“Yeni Faz” Kavramları (19)
Gülen Hareketi’nin 1990’ların başında yurt dışına açılması, küresel ve bölgesel dinamiklerin kesiştiği bir döneme denk geldi. Bu karmaşık küresel ve bölgesel bağlamda, Hizmet Hareketi kendine yeni bir misyon belirlemişti: Eğitim yoluyla kültürel köprüler kurmak, Türkiye’nin yumuşak gücünü artırmak ve küresel barışa katkıda bulunmak.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
12 Eylül’den bir hafta önce Hocaefendi’nin Bornova’da verdiği vaazın Hizmet’in bir evresinin son vaazı olacağını kimse bilmiyordu. Yaklaşık 6 yıllık bir suskunluk sürecine girecekti Gülen. Vaaz sonrası imam odasına girdiğinde sürpriz bir isim onu bekliyordu: Turgut Özal…
Muhtemelen Özal’ın ikaz etmesiyle 45 günlük rapor alarak izne ayrılan Hocaefendi, darbe sonrasında elbette artık vaaz ü nasihatte bulunma imkanı bulamayacaktı. Kendisi o dönemi şöyle anlatıyor:
- “12 Eylül öncesinde cereyan eden hadiselerin bir darbe ve ihtilale davet mahiyetinde olduğunu anlamak için, zannederim ne ferasete ne de kehanete ihtiyaç vardır. Hadiselerin dilinden en kaba çizgileriyle anlayanlar dahi gelmekte olan ihtilalin sesini kulak zarları yırtılırcasına duymuşlardır. Meseleye bu zaviyeden bakacak olursak, olması muhtemel darbeyi ben de herkes kadar hissetmekteydim ve etrafıma söylediklerim de bu mahiyette şeylerdir.
- Bence 12 Eylül’ün diğer ihtilallerden pek farklı bir yönü yoktu. Yine gençler silahlı ve sokakta.. Yine dillerde Marks ve Lenin.. Yine kin ve nefret.. Yine yıkıcı siyaset ve meclis polemiği.. Yine müdahaleye çağrı ve yine ‘hele bir yıkalım sonra oturur ne yapacağımızı düşünürüz’ gibi geri kalmış ülkelerin psikolojisiyle hareket etme hastalığı sarmıştı bir baştan bir başa toplumu. Kimsenin kimseyi kabullenmediği, bir kesimin diğeri ile beraber yaşamaya tahammül edemediği ve en küçük farklılıkların kavga vesilesi yapıldığı böyle bir ortamda, müdahale için her şey tamamdı. Ve yine suni sağ-sol hikayesi hürriyet ve demokrasinin katliyle sonuçlanacaktı.”
Hocaefendi darbe sürecini anlatırken, çok enteresan bir şekilde o dönem henüz hiç gündemde olmayan bambaşka bir konuya da giriyordu: “Bu arada şunu da vurgulamakta yarar var: Bu son hareketin mimarları bazı müspet icraatta da bulundular. Toplumu, dirilmesi için bir kere daha silkelediler. Sovyet imparatorluğu yıkılma sath-ı mailine girdiği bir dönemde maceracı gençlerin Türkiye’yi Sovyetler’in peyki haline getirme oyununu bozdu ve ülkemizin içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklenmesini bilerek veya bilmeyerek önlediler.. Bazı kıymetli vatan evlatlarına millete hizmet etme yollarını açtılar..”
Askeri rejimini büyük baskısı neticesinde vaizlik istifa etmek zorunda kalmıştı. Uzunca bir süre göz önünde bulunmamaya dikkat ediyordu Hocaefendi. Zaten kısa süre sonra resmen aranmaya da başlamıştı.
Askeri rejim, sağ/sol, dindar/demokrat dinlemeden her şeyin üzerinden silindir gibi geçiyordu.
Ve 6 Nisan 1986… Tam olarak bir kırılma noktası. Meşhur Çamlıca Vaazı… Uzun bir aradan sonra ilk kez cemaatinin huzuruna çıktı Gülen. 6 yıl sonra ilk kez kürsüdeydi. Ve tüm tahminleri aşan genç bir kalabalık onu dinlemeye gelmiş, cemaat caminin avlusundan sokaklara taşmıştı. O gün hem camiin açılışı hem de Miraç kandili günüydü. Vaazın bir de başlığı vardı: Kalbin Miracı!
