Önemli bir not ve hatırlatma…
Bundan 23 güneş yılı önce biz, Alfa Centauri yıldız sistemi üst yöneticileri olarak bir proje geliştirmiş ve sistemimize en yakın uzayda hayat işareti gösteren gezegenleri araştırmaya karar vermiştik. Bu projenin ilk adımı olarak Dünyaya gönderdiğimiz bir araştırma grubunun raporu daha önce dünyalı bir yazar tarafından ele geçirilerek yayınlanmıştı. Ne var ki bu rapor için dünyaya gönderdiğimiz pilot araştırma grubu, gözlem alanı seçtikleri Türkiye’nin şartlarına aşırı derecede intibak ederek havaya girmişler ve raporlarını, “Özlük haklarımızı ve iş yerinde karşılaştığımız yüksek risklere karşı yıpranma tazminatımızı ödemezseniz biz de direnişe geçecek ve rapor yerine size sadece Türk siyaset adamlarının günlük demeçlerini yollayacağız” şeklinde tehditler savurduktan sonra dediklerini yaparak Alfa Centauri ile irtibatı koparmışlardı.
Bu durum karşısında altı-üstü üç yıldızdan oluşan galaksimizin intergalaktik üst yönetim konseyi, bundan bir yıl önce, Alfa Centauri intergalaktik konfederasyonunun milli birlik ve beraberliği ve fakat bilhassa yüksek güvenlik ihtiyaçlarının zaafa uğramaması gibi ulvi bir gerekçeyle yeniden toplanma gereği duyarak 23 yıl önce dünyaya gönderilen ekibin akıbetini öğrenmek maksadıyla yeni bir keşif heyeti düzenleme gereği duymuştur. Aşağıda okuyacağınız metin bu keşif ekibinin resmi raporu olup metinde yer alan kişi ve yer isimleri hakikate tamamen mutabıktır.
SURET DEĞİŞTİREREK STANDART TÜRK MEMURU FORMUNA GİRDİK!
Dünyayı uzaydan seyretmek ve ara sıra dürbünle aşağıya bakarak insanların hallerini dikizlemek eğlenceliydi ama ekip şefimiz kaptanın haklı ikazıyla bir an önce yeryüzüne inip insanlarla kontakt kurarak 23 sene önce kendilerinden artık haber alınamayan ekip arkadaşlarımızın izini sürmeliydik. Bizim galaksiden dünya civarına gelmek molalar hariç 4 ışık yılı sürüyordu ve hâliyle hepimiz daha kafadan 4 sene yaşlanmıştık; e, bir de bunun dönüşünü hesaplarsanız kaptana hak vermek gerekiyordu.
İlk olarak, “Bunca yol geldik, biraz eğlenelim, kafayı dağıtıp dinlenelim bari” diye mırın–kırın edenler olunca kaptan, “Tamam ulan, yalnız Türkiye milli hudutları içinde bir yer bulun, benden size 3 gün izin” dedi. Çok sevindik ve hemen yüksek transformasyon odasına teker teker girerek Türk tipinde bir insan modeli seçtik kendimize. Ayakta parmakarası terlik, altta rengarenk şort ve üstümüze de çiçekli plaj gömlekleri uydurup birer de moda güneş gözlüğü uydurduktan sonra beş arkadaş halinde Bodrum denilen yerin plajlarından birine ışınlandık. Aslında bizim için paranın bir önemi yok. Uzay gemisindeki yüksek teknoloji sayesinde altın, gümüş, kağıt para filan-fıstık çoğaltılabiliyor ve ne kadar çoğalttığınızın bir önemi yok fakat kaptan, “Sizin elinize fazla para verirsem cozutur, çizgiden çıkar ve asli görevinizden uzaklaşırsınız. Onun için Türkiye’de orta halli normal bir memur maaşı tutarında harcırah alacaksınız; üstelik israf da günahtır” diyerek bizi hesaplı davranmak zorunda bıraktı. Bu arada ayıptır söylemesi sanki insanmışım gibi anlatıyorum ama bizler aslında insan değiliz, siz insanlardan daha akıllı, daha kabiliyetli ve zeki ve fakat sizin estetik anlayışınıza hayli ters gelecek şekilde çok kıllı, çok kollu ve bacaklı, orungutana benzeyen esmer yaratıklarız. Dünyaya uyum göstermek için suret değiştirerek standart Türk memuru formunda plajın tenha bir yerine iniş yaptık ve kaptan bize bir hafta sonra aynı yerden alacağımızı tembihledi.
