PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Demokrasiyi tartışmaya seçimlerden başlanmaz, haklardan ve hukuktan başlanır. Demokrasinin çevresel koşulları sağlanmadan seçimsel prosedür demokrasi kavramına ithaf edilen birçok standardı karşılamaz. Bilakis, çoğunluk diktasına götüren sürecin yok yaşları döşenir.
Eğer demokrasi bir ev olsaydı, onu nasıl bir mimariye göre inşa ederdiniz?
Her evin bir planı vardır. Gecekondudan bahsetmiyorum tabii. Ev tasarımında dikkate alınması elzem olan parametreler arasında ilk akla gelenler arasında arsanın boyutu ve topografya, zemin analizi, temel, kullanılacak ana malzemeler, evin biçimi, işlev ve yaşanılırlık, yaşam biçimi, oda sayısı gibi ana kıstaslar var.
Demokrasi evinde bunlar nasıl somutlaştırılabilir?
İlk sütun hukuk devleti olmalı. Bakın dikkat ederseniz bu sütunu sivil toplumdan, partilerden, seçimlerden vs. önce sayıyorum. Çünkü hukuk devleti demokrasinin temelidir. İnşa edilecek ev ne kadar kaliteli malzemeden yapılırsa yapılsın, ne kadar estetik veya işlevsel olursa olsun, ne kadar fazla odaya veya kaliteli mekânlara sahip olursa olsun; esas olan temeldir. Eğer temeli sağlam değilse, bir evin dayanıklılığı daha baştan tehlikeye girmiş demektir.
Deniz dolgu ev, dağ yamacına, heyelan tehlikesinin olduğu yere yapılan ev, deprem bölgesinde kırılgan ve esnek olmayan malzemeden yapılan ev gibi “lades” sonucu getirecek ilk düğme ilikleme hataları, size başarılı bir demokrasi vermeyecektir. Bunlar roket bilimi değil. En temel karşılaştırmalı siyaset veya demokrasi derlerinden birine giren öğrencilere ilk üç-dört haftada öğrettiklerimiz.
Hukuk devletinin özü, iktidarın sınırlandırılmasıdır, ki bu da ancak onu hukuka tabi kılmakla olur. Hukukun üstünde olan bir iktidar varsa orada demokrasi olması mümkün değildir. Ne kadar seçim yapılırsa yapılsın; böyle bir durumda seçimler şaka gibidir. Tek işlevleri otoriter ve ceberut bir iktidara meşruiyet devşirmektir. Seçimsel prosedür, prosedürel demokrasiye götürür, gerçek demokrasiye götürmez. Gerçek demokrasi, ancak hukuk devleti varsa vardır. Hukuk devletinin en başta gelen ölçütü de, dediğim gibi yürütme erkinin gücünün yasalarla sınırlandırılması, bunun da bağımsız bir yargı erkince denetlendirilmesi ve gerekirse de yaptırıma tabi tutulmasıdır. Bunu yapacak olan yüksek yargıdır, yani en başta Anayasa Mahkemesidir.
Bir önceki yazımda 1215 Magna Carta’nın önemini anlatırken bu konuya değinmiştim. Egemenin yasaya tabi kılınması, yani yasanın monarktan büyük olması, kanun benim diyen krallara ve sultanlara karşı yapılabilecek tek şeydir. Monarklar artık nadiren kanun benim diyebiliyor. Fakat monarklar kadar güçlü otokratlar kendilerini kanunların kapsama alanı dışına çıkartarak iktidarlarını konsolide ediyorlar. Bağımsız yargı denmesinin önemi buradan gelir.
Yargının tarafsız olması elbette önemli, ancak ilk evvela bağımsız olmalı. Kimden bağımsız olacak? Yürütme organından. Yani polisi, istihbaratı, orduyu, iç ve dış siyasi kararları alma yetkisini, bürokratik enstrümanları elinde bulunduran kuvvetten. İktidarın tekil olduğu sistemler bu nedenle diktatörlüğe kayar. İyi kral veya bilge başkan türü tasavvurlar ve bunların yarattığı kısmen istisnai iyi örnekler, kurumsallığın karşısında zayıf argümanlardır. Dicle kenarındaki koyun örneğinden hareketle, kurumsallaşmamış ve güç sınırlandırılmasına tabi tutulmamış iktidar sürekli iyi olmak durumunda değildir. Yani “iyi olma durumunun” sürekli olması için kurumsallaşma şarttır. Neyin kurumsallaşması? Gücün sınırlandırılmasının.