Cemaatine şöyle seslenecekti Hocaefendi:
- “Benim bütün cürmümle beraber sizin içinizde bulunmamın serencamesi, aranızda ‘kardeşlerime selam olsun’ selamına mazhar olma, muhatap olma. Başka bir derdim yoktur. Yoksa hayatımın bakiyesini inzivada yaşamak benim için daha zevkli ve daha lezzetliydi. Ama bir iştiyak, bir arzu gidermek de istedim.
- Beş-altı sene var ki benim için bir hicran, bir hacir oldu; hakikat gamzeden sineleri görmedim. Üzülmedim, hakkımda verilen hüküm çok âlî bir divanda verilmişti. Rabbimin mahkumu olduktan sonra üzülmemiştim. Resulullah’ın yolunda olduğu için üzülmemiştim. Size karşı hizmet zannettiğim meselelerden dolayı olduğu için üzülmemiştim. İçimde bunun teselli verici esintileri vardı ama bir ızdırabım, bir hicranım, yenemediğim bir elemim vardı ki sizi toptan göremiyordum.
- Ne acıdır ki şu anda dahi sizlerle yürekten böyle karşı karşıya gelip dizlerimi dizlerinize verip sizinle sarmaş dolaş olamıyorum. Şu ağlamalı dünyada, her tablosu ayrı bir hicran olan şu dünyada, nebilerin, sıddiklerin ağlayıp geçtikleri şu dünyada, bu ağlamalar bir gülmeli hayatın tohumları mahiyetindedir. Öbür âlemde kesretler, manialar, engeller, perdeler, hailler mani olmadan Hammâdûn olarak, Allah’a çok hamd eden bir cemaat olarak, elinde Hammâdûn’un bayrağını taşıyan Hazreti Muhammed’in yani Ahmed-i Mahmud-ı Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) bayrağının altında toplanacak, manisiz, perdesiz, hailsiz, bütün güzelliklerin kaynağı olan Cenabı Hakkın cemalini müşahede edecek ve kendimizden geçeceğiz.
- Bizim gerçek lezzet günümüz, zevk günümüz, iliklerimize kadar inşirah duyacağımız gün o gündür. Ve bugün sizin, benim, dünkülerin ve yarınkilerin katlanacağı her şey işte bunun içindir. Rabbim bu mevzudaki çırpınışlarımızı ihlas dairesinde edaya bizleri muvaffak kılsın.”
Ve kısa süre sonra uygulamaya koyacak yeni misyon ve vizonundan da ipuçları verecekti:
- “Bana arkadaşlarım dediler ki ‘sabah namazını kıldık geldik, cami dolu gibiydi.’ Ne arıyorlardı bu insanlar? Neyin peşindeydiler? Ben bunu bir şahsa, bir hasrete bağlayamam. Bu işin arkasında Hazreti Muhammed Aleyhissalatuvesselam vardı. Siz Hazreti Muhammed Aleyhissalatuvesselamı arıyorsunuz. Buraya koşup gelirken, sabahın erken saatlerinde camiyi doldururken hangi sineye bir hançer vursaydınız ondan şunu duyacaktınız; ‘bırakın şunu bunu, Kur’an’a ne yapıldı, onu söyleyin bize!’
- Onu da ben size söyleyeyim; zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor, Müslümanlar şoklarını arkada bırakıyor ve yepyeni bir Kur’an devri başlıyor. Bu cemaat buraya benim takdirinden aciz olduğum çok yüksek bir mefkure, çok yüksek bir düşüncenin sevkiyle gelmiştir. Kendi kendime şöyle dedim: Biliyorum ki bunlar beni Hazreti Muhammed Aleyhissalatuvesselamın kapısının sadık bir köpeği sayarak onun için yapıyorlar bunu. Ben bu mevzuda o sadakati gerektiği gibi izhar edemedim. Ama bir şeyim var, daima onu söyledim; dedim ki ‘ya Resulallah, koyunlarımızı bekleyen bir köpeğimiz vardı, koyunlarımıza karşı sadakatinden dolayı hiçbir gün onun ekmeğini, aşını ihmal etmemiştim, ara sıra sarılır onu okşardım. Ya Resulallah bana nasıl bakarsan bak, senden başka, senin kapından başka kapı bilmedim. Sadakat ve vefa nedir onu bilmedim ama başkasını da tanımadım, gözlerimin içine başka hayalin girmesine razı olmadım.’