E, artık insanız, hava sıcak; hem susadık, hem acıktık. Plajın kenarındaki büfeden ayıptır söylemesi birer limonata, birer de kaşarlı tost alalım dedik…
Nooldu biliyor musunuz?
Bizim maaşların yarısı gitti. Biz büfeci çocuğa itiraza yelteninca buzdolabının arkasından iki tane eli odunlu irikıyım insan çıkıp bize garip sesler çıkardılar. Biz de, “Lanet olsun arkadaş, ite bulaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir” diyerek kuzu kuzu parayı ödedik.
İSMİNİ ‘NECMİ’ OLARAK KODLAYACAĞIM ALFA CENTAURİ’Lİ ARKADAŞIM…
Akşam oldu. Mecburen plajdan çıkıp kaldırım kenarına çömelerek durumu değerlendirdik. İçimizden biri,
-Bu böyle olmayacak, görevimizi yerine getirmek için bizden 23 sene önce dünyaya inen hemşehrilerimi bulup onlardan yardım istemeliyiz, dedi. Makul gördük. Doğuştan üstün zekalı ve donanımlı olduğumuz için beyin dedektörlerimizi devreye sokarak bu gurbetçi arkadaşların yerini kolayca tesbit ettik ve kalan parayla İstanbul otobüsünde üç kişilik yer ayırttık. Ayrıntıları geçiyorum. Ertesi gün İstanbul Esenler’de otobüsten indikten sonra sora sora Çarşamba semti’ne ulaştık. Yolluk ve yevmiye harcırahından geriye kalan üç beş kuruşla kaldırımdan üç simit alıp kemirerek ilk arkadaşın sinyal yaydığı adrese ulaştık. Burası üstünde konfeksiyon işleri yapan merdivenaltı bir atelye idi.
İsmini “Necmi” olarak kodlayacağım Alfa Centauri’li hemşehrim, atelyenin girişinde bizi görür görmez hemen tanıdı. Telâşla yanımıza gelerek kaş göz işaretiyle bizi dışarı çıkardıktan sonra ustabaşından izin alarak kendisini takip etmemizi izah etti. Civarda bir kahveye girdik, kuytulukta bir masaya çevrelendik. İlk söz olarak,
-Beni nasıl buldunuz! oldu. Sakin olmasını, merkez komitenin kendileri hakkında bir ceza uygulamasına gitmeyi düşünmediğini, sadece akıbetleri ve özellikle Türkiye’nin bizce mâlum olmayan 23 yıllık tarihi hakkında bilgi edinmek istediklerini anlattık. Necmi endişeli nazarlarla etrafı kolaçan ettikten sonra,
-Anlatırsam beni de yanınıza alıp yeniden Alfa centauri’ye götürür müsünüz, diye yalvarırcasına bakınca yüreğimiz parçalandı adeta. Netice itibariyle grev bir haktır ve grev yapıp direnişe geçti diye bir Alfalıyı infaz edecek halimiz yok. Necmi’yi temin ve teskin ettik. Anlatmaya başladı.
İSTERSEN UZAYLI OL BEN ADAMLIĞA BAKARIM…
Abi dedi, “Türkiye’de ilk günlerimiz şimdiki zamana göre çok iyiydi. Merkeze posta koyup ilişiğimizi kestikten sonra onurlu bir direnişçi birey olarak Türk toplumuna intibak edebilmek için kendimize birer iş aramak zorunda kaldık. Ben evvelâ stadyum önlerindeki karaborsa bilet sektörüne daldım. İyi para getiriyordu fakat kısa sürede karaborsa mafyası ekmeğimi elimden aldı. Bir posta dayak yedikten sonra bir daha oralara uğramamaya yemin ettim ve bu arada iki dişim de gitti gider. Bak, işte şurası… Sonra bir oto kaportacısında iş buldum. Mekanik kabiliyetim sayesinde tez zamanda tamirciliğe yükseldim. Tam bir ev tutup evlenerek çoluğa çocuğa karışmayı planlıyordum ki dükkanda yangın çıktı. Tinerci çıraklardan biri koca dükkanı tutuşturdu. Kaldık mı işsiz… Ardından gece işi taksiciliğe başladım. Bu da iyi para getirdi. Üstelik müşterilerle çene çalarak vatandaşın nabzını da tutabiliyordum. O günlerde insanlar bayağı iyimserdi abi. Geleceğe dair ümitleri vardı. Türkiye’nin büyüme yıllarıydı. Yeni