kendi varlığını korumak ve bağımsızlığını korumak adına her şeyi yapabilen bir fenomendir.
Carmen fenomeninin karşısında diğer karakterimiz ve bir anlamda ilkel dürtüleriyle yaşayan Don José, kıskançlığın ve aşkın sapkın bir şekilde şiddete dönüşmesinin bir örneği olarak karşımıza çıkar. Carmen ve Don José’nin bu çarpışması, bir anlamda dürtüsel-içgüdüsel olan duygularımızın arınmasına da neden olur. Arınma kavramını Antik Yunan’da kullanılan katarsis terimiyle karşılarsak; bir insanın, ruhunu kötülüklerden arındırması anlamında kullanılmaktadır. Ve Carmen operasında da bu arınmayı özellikle son sahnede Carmen’in Don José tarafından, sapkın bir kıskançlık yüzünden öldürülmesiyle şiddetli bir şekilde hissederiz.
Carmen, Don José’yi ve diğer erkekleri gerçekten seviyor mu? Yoksa sadece ona gösterilen ilgiyi mi seviyor? Carmen, Escamillo ve Don José’ye aynı anda aşk hissedebilir mi? Yoksa sadece özgürlüğünün peşinde mi? Bu soruların sorulması, Carmen’in -yani insanın- duyguların önemine dikkat çekmesi bakımından önemini göstermektedir. Aynı zamanda cevapsız olan bu soruların, her zaman farklı bir cevaplanması, bir anlamda Carmen’in canlılığını da sunmaktadır. Carmen’in kendisi için dile getirdiği libre elle est née et libre elle mourra (özgür doğdu ve özgür ölecektir) sözleriyle de sözünü tutmuştur.
Peki geçtiğimiz yazıda ele değerlendirmeye çalıştığımız Don Giovanni ile Carmen karşılaşırsa ne olurdu? Ölümü göze alacak derece inandıklarını yaşayan, baştan çıkarıcı ve güçlü olan bu iki karakter aynı operada yer alsaydı, dinamik ve sert geçen bir çekişmenin olacağı kaçınımazdı. Don Giovanni, zeka ve manipülasyonla Carmen gibi tutkulu ve özürlüğün peşinde koşan bir kadını baştan çıkartabilir miydi?
Son olarak, geçen haftaki yazımızda yer alan Don Giovanni karakteri ve bu haftaki konuğumuz Carmen karakteri, bir insan tipini tamamen temsil etmemektedir. Ancak yarattığı ve yaşattığı duygular iyi-kötü yargısından bağımsız olarak son derece insanidir.
Serhat Durup kimdir?
19 Mayıs 1989’da dünyaya geldi. 2013 yılında Maltepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olurken, Sinema ve Televizyon Bölümü’nden de yan-dal programını tamamladı. 2016 yılında aynı okulun İnsan Hakları Bölümü’nden “Tüketim Toplumunda Çalışan İnsan ve Çalışma Hakkı” adlı tezini tamamlayarak yüksek lisans derecesini aldı. Felsefe öğretmeni olarak yaşamına devam ediyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***