Başka bir ifadeyle, liderin ve güç ittifakının (siyasal elitlerin ya da karar alıcıların) güçlerinin yasadan kaynaklanması, yasanın altında olmaları, yasanın onlar için de bağlayıcı olması! Bunlar olmaksızın, ev ayakta durmaz. Bu nedenle temel diyorum. Temel önemlidir. Temel olmadan demokrasi salt seçimsel prosedüre mahkûmdur ve bu da çoğunluk diktasına götürür.
İkinci sütunumuz hukuk devletinin yan ürünüdür. Diğer bir ifadeyle onun sonucu ve tamamlayıcısıdır.
Eşit vatandaşlık!
Kimlik önemlidir. Demokrasiler kimlikleri dar kalıplara sokmadan, daha çok coğrafi aidiyet ve temel haklar ve değerler temelinde inşa eder. Evet, kimlikler inşa edilir. Her sosyal görüngü gibi insan ürünüdürler. Jüpiter gibi orada duran, bizim de nesnelce gözlemleyebileceğimiz, değiştirme ihtimalimizin olmadığı, bizden bağımsız bir görüngü değildir. Kimlikleri kapsayıcı olarak tanımlamadan ve vatandaşlıkla çerçevelemeden demokratik toplumu inşa edemezsiniz.
Civic (sivil değil!) kimlik, ırksal veya etnik temellere dayanmayan, yasal vatandaşlığa ve coğrafyaya atıfta bulunan kimliktir. Türkiye’deki Türk kimliği böyle bir kimlik değil. Bu nedenle kendilerini etnik Türk olarak tanımlamayanlar Türk kimliğini benimseyemiyor. Dahası, etnik Türk denen Türkofon kitle de mesela Kürtleri bu nedenle anlayamıyor. Oysa eğer kimlik tanımı coğrafya ve ortak değerler temelli yapılmış olsaydı, bu pürüzler çok daha az ortaya çıkardı.
Üçüncü sütunumuz seküler devlettir.
Eğer devlet tüm inançlara ve inançsızlıklara eşit mesafede durmazsa, demokrasi inşa edemezsiniz. Çünkü eğer devlet bir inanç sisteminin enstrümanı haline gelirse, kendisini o inanç ekseninde tanımlamayan vatandaşlar kendilerini devletin asli vatandaşı olarak göremez. Osmanlı döneminde gayrimüslimlerin Osmanlı’dan ayrılmaları en çok bu nedenden kaynaklıdır. Dahası, belli bir inanç grubundan olanlara karşı da inanç enstrümanı olan bir devlet birleştirici olamaz. Bu tür devletler parçalanmaya programlıdır.
Dördüncü sütunumuz haklardır.
İnsan hakları, azınlık hakları, siyasal ve sivil hak ve özgürlükler – bunlar hakkında gayet kapsamlı ve üzerinde anlaşılmış bir manzume var. Bunun benimsenmemesi Yirmi Birinci Yüzyıl’da ciddi bir zafiyettir. Çünkü zamandan kaçış yok. İnternet ve bilgi çağında insanların algılarını 1400 yıl önceki gibi kontrol edebilme şansınız da bulunmuyor. Olsaydı da bu doğru olmazdı. Şu anki etik standartlar, tüm dinlerin ve kültürlerin son on bin yılsa ürettiklerinin damıtılmış ve sentezlenmiş bir şeklidir zaten. Mesela kadınlara eşit vatandaşlık ve hukuk önünde eşitlik vermeden demokrasi inşa edemezsiniz.
Bu tür temel meseleleri halen sindirememiş olanlardan oluşan bir sosyoloji, size bir Finlandiya veya Kanada demokrasisi üretemez. Yani bunlardan kaçış yoktur. Zaten Ortadoğu diktatörlüklerinden kaçıp Batı’ya sığınanlar da bu nedenle Batı’yı tercih ediyorlar. Bunların bir bölümü gittikleri Batılı ülkelerde köhnemiş fıkıha dayalı İslam hukuku talep ediyor ki bu gerçekten patolojik bir durumdur. Hâlbuki İslam hukukunu kaçtıkları toplumların sorunları da kısmen veya büyük oranda bu köhne ve statükocu hukuka dayanıyor. Velhasıl bu dördüncü sütun da olmazsa olmazdır.
(Devamı var)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***