iktidar tıpkı eski ANAP gibi farklı siyasi akımları bünyesinde toplayarak iyi bir sinerji oluşturmuştu. İkinci el bir taksi alacak parayı biriktirince korsan taksiciliğe başladım ve Samatyalı bir Rum kızına âşık oldum. Kız çok güzeldi, ailesi de afedersiniz Rum olmasına rağmen mazbut insanlardı ve Anastasya ile beraberliğimize öyle höt-zöt bir tepki göstermediler. Niyetimin ciddi olduğunu hissettiklerinde Anastasya’nın babası Mihaylis baba beni kenara çekti, oğlum dedi. Benim için Türksün, müslümansın veya katoliksin farketmez. İstersen uzaydan gelmiş ol, ben ki bir adamın insanlığına bakarım lakin Türkler, bizim yunanlılar gibi tuhaf millettir. İki gün sonra çocuğunuz olur adını koyarken arıza çıkar. Hangi terbiye ile yetiştireceğinize dair sıkıntılar yaşanır… Rahmetli Samatya’da bakkaldı, iyi adamdı. Bana böyle baba nasihatleri verirken bir gece bunlar balıktan ailece zehirlendiler. Hastane masrafları için arabayı sattım. Kaldım yine dımdızlak… Kayınpeder hastaneden çıkınca gel dükkanı beraber işletelim ben zaten yaşlandım dedi. E, makul. Bir ay sonra veresiyeci müşterinin biriyle yaka-paça olduk. Herif borcunu inkar etti, aklınca üstüne yatacak. Toparladım yakasını, iki tokat attım kabadayı taslağına. Herifin kalbi varmış. Cart diye ölüvermesin mi? Aman-yaman… hoop düştük mapusaneye!..”
-Necmi kardeş dedim, “Maşallah sende anlatacak hikâye çok. Biz ise sizin eksik bıraktığınız raporu tamamlamak için…
-Haa, o mesele mi diye güldü Necmi, “Ben size bir şey söyleyim mi? Yirmiiki senedir buradayım. Bu arada Anastasya ile evlenemedik belki merak etmişsinizdir diye söylüyorum. Kızcağız buralarda işler karışısınca Atina’ya gitti, orada bir berberle evlenip çoluğa çocuğa karışmış. Kendisine saadetler diliyorum. Kader işte! Halbuki… her neyse… Ha… Abi Türkiye eski hamam eski tas diyeceğim ama eksik kalacak. Memleket resmen geriledi abi. Eskiden ekonomi fena değildi. Şimdi en büyük kağıt banknotla bir tas çorba içemiyorsun. Piyasa delirdi, fırladı gitti…
ADAMLAR 22 SENEDİR İKTİDARDA AMA TÜRKLERE İSTİKRAR YARAMIYOR ABİ!
– Nasıl oldu, siyasi istikrarsızlık filan mı?
-Yok abi, tam tersine… Türkiye’yi siyasi istikrar bozdu. Eskiden bilemedim birkaç senede hükümet krizi çıkar, iktidar değişirirdi. Adamlar 22 senedir iktidarda. İstikrar birbeşyüz fakat Türklere istikrar yaramıyor abi. Adamlar pabuçlarını bile koysa seçim kazanmanın formülünü bulunca bütün işleri bu açıdan görmeye başladılar. Eskiden Türkiye’nin iyi-kötü bir dış politikası vardı. Monşer kafası diye dalga geçerlermiş fakat Türkiye’nin dünyada kendine göre bir ağırlığı, bir yeri varmış. Bunlar ilk iş monşerleri kapının önüne koydular, yerine layık mı değil mi bakmadan kendi adamlarını getirdiler. Bir dayılık, bir babayiğitlik tafraları, ulen siz kimsiniz be? Kendinizi ne sanıyorsunuz ulen? Siz bizim içişlerimize karışamazsanız, geçti o demler felan diye milletlerarası camiaya posta koymaya başladılar. Gidip Çinle Rusyayla, Araplarla filan iş tutmaya kalkıştılar. Bu arada sıkı da müslümanlık taslıyorlar. Mesela 10 sene önce Mısır’ın Mursi diye seçilmiş bir cumhurbaşkanı vardı. General Sisi bunları darbeyle alaşağı etti. Bizimkiler yeri göğü birbirine kattılar. Sisi şöyle Sisi böyle diye. Bir rabia işareti çıkardı aklıevvelin teki. Dünya beşten büyüktür felan diye bir takım sloganlar…
-Eee?
