Adana Altın Koza Film Festivali’nin en çok merak edilen bölümü ulusal yarışmada filmler seyirci karşısına çıkmaya başladı. Bu yıl seçkide yer alan on bir yapımın dördü ilk film.
Vuslat Saraçoğlu’nun İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz “Bildiğin Gibi Değil” filmi dışındakilerin Türkiye’deki ilk gösteriminin Adana’da yapılacak olması da heyecanı artıran unsurlardan. Ulusal yarışma filmlerinde ilk olarak “Bildiğin Gibi Değil” çıktı seyirci karşısına. Bu filme dair değerlendirmemizi İstanbul Film Festivali zamanında yapmıştık.
Yazının sonuna bu değerlendirmeyi tekrar ekleyeceğim. Ama öncelikli olarak dünya prömiyerini festivalde yapan bir ilk film “Hêvî” (Umut) üzerine birkaç not düşelim.
HÊVÎ
Yılmaz Güney’in aynı adlı kült filmine dolaylı göndermeler de içeren “Hêvî”, Kürt bir aileye odaklanıyor. Annenin ölümünün ardından evin erkeği Mustafa, oğlu Çeto ve kızı Zeyno köyün dışındaki evlerinde hayvancılık yaparak yaşamaktadırlar. Zeyno, sağır ve dilsizdir.
Bunun nedenini öğrenemeyiz. Çetin ise bir kıza gönül vermiştir. Öte yandan da şehre gidip inşaatlarda çalışmak ister. Zeyno ise çok sevdiği koyunu ile geçirir günlerini. Bir gün Emin girer ailenin içine. Normalin üzerinde fiyatlar vererek hayvanları satın alan Emin insanların güvenini kazanır. Ama bu güven uzun sürmeyecektir.
“Hêvî”yi iki türlü değerlendirmek gerekiyor kanımca. İlki sinematografik açıdan, ikinci olarak da Türkiye’nin Kürt sinemasında nasıl bir yere oturduğuna dair kafa yorarak. Orhan İnce, “Ali Ata Bak” ve “Adem Başaran” adlı kısa filmleriyle dikkat çekmişti. Amed’te yaşayan ve üreten İnce, ‘kısadan uzuna’ geçen yönetmenlerin sıkıntılarından mustarip öncelikle. Birçok benzeri gibi “Hêvî”nin hikayesi de bir kısa için uzun ama bir uzun için fazla kısa.
Hal böyle olunca, kısa bir anlatıda hızlı gelişip seyirciyi etkileyecek hikaye yapısı burada kendisini erkenden ele veriyor ve sarkıyor. Filmin yarısında nasıl bir yere bağlanacağına dair kanı neredeyse pekişiyor seyircide. Bu kendi başına bir sorun değil tabii ki. Hikayenin gidişini ele vermek bir tercih de olabilir ama burada karakterlerin tepkisini seyircinin ilgisini çekecek şekilde kurmak önem kazanıyor. Özellikle finale kadar hep hikayenin odağında duran ama pasif görünen Zeyno karakteri büyük olanaklar sunuyor, fakat yeterince değerlendirildiğini söylemek zor. Orhan İnce’nin “Hêvî”nin açtığı yoldan devam edip yeni filmlerle daha erken (bu filmin yapım süreci sekiz yılı bulmuş) buluşmasını dileyelim.
Gelelim “Hêvî”nin Kürt sinemasındaki yerine. Baştan iki noktanın altını çizmek gerekiyor. İlk olarak bu değerlendirme Türkiye’de üretilen Kürt sinemasına dair bir gözlem içeriyor. İkinci olarak da tabii ki tamamen kişisel bir yorum. Türkiye’nin ‘Kürt Sineması’, özellikle de uzun metraj filmler ister Kürt ister diğer halklardan yönetmenler tarafından çekilmiş olsun mecburen politik alana girmek zorunda kalıyor. Kürt sorunu, gerek savaş gerekse diploması dönemlerinde filmlerin temasının belirleyicisi haline geliyor. Acı ve yıkım bu kadar tazeyken bunun kaçınılmaz olduğunu söylememiz gerek. Ancak öte yandan ‘Kürt sineması’ başlığıyla bir kategori açacaksak siyasal alanla doğrudan bağlantıda olmayan, Kürtlerin günlük hayatının çeşitli katmanlarıyla da ilişkilenen yapımların sayısının artması da bir elzem.