- İşte böyle bir sadık köpeğin havhavlarına koşup geldiyseniz şayet, büyük bir velinin beyanı içinde meseleye aydınlık getireyim: Birisi diyor ki ‘Medine’de uyuzlu köpekler var.’ Peygamberin köyünün kokusunu sürünüp gezen o köpeklere karşı dahi savrulan bu hakaret karşısında kalbi atom zerratı adedince parçalanan hak dostu yerinden fırlıyor ve ‘sus’ diyor ‘peygamberin köyünün kokusunu sürünüp gezen o köpeklere dahi ben kurban olayım.’ Ahd u peymanımız budur. O’na verdiğimiz söz budur. Gözümüzü açtık O’nu tanıdık. O’nunla her şeyi tanıdık. O’nunla Allah’ı ve Kur’an’ı tanıdık. O’nunla kâinatın manasını tanıdık. Ve O’nunla içlerimiz inşiraha erdi, kalplerimiz itminana kavuştu.
- Her şeyi O’na borçluyuz. Binaenaleyh çok defa gölgeler arkasında yürüyen sizler, çok defa fani şahısların fani olmalarına işlerinizi bina eden sizler, ben biliyorum ki siz bütün bu gölgelerin önünde, bütün bu gölgelerin mihrabında, bütün bu gölgelerin minberinde nazarınızda tek şey vardır, o da Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem). Siz bugün O’nu sormak için geldiniz. Resulullah bizim kalbimize göre nerede? Ve Kur’an bizim kalbimize göre nerede? İnşallah sizler O’nun açtığı o kapıdan miraç yapma yolundasınız. Cismiyle ruhuyla miraç yapan Nebiler Nebisi, Nebiler Sultanı’nın yolunda sizler her namazınızda, O’nun yolunda verdiğiniz mücadelelerin, mücahedelerin her parçasıyla kalplerinizde ve vicdanlarınızda miraç yapıyorsunuz. Rabbim, başlattığınız bu miracı tamamlamaya sizi muvaffak eylesin.”
Kısa süre sonra İstanbul’da rutin vaazlara başlaması ise, cemaatiyle arasındaki mesafeleri ve aracıları kaldırması açısından önemliydi. 89 Nisan’ından itibaren artık haftalık vaazlara yine başlamıştı. Süleymaniye, Pendik, Sultanahmet, Bakırköy Yeni Mahalle, Fatih vaaz verdiği camilerden bazılarıydı.
19 Kasım 1989’da, İstanbul Süleymaniye Camii’nde Fethullah Gülen, “Marifet İnsanı” başlıklı vaazında, Türk halkını Orta Asya ülkelerine yardım etmeye ve hatta bu bölgelere göç etmeye teşvik etti. Ancak, yetmiş yıllık komünist rejimin ardından bu coğrafyada faaliyet göstermek neredeyse imkansız görünüyordu.
Bölgede hakim olan kaos ve belirsizlik, birçok kişiyi endişelendiriyordu. Bir iş adamı, Gülen’e gelerek şu endişesini dile getirdi: “Bu ülkelerde okul açmamızı istiyorsunuz, ancak orada devlet düzeni yok, muhatap alacağımız bir otorite yok. Bu şartlarda nasıl okul açabiliriz?”
Gülen, bu karamsar yaklaşıma karşı iyimser bir tavır sergiliyordu: “Yıkılmış bir ülkede devlet olmaz mı? Siz okulunuzu açın, devlet kuruldukça sizinle iletişime geçecek ve okulunuzun yasal çerçevesini belirleyecektir. Okulunuz da bu süreçte varlığını sürdürecektir.”
Bu kararlı duruş, Anadolu insanının heyecanını artırdı. Ancak, yıkıcı güçlere karşı mücadele vermek ve bu ülkelerde hizmet etmek kolay olmayacaktı. Komünizmin uzun yıllar süren etkilerinden hala kurtulamayan bu ülkelerde çalışmak, büyük bir özveri gerektiriyordu.
Bu girişim, sadece Türkiye için değil, tüm Türk dünyası ve hatta küresel barış için önemli görülüyordu. Bu kutsal görevi yerine getirmek için, kişisel bağlardan ve hatta canından vazgeçmeye hazır olmak gerekiyordu.