-Eeesi şu; bir kaç gün önce bizimkiler Sisi’yi Ankara’da ayağına halı döşeyerek karşıladılar. Tam komedi yani. Rusya ile flört ediyor, darda kalınca hiç kullanamayacakları füzeler filan alıyorlar rüşvet diye. Rusya kaçın kurrası; bizimkileri idare edip ticaretine bakıyor..
-Peki İsrail?
-O ayrı bir komedi abi. Güye kağıt üstünde bunlar İsrail aleyhtarı ve Filistin dostu. İsrail Filistinlilere eziyet etmeye başlayınca bizimkiler horoz gibi kanat çırpıp asırız keseriz diye babalanırken meğer cayır cayır ticaret yaparlarmış İsraille iyi mi?
-Peki ekonomi nasıl, nasıl gidiyor yani?
NİYE Kİ, EKONOMİST DEĞİL Mİ KENDİSİ?
-Dedim ya eskiden fena değildi lakin hükümet muhalefet hareketlerini sulandırıp etkisiz hale getirince ekonomiyi keyiflerine göre yönetmeye başladılar. Eskiden de yandaş kollanırdı buralarda, şimdilerde yandaş kayırmak ekonominin temel düsturu oldu. Önce destekçilerin çıkarları kollanıyor, artanla yoksul kesimlere sosyal yardım faslından üç,beş kuruş dağıtılıyor. Enlasyon gittikçe azıyor felan filan. Durum berbat. Her an iktisadi çöküntü bekleniyor anlayacağınız… Günün birinde, yakınlarda galiba, birkaç sene önce adam çıktı, ‘Ben bu işlerden anlarım. Ben ekonomistim. Bunun mektebinde okudum’ deyince birden memlekette bir ölüm sessizliği başladı. Ben burada kahkahamı kimseler duymasın diye yumruğumu ağzıma sokup iki büklüm oluyorum. Öte tarafta ahali aval aval birbirine bakıyor, ne oldu, ne dedi filan diye…
-Niye ki, ekonomist değil mi?
-Abi bunun ekonomistliği şu; vaktiyle uçuk-kaçık eski radikal müslümanlardan biri ‘faiz sebep enflasyon sonuçtur’ demiş. Bizimkinin ekonomi adına bildiği tek şey bu. O günlerde banka faizlerine kafayı takmıştı ve şöyle sanıyordu. Ben muktedirim. Höst deyince faizleri indiririm, pahalılık da sona erer. Böyle fiyakalı bir takım laflar ederken piyasalar yine çıldırdı. Bizimki faizi yarım puan düşürdü. Dolar aldı başını gitti. Baktım kimse, arkadaş sen nasıl ekonomiden anlıyorsun piyasayı berhava ettin demiyor da alık alık bakıyor. O zaman dedim ki arkadaş bu Türkiye’den bir cacık olmaz.
-Peki diğer arkadaşların neler yaptılar? Onlarla irtibatı koparmış mıydın?
– Diğer arkadaşlar dedin de, asıl hikâye orada abi
– Nasıl yani?
– Bir gün bayide at yarışlarına bakıyordum. Ara sıra takılıyorum işte üç-beş kuruş koparırız diye fakat ne mümkün? Aldığından fazlasını yutuluyorsun lakin tuttuğun ata bakıpkop da gel filan diye işin heyecanına kaptırınca hoşlanıyorum yani açıkçası. Neyse. Yarış bitter bitmez televizyon yayını kesip flaş haber diye bir basın toplantısına bağlandılar. Bağlanmamak ellerinde mi, bütün televizyon kanalları tek elden yönetiliyor. Elleri mecbur. Derken baktım baş ekonomistin yanında tanıdık bir simâ. Ulan ben bunu tanıyorum da nereden tanıyorum diye düşünürken baktım ki bizim Muammer!
– Muammer, Muammer kim?
UYDURMUŞ BİR İKAMET TEZKERESİ ESENTEPE TEŞKİLATINA ÜYE YAZILMIŞ!
– Muammer bizim Alfa Centauriden birlikte geldiğimiz üç arkadaştan biri. Epeydir haber alamıyordum. Kopup gitmişiz geçim gailesi esnasında. Meğer bu Muammer merkez bankası baş patronluğuna getirilmiş bizim baş ekonomist tarafından…
– Yok canım, nasıl oluyor ki?
