Bu hafta gösterime giren “Sakın Ses Çıkarma” (Speak No Evil) filmine dair bu eleştiri, bazı sürprizleri açık etmek zorunda kalacak. Christian Tafdrup’ın Mads Tafdrup ile birlikte yazdığı senaryodan çektiği aynı adlı film ülkemizde vizyona girememiş olsa da adından söz ettiren yapımlardan olmuştu.
Film “Dilsiz Şeytan” adıyla çeşitli(!) mecralarda gösterildi ve sinemaseverlerin gündemine girmeyi başardı. Çünkü seyirci ağzıyla söylersek ‘yalnızca korkutmayan, derdi olan’ gerilim filmleri listesine giren yapımlardandı.
Basitçe anne baba ve kız çocuğundan mürekkep bir Danimarkalı çift, İtalya tatillerinde dilsiz bir erkek çocukları olan Hollandalı çiftle tanışır ve arkadaş olur. Bir süre sonra davet üzerine Hollandalı çiftin kır evine gitmeye karar verirler. Ev sahipleri ilk başta biraz tuhaf davransa da bunu onların ‘taşralı’ karakterlerine veren ailemiz bir süre sonra kendilerini tehdit altında hissetmeye başlar. Ancak türlü gerekçelerle çiftliği terk edemedikleri için öldürülürler. Aslında Hollandalı çift, evlerine davet ettikleri insanları öldürüp çocuklarına el koyarlar. Çocuklar konuşmasın diye de onların dilini kesmektedirler. Orijinal film, ‘kötü’ karakterlerin muradına erişiyle sona erer.
Ama bugün itibariyle izleyeceğimiz Amerikan- İngiliz versiyonunda hikaye tabii ki bambaşka yerlere gidiyor. Ama önce bir noktaya dikkat çekmeden geçmeyelim. Hollywood’un İngilizce olmayan yapımların yeniden çevrimini yapması için geçen zaman giderek azalmaya başlamıştı. Ancak bu filme kaynaklık eden yapım büyük oranda İngilizce olmasına rağmen iki yıl içinde yeniden çevriminin gelmiş olması sektör üzerine ayrıca düşünmeyi gerektiriyor sanırım.
Filmin ABD versiyonunun en büyük kozu, ‘psikopat’ karakterleri canlandırmakta giderek mahir hale gelen James McAvoy kuşkusuz. Hakkını yemeyelim burada da yeterince tedirgin edici olmayı başarıyor. Ancak zaten mesele de biraz burada düğümleniyor. Tehdidi ne kadar olağanüstü hale getirirseniz, hikayeyi de o kadar eğip bükebilirsiniz. Orijinal film, ‘kötü karakter’ temsilindeki sıkıntılarına rağmen ‘politik doğruculuk’ ezberleri nedeniyle gelen tehdidin farkına varamayan, çocuklarını üzmeye cesaret edemedikleri için kedilerini tehlikenin içine atan, güvenmedikleri bakıcıya ‘ırkçı davranmış olmamak’ için hayır diyemeyen kentli, özgüvensiz, modern bir ailenin eleştirisine soyunuyordu. Birçok bakımdan da sorunluydu bu eleştiri. Ancak bu durum bize ‘kötü’ karakterlerin motivasyonunu anlamamız için de kapılar açıyordu.
Senaryoyu kafasına göre Amerikanlaştırıp çeken James Watkins (The Take, The Woman in Black, Eden Lake) ise tam bir muhafazakâr metin çıkarıyor önümüze. Kurban bu kez ABD’li bir aile, katiller ise İngiliz. Ancak ABD’li aile Londra’ya taşınmıştır. Baba (Ben) bir süredir işsizdir. Anne (Louise) ülke değişimine adapte olamamıştır. Çocukları Agnes ise bazı büyüme sıkıntıları yaşamaktadır. İşte bu çiftimiz İtalya tatilinde Paddy – Ciara çifti ve onların dilsiz oğulları Ant ile tanışırlar. Davet üzerine de Londra’dan arabalarına atlayıp yeni tanıştıkları çiftin kırsaldaki çiftliğine giderler. Evet, çiftimizin sorunları vardır. Ben iş güç tutturamadığı için özgüvenini kaybetmiştir, ilgisizlikten yakınan Louise büyük bir günaha girip telefonda bir adamla flört etmiştir! Ben de bunu atlatamamıştır. Agnes, oyuncak tavşanını bırakamayan bir bebek gibi davranmakta, anne babası da onu kontrol etmekte zorlanmaktadır. İşte bu zayıflıkları kullanan Paddy ve Ciara onları tuzaklarına düşürüp ortadan kaldırmaya çalışırlar. İlk filmden farklı olarak burada ne mi olur? Tabii ki kutsal aile bütün hışmıyla geri döner. Louise çocukları korumak için analığın vahşi yüzünü ortaya çıkarır, Ben de erkekliğini yeniden inşa eder. Bir Hollywood klişesi olarak kötü adamlar cehenneme giderken, kutsal ailenin sorunlarının üzeri örtülür, düzen kendini güvenceye alır, kol kırılır yen içinde kalır.
İlk filmde, sorunlu da olsa modern insana ve ‘idealleştirilmiş’ aileye dil uzatan anlatı, burada ailenin kutsal halesinin onarılıp yeniden baş tacı edildiği bir biçim alır. Paddy ve Ciara’nın ‘politik doğrucu’ kimi tutumlara karşı hepimizin kuracağı eleştirel cümleleri de onların kötülüğünün arkasına sığınılarak karalanır, mahkûm edilir.
James Watkins, meslektaşı Christian Tafdrup’un güzelim malzemesini, muhafazakâr bir Hollywood filmine dönüştürüyor. Oysa 2008 tarihli ilk filmi “Eden Lake”de çok daha cesur bir giriş yapmıştı türe.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***