Ancak, pratik zorluklar da vardı. Hem fedakar olacak hem de matematik ve fen derslerini İngilizce anlatabilecek yeterli sayıda öğretmeni bulmak büyük bir zorluktu. Bu durum, projenin önündeki en büyük engellerden biriydi.
İlk adım ve öncüler!
1990 yılının 10 Ocak günü, Ankara, İstanbul ve İzmir’den seçkin 10 iş insanından oluşan bir heyet, gazeteci Halit Esendir’in kılavuzluğunda İstanbul’dan hareket etti ve ertesi gün Trabzon’a vasıl oldu. Nihai hedefleri Gürcistan ve Azerbaycan olan bu grup, 11 Ocak’ta Gürcistan’ın payitahtı Batum’a ayak bastı.
Bu, Türkiye’den Türk Cumhuriyetleri’ne ilk kez böyle bir ziyaretin gerçekleştirilmesiydi. Heyet, Azerbaycan’ın başşehri Bakü’ye kadar seyahatini sürdürdü. Ne var ki, bu yolculuk oldukça tehlikeli bir ortamda vuku buluyordu. Azerbaycan ve Ermenistan arasında savaşın patlak vermesi an meselesiydi. Nitekim, heyetin 18 Ocak’ta Türkiye’ye avdetinden sadece iki gün sonra savaş başladı ve Rus askerleri Azerbaycan topraklarına girdi.
Bu öncü seyahatin ardından heyetin aktardıkları, Hocaefendi’yi derinden müteessir etti ve sıhhatini bozdu. 28 Ocak 1990’da İzmir’deki Şadırvan Camii’nde vaaz vermek için kürsüye ancak ilaç yardımıyla çıkabildi. Azerbaycan’ın işgali karşısında duyduğu ıstırabı ve dünya üzerinde zulüm ve işkence altında inleyen dindaş ve soydaşlarımız için bir şey yapamamanın verdiği kederi dile getirirken, kürsüde baygınlık geçirdi.
Bu hadiseler üzerine, Hizmet ehli samimi insanlar, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş bu kardeş ülkelerin mahrumiyet içindeki halklarına yardım götürebilmek için seferber oldular. Halit Esendir’in rehberliğinde, bu kez 37 kişilik daha geniş bir heyet, Özbekistan’ı da kapsayacak şekilde, 28 Mayıs 1990 tarihinde mağdur ve mazlum insanlara can suyu olmak gayesiyle yola revan oldu. Bu, tehlikelerle dolu, meşakkatli, uzun ve sıkıntılı bir yolculuktu.
Tehlikelere rağmen, bu samimi gayretlerle o gün toprağa serpilen tohumlar, birkaç yıl içinde filizlenecek, hatta kısa sürede meyve vermeye başlayacaktı.
Şimdi projeksiyonu biraz daha geniş bir açıya alalım ve bakalım küresel perspektifte neler yaşanmış.
Ve büyük kırılma!
1989 yılının Kasım ayında, Türkiye ve Rusya milli futbol takımları arasında oynanan bir maç, beklenmedik bir şekilde Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Balkanlar’da Türk okullarının açılma sürecini başlattı. Bu maç, aslında çok daha büyük bir değişimin habercisiydi. Dünya, Soğuk Savaş’ın son demlerini yaşıyor, Sovyetler Birliği çözülmenin eşiğinde duruyordu.
Bu dönemde, Türkiye’de Turgut Özal’ın liberal politikaları ile başlayan özgürlük dalgası, ülkeyi ekonomik ve sosyal açıdan dönüştürürken, dış politikada da yeni ufuklar açıyordu. Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci, Orta Asya’da bağımsızlığına yeni kavuşan Türk Cumhuriyetleri için hem bir fırsat hem de bir belirsizlik dönemiydi.
Bu tarihsel bağlamda, Fethullah Gülen’in eğitim odaklı hareketi, yeni bir misyon üstlenmeye hazırlanıyordu. Gazeteci Halit Esendir’in Kırım seyahati ve ardından aktardığı izlenimler, Gülen’i derinden etkiledi. 70 yıllık komünist rejim altında ezilen, dini ve kültürel değerlerinden uzaklaşan bu toplumlara yardım eli uzatmak, artık bir insanlık görevi olarak görülüyordu.