– Abi burası Türkiye, olmaz olmaz! Muammer içimizde en akıllısı dersem sen anla. Ben Stadyum önlerinde karaborsa bilet pazarlarken bu tutmuş iktidar partisine yazılmış. O günlerde yine seçim patırtısı vardı. İktidardakiler üye sayısını artırmak için önlerine geleni üye kaydediyorlarmış. Uzatmayayım, Muammer kod adlı arkadaş muhtarın birini kafalamış uydurma bir ikamet tezkeresi, iyi hal kağıdı filan uydurup Esentepe ilçe teşkilatına üye yazılmış. Bunları ben sonradan öğreniyorum tabii.
– Nerden öğreniyorsun?
– Üçüncü elemandan. Üçüncü arkadaşın kod adı Bahattin. İçimizde en uyanığı. Bakmış vaziyet fena. Galaksiye dönme ümidi kesik. Naapayım naapayım derken caminin önünden geçiyormuş, bakmış ki bazı adamlar oturmuş dileniyor. Önce anlamamış bu adamlar ne yapıyor diye. Bakmış ki karşılıksız para kazanıyorlar. Caminin helâsına gidip kıyafetinin sağını solunu yırttıktan sonra çıkmış, “Allah rızası için şu garibana bir sadaka. İçinden de “ Nasıl olsa uzaydan geldim, buralarda garibim, günah olmaz. Ayrıca zor oyunu bozar ve dahi hukukta ızdırar hali diye bir şeyv ardır ve zaruretler bazı günahları meşru kılar” diye kendini teselli ediyormuş. Uzatmayalım, Bahattin mesleğe intibak etmiş, belediye zabıtalarına, dilenci mafyasına rüşvet vergisini ödeyip paşalar gibi geçinirken bunu Kılıç Ali Paşa camisinin önünde turist gezdirmeye gelen bir rehber kız görmüş beğenmiş. İşe bak işe… Meğer bu kız Anadoluda bir tarikat şeyhinin torunu olup bizim Bahattin’e gönlü düşmüş. Olacak iş değil gibi geliyor değil mi insanın kulağına? Tastamam öyle abi, nah şu ekmek beni çarpsın ki aynen böyle. Neyse bizim Bahattin şimdi Şeyh efendinin torun kontenjanından damadı sayılır. Haliyle bizimki şeyhin siyasi danışmanı gibi bir duruma gelmiş dergâhta. Muammer’i tanıması bu yolla oluyor yani…
8 SENE ÖNCE TÜRKİYE DARBE ATLATTI, ONDAN DA MI HABERİNİZ YOK?
– Yahu Necmi ben hiçbir şey anlamadım, ne alâkası var şimdi?
– Abi sizin dünyadan hakikaten haberiniz yok. Sekiz sene önce Türkiye bir darbe atlattı ya, ondan da mı haberiniz yok şimdi?
– Yoo, nerden olsun. Haber etmediniz ki?
– Tamam. Sekiz sene önce darbe oldu. Hükümet allem-kallem darbeyi lehine çevirdi. Türkiye’deki en güçlü tarikatı kapattı, çanına ot tıkadı fakat hemen ardından muhafazakâr kimliğim lekelenmesin diye bilumum cemaatlere, tarikatlere kucak açtı. Şimdi her tarikatın, her dergâhın bir bakanlıkta hissesi var. Dolayısıyla günlük siyaseti yakından takib etmek durumundalar. Bahattin da uyanık tabii. Şeyh efendi’nin siyasi danışmanı mertebesine yükseliyor.
– Damat olan Bahattin!
– Hı hı… Bahattin bir gün dergahı temsilen külliyeye gidince Muammerle karşılaşıyor bekleme odasında. Bunlar sarım-gülüm oluyorlar hemen ama kaş-göz işmarıyla. Niye dersen yerin kulağı var, nedir bu samimiyet diye şüpheyi celbetmemek için. Şimdi Muammer’in durumu böyle, bu arkadaşımız birkaç ay öncesine kadar Türk ekonomisinin dümenini tutan merkez bankası bürokratlarının başındaydı. Sen tut, siyasete atıldıktan sonra –acayip girişken çocuktur ha!- dışardan üniversite imtahanlarına gir. Kıbrısta mı Azerbaycanda mı bir üniversiteden diploma uydurmuş, al eyle kulunu zapteyle delini. Önce maliyeye giriyor. Ardından merkez bankasına, derken sarayın dikkatini çekiyor.
– Nasıl oluyor?