İşte “Hêvî” bu bağlamda işlev kazanıyor. Hayvancılık yapan sıradan bir Kürt ailesinin dünyasına davet ediyor seyirciyi. Üstelik bu rutini anlatırken günledik hayatın ‘siyasetine’ dair de bir şey söylüyor. Örneğin filmin evreninde günlük dil olan Kürtçenin kullanılmadığı iki an var. İkisi de devlet dairesinde geçiyor. Ya da ‘alnı secdeye değenlerin’ her zaman güvenilir olmayabileceğine dair göndermeler vb. Kürtçe sinemanın hikaye alanını, çeşitliliğini büyütmesi Kürt sinemasının da büyümesi anlamına geliyor kuşku yok ki. “Hêvî” bu çabaları
büyüten bir katkı olarak önemli.
BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL
Ulusal yarışmada gösterilen ilk yapımın Vuslat Saraçoğlu’nun “Bildiğin Gibi” değil filmi olduğunu söylemiştik yukarıda. Bu filme dair, İstanbul Film Festivali zamanı, 29 Nisan’da yine bu sayfalarda bir değerlendirme yazısı kaleme almıştım. Yeni bir diyeceğim yoktur.
Altın Koza’yı takip edecekler için bu filme dair bir hatırlatma olarak yazıyı aşağıya olduğu gibi bırakıyorum.
İlk filmi “Borç” ile övgüler alan Vuslat Saraçoğlu’nun ikinci uzun metrajı “Bildiğin Gibi Değil” ise hikayesi ve oyuncularından alıyor gücünü. Saraçoğlu dar bir alana ve konuya sıkışmış gibi görünen hikayesini kardeşlik dinamiğinin gelgitlerini kullanarak genişletmeyi başarıyor çoğu yerde. Ölümünün ardından baba evinde yeniden bir araya geliyor üç kardeş.
En küçükleri olan Remziye yıllar önce evlenmeyi bir kaçış olarak görüp kenti terk etmiş. İzmir’de yaşamaktadır. Boşanmıştır ve anladığımız kadarıyla düzenli bir hayatı olduğu da söylenemez. Ortanca Yasin, üniversite okumuş işi gücü olan, bir kitabı yayınlanmış ve fakat kentle arası pek iyi değil. Tahsin ise evde kalmış, dükkanı işletmiş, önce anne sonra da babayla ilgilenmiş, evlenmiş ama tutunamamış bir çocuk babası büyük evlat.
Hikayenin geçtiği kent ise Tokat. Bu bilgi önemli çünkü Saraçoğlu yalnızca kentin aksanını değil, dinamiklerini de anlatının parçası haline getirmeyi başarıyor. Dolayısıyla herhangi bir ‘taşra kenti’nde değil Tokat’ta olduğunuz bilgisi karakterlere da hakim. Çok iyi yaptığı bir şey daha var yönetmenin, baba evini bir hafıza mekanı olarak kurmayı başarıyor. Üç kardeşin evdeki eşyalar, fotoğraflar ve hatıralar üzerinden geçmişe, birbirleri ve ebeveynleriyle olan ilişkilerine yolculuklar seyirci için çok tanıdık. Ayrıca kardeşlerin birbirlerine karşı duygu değişimlerinin hızını da iyi ayarlamış bana kalırsa. En nihayetinde kavga edip nefret ettiğin kişiyi, on dakika sonra hayatındaki en önemli insan olarak görebileceğin dipsiz bir kuyu kardeşlik!
Öte yandan üç kardeşin, babanın kaybı, kaybın nedeni, geçmişin birikimleri, mirasın paylaşımı gibi can sıkıcı konular arasında iyi hatıralara tutundukları bölümler hayli eğlenceli ve seyirciyi de içine alıyor. Bu ferahlatan anlardan, bir krizin içine düştüğümüz anlar ister istemez oyunca performanslarına çok ihtiyaç duyuyor. Ve bu geçişlerin sayısı arttıkça da aynı tonda kalmak zorlaşabiliyor. Tondan kastettiğim oyuncuların devamlılığı değil, filmin ‘kriz anlatısı’nın etkisini kaybetmesi. Karakterlerin film boyunca arada birbirlerine söyledikleri gibi ‘ya ne oluyor şimdi’ anı var bir iki tane. Bu gelgitli anlatı, üçlüyü bir arada getiren temel şeyi, babanın kaybının da arka planda kalmasına neden oluyor bir süre sonra. Yani kardeşler arasındaki gelgitler başlangıçta nasıl ki anlatıya bir dinamizm katıyorsa, özellikle ilk saatin ardından tekrarların artmasıyla bu yükseliş yerini yatay bir seyre bırakıyor, film güç kaybetmeye başlıyor. Tam da bu noktada Serdar Orçin, Alican Yücesoy ve Hazal Türesan’ın uyumundan büyük güç alıyor film. Kardeşler arası gerilimin yükseldiği kimi sahnelerde fazla coşkulu oynanmış birkaç an olsa da güçlü bir ansambl oyuncu kadrosu var diyebiliriz.
Film Festivali Günlükleri 5: Baba yurtları!
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***