Gülen’in “Gidin ve bu kardeşlerinize yardım edin!” çağrısı, sadece dini bir görev değil, aynı zamanda kültürel bir köprü kurma çabasıydı. Bu çağrı, Türkiye’nin yeni dış politika vizyonuyla da örtüşüyordu. Özal’ın “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” vizyonu, Gülen hareketinin eğitim seferberliği için adeta bir zemin hazırlamıştı.
Ancak bu misyon, büyük zorlukları da beraberinde getiriyordu. Bağımsızlığına yeni kavuşan ülkelerde devlet yapıları henüz oturmamış, ekonomik ve sosyal kaos hakimdi. Üstelik Türkiye’nin bu ülkelerde henüz büyükelçilikleri bile yoktu. Bu belirsizlik ortamında, Gülen’in takipçileri adeta bir maceraya atılıyordu.
Diğer yandan, küresel ölçekte “medeniyetler çatışması” tezi gündeme gelmeye başlamıştı. Bernard Lewis’in 1990’da ortaya attığı bu tez, İslam dünyası ile Batı arasında kaçınılmaz bir çatışma öngörüyordu. Tam da bu noktada, Gülen hareketinin eğitim atılımı, bu teze karşı barışçıl bir alternatif sunma potansiyeli taşıyordu.
Bu bölümde, Fethullah Gülen hareketinin yurt dışına açılma sürecini, dönemin küresel ve bölgesel dinamikleri ışığında incelemeye çalışacağız.
Türkiye’nin değişen dış politika vizyonu, Sovyetler Birliği’nin dağılması, yeni bağımsız olan Türk Cumhuriyetleri’nin durumu ve küresel ölçekte yükselen kültürel çatışma söylemleri bağlamında, hareketin bu yeni misyonunu ele alacağız. Ayrıca, bu genişlemenin Türkiye’nin yumuşak gücü ve kültürel diplomasisi üzerindeki etkilerini de değerlendireceğiz.
Yıl 1992.. Gülen, Dallas Methodist Hastanesi’nde prostat ameliyatı olan Turgut Özal’ı ziyaret ediyor.
Yeni durum, yeni ufuklar!
Hizmet Hareketi’nin 1986 yılında Zaman gazetesini satın almasıyla beraber, basın dünyasında yavaş yavaş kendini göstermeye başlaması, dünya çapında yaşanan değişimler, Hizmet Hareketi için yepyeni ufuklar açmıştı.
Elbette bunların başında Komünist Rusya’nın dağılması geliyordu.
Çöküş ve Yeniden Doğuş
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte dünya haritası yeniden çizildi. Bu değişimin merkezinde, dev bir imparatorluğun çöküşü ve yeni ülkelerin doğuşu vardı.
Yaklaşık 100 yıl süren ve tabiri caizse ismine Kızıl İmparatorluk diyebileceğim bir rejim çatırdamaya başlamıştı.
1980’lerin sonlarına doğru, bir zamanlar dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan Sovyetler Birliği, içten içe çökmeye başlamıştı. Ekonomi can çekişiyor, halk sokaklarda özgürlük istiyordu. Mikhail Gorbaçov’un reformları, eski sistemi kurtarmak yerine, ona son darbeyi vurdu.
Ağustos 1991’de, Moskova sokaklarında tanklar görüldüğünde, herkes büyük bir değişimin eşiğinde olduğumuzu anlamıştı. Başarısız darbe girişimi, zaten sallanan Sovyet sisteminin sonunu getirdi. Bir zamanlar demir yumrukla yönetilen cumhuriyetler, birer birer bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.
Büyük Uyanış
Bu karmaşa içinde, beş Türk cumhuriyeti- Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan- kendi yollarını çizmeye başladılar. Yıllarca bastırılmış milli kimlikler, şimdi tüm gücüyle ortaya çıkıyordu.
Azerbaycan, petrol zenginliğiyle yeni bir geleceğe yelken açtı. Kazakistan, geniş toprakları ve doğal kaynaklarıyla bölgenin yükselen yıldızı oldu. Kırgızistan, demokrasi denemelerine girişti. Özbekistan, tarihî İpek Yolu şehirleriyle kültürel mirasını canlandırmaya çalıştı. Türkmenistan ise doğalgaz rezervleriyle dikkat çekti.