– Muammer’in eli kalem tutar; bizimki oturup “Faiz sebep enflasyon ve fukaralık neticedir” başlıklı dört başı bayındır bir makale döktürüyor ama ne acıklı bir makale, hatta kitap hacminde uzun bir şey. Sonradan kitap haline getirildi, yüzbinlerce basıldı filan. Saray zaten Allah Allah diye bu teze ilmi dayanak aramakta…
-Niye?
– Çünkü yok, yok öyle bir şey iktisat literatüründe. Muammer’in makalesi bomba gibi patlıyor. Saray hemen bir sempozyum, ardından uluslarası bir kongre düzenliyor. Muammer çıkıp gürül gürül anlatıyor yedi düvele milli ve yerli iktisat tezimizi. Gâvur takımı pek ciddiye almıyor, kebap yiyip beş yıldızlı otellerde ağırlanıp, ‘iyidir, hoştur, biz bir düşünelim bu tezin üzerinde’ diye çekip gidiyorlar. Bu hengâmede reis, Muammer’i ekonominin başına getirmiş işte.
– Bak sen şu işe? Eee, kurtuldunuz demek, yani sen kurtulmuş oldun böylece?..
– Ben mi kurtuldum, yok öyle bir şey. Muammer’le Bahattin uyanık adamlar, benim gibi garibana arka çıkarlarsa sosyeteleri sarsılır, sosyo-ekonomik statüleri sarsılır diye benimle arayı mesafeli tutuyor şerefsizler. Ben de izzetinefis meselesi yaptım abi anlıyor musun? Dedim ki Bahattin’e, “Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni” Bahattin ne demek o filan diye anlamazlığa vurdu, çekti gitti.
– Sen de burada konfeksiyonda çalışıyorsun ha? Yazık be…
– Ben halimden memnunum abiler. Geçenlerde anastasya mektup yollamış, Atina’da bana iş bulacakmış, davetiye yollamayı düşünüyormuş. İyi kızdı Anastasya, kader işte… Olmadı. Bakarsın Yunanistan’a göçmüşüm abi. Orası böyle değil, AB’ye çoktan girdiler. Paraları pul değil bizimki gibi.
TÜRKİYE BALIKOTU YEMİŞ IRMAK BALIĞI GİBİ DÖNELEYİP DURUYOR
– Türkiye’de kalmayı düşünmüyorsun yani?
– Öyle de demeyelim. Yirmi senedir ekmeğini yiyoruz bir şekilde. Bahattin’le Muammer’e bak, keçeyi sudan çıkardılar. Mesela Muammer istese, iki günde beni suyun üstüne çıkarır. Bahattin mesela, beni şeyh efendi hazretlerine bir prezante etse. Evlenirim bile oradan anlıyor musun? Ama canları sağolsun.
– Türkiye diyorduk…
– Abi bişey söyleyim mi, benim buralardan sıdkım sıyrıldı. Cemaat, Şirket, siyaset, hükümet, şu-bu, bunların geleceği yok. Türkiye balıkotu yemiş ırmak balığı gibi döneleyip duruyor. Duyduğuma göre zenginler paralarını yurtdışına transfer ediyorlarmış. Gariplerin durumu ortada…
Sözün burasında ekip arkadaşlarıyla gözgöze geldik, galiba hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk. “Necmi” dedim, “Pişman mısın? Pişman isen seni tekrar Alfa Centauri’ye götürebiliriz. Bu anlattıklarını kendi ağzınla anlatırsın hem de. Çünkü bize inanmazlar orada. Ne dersin?”
Necmi bu teklif üzerine düşünmeye başladı. Başını yere eğdi, belli ki tartıp durum değerlendirmesi yapmakta. Bu esnada,
-Necmii, nerde kaldın ulan, makine yarım saattir boş yatıyor, yevmiyenden keserim haberin olsun diye bir böğürtü geldi Atelye kapısından. Necmi hemen ayağa kalktı, “Çayların parasını hesabıma yazdırın, ikramım olsun. Geri dönme işine gelince, buralarda bir lâf var. Gelin “Hem ağlarım hem giderim” dermiş. Sızlandığıma bakmayın, Türkiye’de yaşamanın kendine mahsus bir tadı, başka yerlerde olmayan bir çekiciliği var. Hem zaten çorap üzerine bir trikotaj atelyesi açmayı düşünüyorum. On yıl daha para biriktirirsem tamamdır. Hadi kalın sağlıcakla” deyip gözden kayboldu.
Biz de başımıza gelenleri yazılı rapor haline getirip yeniden ana gemiye ışınlanmak üzere mesaj yollayarak gezimizi sonlandırdık.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***