Ancak özgürlük, beraberinde zorlukları da getirmişti. Bir kere bu devletlerin ekonomiler allak bullak olmuştu. Fabrikalar durmuş, işsizlik artmıştı. Sovyet döneminden kalma yöneticiler, bu kez “demokratik” maskeler takarak iktidara yapışmışlardı.
Halk, bir yandan özgürlüğün tadını çıkarırken, diğer yandan geçim derdiyle boğuşuyordu. Marketlerde raflar boşalmış, kuyruklar uzamıştı. “Komünizm kötüydü ama en azından karnımız doyuyordu” diyenler hiç de az değildi!
Yeni kimlik arayışları
Bu yeni cumhuriyetler, bir yandan da kim olduklarını yeniden keşfediyorlardı. Yıllarca Ruslaştırma politikalarına maruz kalmış halklar, şimdi öz dillerini, kültürlerini, inançlarını canlandırmaya çalışıyorlardı. Eski Sovyet sembolleri yerlerini milli sembollere bırakıyordu.
Dış politikada da yeni bir sayfa açılmıştı. Rusya hâlâ önemliydi ama artık tek seçenek değildi. Türkiye, kardeş ülkeler olarak gördüğü bu cumhuriyetlere kucak açtı. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” sloganı, Ankara’nın yeni vizyonunu özetliyordu.
Elbette bu esnada ABD, Çin ve Avrupa ülkeleri de bölgeye ilgi göstermeye başlamıştı. Özellikle enerji kaynakları, bu ilginin arkasındaki en büyük nedendi.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığı, sadece bölgesel değil, küresel etkileri olan bir olaydı. Bu süreç, milyonlarca insanın hayatını derinden etkiledi ve etkilemeye devam ediyor.
Gülen hareketinin 1990’ların başında yurt dışına açılması, küresel ve bölgesel dinamiklerin kesiştiği bir döneme denk geldi. Bu süreç, Türkiye’nin değişen dış politika vizyonu, Sovyetler Birliği’nin dağılması, yeni bağımsız olan Türk Cumhuriyetleri’nin durumu ve küresel ölçekte yükselen kültürel çatışma söylemleri bağlamında çok daha detaylıca incelenmeyi hak ediyor.
Şöyle bir kronoloji çıkarmak elbette mümkün.
1980’lerin sonlarında, Turgut Özal’ın liderliğinde Türkiye’nin dış politikası önemli bir dönüşüm geçiriyordu. Özal’ın “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” vizyonu, Türkiye’nin etki alanını genişletmeyi hedefliyordu. Bu vizyon, Gülen hareketinin eğitim seferberliği için adeta bir zemin hazırladı. Hareketin okulları, Türkiye’nin kültürel ve ekonomik nüfuzunu yayma aracı olarak görülmeye başlandı.
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, dünya siyasetinde büyük bir boşluk oluşturdu. Bu boşluk, özellikle Orta Asya’da yeni fırsatlar ve zorluklar doğurdu. Gülen hareketi, bu bölgede oluşan ideolojik ve kültürel boşluğu doldurmak için harekete geçti çoktan. Hareketin okulları, Sovyet sonrası dönemde bu ülkelere yeni bir eğitim modeli ve dünya görüşü sunma potansiyeli taşıyordu.
Bağımsızlıklarını yeni kazanan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan bir geçiş dönemindeydi. Bu ülkeler, bir yandan ulusal kimliklerini yeniden tanımlarken, diğer yandan da modern dünyaya entegre olmaya çalışıyorlardı. Gülen hareketinin okulları, bu ülkelere hem Türkiye ile kültürel bağlarını güçlendirme hem de Batı tarzı modern eğitim alma fırsatı sunuyordu.
1990’ların başında, Bernard Lewis’in ortaya attığı ve Samuel Huntington’ın geliştirdiği “Medeniyetler Çatışması” tezi, küresel siyasette giderek daha fazla tartışılmaya başlandı. Bu tez, İslam dünyası ile Batı arasında kaçınılmaz bir çatışma öngörüyordu. Gülen hareketinin eğitim atılımı, bu teze karşı pratik bir cevap niteliği taşıyordu. Hareketin okulları, farklı kültürler ve inançlar arasında bir diyalog ve anlayış köprüsü kurma potansiyeli gösteriyordu.
Kırımoğlu ve Cumhurbaşkanı Türgut Özal…
Yeni vizyon, yeni misyon!
Bu karmaşık küresel ve bölgesel bağlamda, Gülen hareketi kendine yeni bir misyon belirledi. Bu misyon, eğitim yoluyla kültürel köprüler kurmak, Türkiye’nin yumuşak gücünü artırmak ve küresel barışa katkıda bulunmaktı. Hareket, bir yandan Türk kültürünü ve değerlerini yayarken, diğer yandan da evrensel değerleri ve modern eğitim standartlarını benimsemiş okullar açmayı hedefledi.
Ancak, bu misyon beraberinde zorluklar ve tartışmalar da getirdi. Hareketin faaliyetleri, zaman zaman Türkiye’nin resmi dış politikasıyla çelişkiler yaşadı. Ayrıca, bazı ülkelerde hareketin faaliyetleri şüpheyle karşılandı ve zaman zaman siyasi gerilimlere neden oldu.
Son tahlilde, Gülen hareketinin yurt dışına açılmasını, 1990’ların başındaki karmaşık küresel ve bölgesel dinamiklerin bir ürünü olarak görmek mümkün. Bu süreç, Türkiye’nin yumuşak gücünü artırma potansiyeli taşırken, aynı zamanda ülkenin dış politikasında yeni tartışmalara ve zorluklara da yol açmıştı. Özellikle seküler Turancı kesim bu algıyı güçlendirmek için var gücüyle çalışıyordu.
Hizmet Hareketi’nin yurt dışı açılımını şu başlıklarda özetlemek mümkün…
Yumuşak Güç: Gülen hareketinin açtığı okullar, Türkiye’nin kültürel etkisini ve yumuşak gücünü önemli ölçüde artırdı. Bu okullar, Türk dilini, kültürünü ve değerlerini yayarak Türkiye’nin uluslararası imajına olumlu katkı sağladı.
Kültürel Diplomasi: Hareketin faaliyetleri, resmi diplomasinin ulaşamadığı alanlarda bir tür kültürel diplomasi işlevi gördü. Özellikle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde, Türkiye ile bu ülkeler arasında bir köprü rolü üstlendi.
Eğitim modeli İhracı: Türkiye’nin eğitim modelini ve standartlarını yurt dışına taşıyarak, bir nevi “eğitim ihracı” gerçekleştirdi. Bu, Türkiye’nin eğitim alanındaki birikimini ve deneyimini uluslararası düzeyde paylaşmasına olanak sağladı.
Güçlü Ekonomik Bağlar: Okulların açılması ve işletilmesi sürecinde, Türk iş adamları ve girişimciler de bu ülkelere yöneldi. Bu durum, Türkiye ile bu ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesine katkıda bulundu.
Medeniyetler Arası Diyalog: Söylediğimiz gibi; Gülen hareketinin faaliyetleri, Bernard Lewis’in “medeniyetler çatışması” tezine karşı pratik bir cevap niteliği taşıdı. Bu okullar, farklı kültürler ve inançlar arasında bir diyalog ve anlayış köprüsü kurma potansiyeli gösterdi.
Diplomatik etkiler: Hareketin faaliyetleri, zaman zaman Türk dış politikasının gayri resmi bir aracı gibi işlev gördü. Özellikle devlet kurumlarının henüz tam olarak yapılanmadığı bölgelerde, Türkiye’nin etkisini artırma potansiyeli taşıdı.
Ancak, hareketin bu genişlemesi zaman içinde tartışmalı bir boyut da kazandı. Bazı çevreler, bu faaliyetlerin Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla her zaman örtüşmediğini iddia etti.
Ve bu yazı serimizin de muhatabı olan, bu kadar ayrıntılı geçmişe yolculuk yapmamıza sebep olan başlık: Diaspora Oluşumu.
Evet, yurt dışına giden eğitimciler ve işadamları zamanla bu ülkelerde küçük Türk toplulukları oluşturdular. Ve evet, bu topluluklar, Türkiye’nin yurt dışındaki “gayri resmi” temsilcileri gibi işlev gördü. Ancak bunun tam olarak bir diaspora oluşturup oluşturmadığı konusu epey tartışma götürür.
Dilerseniz, bu kısmı bir sonraki yazıda tartışalım.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***