Endülüs’ün belki de en dikkat çekici özelliği, farklı dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşama becerisi. “Convivencia” olarak adlandırılan bu model, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudilerin ortak bir medeniyet inşa etmelerine olanak sağlamış; bu ortam İbn Rüşd, Musa ibn Meymun ve İbn Arabî gibi büyük düşünürlerin yetişmesine zemin hazırlamış.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
İsterseniz bu bölüme kaç yazıdan beri sözünü ettiğimiz rönesans kavramına ansiklopedik bir bakışla başlayalım.
Rönesans, kelime anlamıyla “yeniden doğuş” demek ve 14. yüzyılın ortalarından 17. yüzyıla kadar uzanan bir dönemi kapsar. Bu dönem, Avrupa’nın kültürel, sanatsal ve bilimsel olarak yeniden şekillendiği bir zaman dilimi. Orta Çağ’ın dogmatik ve kilise merkezli dünyasından sıyrılan Avrupa, antik Yunan ve Roma’nın entelektüel mirasına dönüş yaparak, insan merkezli bir anlayışı benimsemiş. Bu süreçte, insan doğasının ve bireyin potansiyelinin keşfi, sanat, bilim ve felsefede büyük bir devrim meydana getirmiş.
Rönesans’ın başladığı yer olarak kabul edilen İtalya, özellikle Floransa, dönemin entelektüel merkezi olmuş. Bu şehir, sanatsal ve bilimsel yeniliklerin beşiği olarak kabul edilir ve burada gelişen fikirler tüm Avrupa’ya yayılmış. Rönesans’ın etkisi yalnızca sanat ve bilimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda toplumsal yapıları, eğitim sistemlerini ve dini anlayışları da derinden etkilemiş. Hümanizm olarak bilinen, insanı merkeze alan düşünce akımı, Rönesans’ın ana felsefesi haline gelmiş ve bu dönemin sanatı, edebiyatı ve felsefesi üzerinde derin izler bırakmış.
Rönesans’ın en önemli özelliklerinden biri, sanatın ve bilimin birbirinden ayrılmadan, bir bütün olarak ele alınması. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi sanatçılar, aynı zamanda bilim insanları ve mühendisler olarak da öne çıkmış. Bu sanatçılar, insan vücudunu anatomiye dayalı bir doğrulukla resmetmiş ve doğa ile insan arasında yeni bir ilişki kurmuş.
Netice itibariyle, Rönesans, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri kabul ediliyor. Bu dönemde gelişen fikirler, modern dünyamızın temellerini oluşturmuş ve bugüne kadar süregelen bir etki oluşturmuş. Rönesans’ın mirası, yalnızca sanatta değil, felsefede, bilimde ve toplumsal yapıların gelişim ve dönüşümünde de kendini göstermekte. Bu nedenle, Rönesans’ı anlamak, modern dünyanın nasıl şekillendiğini anlamak için kritik bir öneme sahip.
6 yazıdır üzerinde durduğumuz bu kavramın İslam perspektifiyle ele alacak olursak…
Hocaefendi’nin de gerek konuyla ilgili röportajlarda verdiği cevaplardan, gerekse düzenli olarak ele aldığı bu konuyla ilgili makalelerinden aslında zannedildiğinden daha yoğun ve yakın bir ilginin olduğunu söylemek mümkün.
Gerçekten de yakından baktığımızda İslam medeniyeti ve Avrupa Rönesansı, tarihte birbirinden bağımsız gibi görünen ancak derinlemesine incelendiğinde önemli etkileşimleri ortaya çıkan iki büyük kültürel hareket olduğunu görürüz. 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar İslam dünyası, bilim, felsefe, tıp ve sanat alanlarında altın çağını yaşarken, Avrupa’nın büyük bir kısmı Orta Çağ’ın karanlığında ilerlemekteydi. Bu dönemde İslam alimleri, antik Yunan ve Roma eserlerini Arapçaya çevirerek, bu bilgileri korumuş ve geliştirmiş. Bu anlamda İslam, rönesans için kullanılan önemli kaynaklardan biri olmuş.
Hatta bir adım daha ileri gidip, 14. yüzyıldan itibaren Avrupa’da başlayan Rönesans hareketi, büyük ölçüde İslam dünyasından aktarılan bu bilgi birikimine dayandığını bile söylemek mümkündür. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, El-Harezmi gibi Müslüman bilim insanlarının eserleri, Latinceye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde okutulmuş ve Batı düşüncesini derinden etkilemiş. Özellikle matematik, astronomi, tıp ve felsefe alanlarındaki İslami katkılar, Rönesans’ın bilimsel temelini oluşturmuş.
İslam dünyası ile Avrupa arasındaki bu bilgi alışverişi, sadece bilimsel alanlarla sınırlı kalmamış. İslam sanatı ve mimarisi, Rönesans sanatçılarını etkilemiş, İslam felsefesi Batı düşüncesine yeni bakış açıları kazandırmış. Hassaten Endülüs’teki İslam medeniyeti, (Ki Gülen bu Endülüs ayrıntısına hassaten dikkat çeker) Avrupa’ya komşu olması sebebiyle bu etkileşimde önemli bir köprü görevi görmüş.
Ve fakat zamanla, Rönesans’ın ilerlemesiyle birlikte Avrupa, kendi özgün bilimsel ve kültürel kimliğini geliştirmeye başlamış. Bu süreçte İslam dünyasından alınan bilgiler, Batı’nın kendi düşünce sistemleri içinde yeniden yorumlanmış ve dönüştürülmüş. Buna bir de İslam aleminin hanedanlık, güç zehirlenmesi ve sair toplumsal zaaflardan dolayı perişan bir hale düşmesi/düşürülmesi eklenince Batı ile Doğu arasındaki makas akıl almaz derecede -maalesef- açılmış. Ezcümle, İslam medeniyeti ve Rönesans arasındaki ilişki, medeniyetler arası etkileşimin ve bilgi aktarımının insanlık tarihindeki önemini gösteren çarpıcı bir örnek ama bu sadece başlangıç için geçerli, bugün için değil.
Endülüs: Bilgi ve ışığın dansı!
Endülüs, İslam’ın Avrupa’daki altın çağını temsil eden ve 8 yüzyıl boyunca Batı’nın kalbinde parlayan bir medeniyetin adı. 8. Yüzyıl (711) yılında Tarık bin Ziyad’ın İber Yarımadası’na ayak basmasıyla başlayan bu destansı süreç, bilim, sanat, felsefe ve hoşgörünün iç içe geçtiği eşsiz bir kültürel mozaik oluşturmuş. Kurtuba, Granada ve Sevilla gibi şehirler, dönemin en büyük kütüphanelerine, en ileri hastanelerine ve mimari şaheserlerine ev sahipliği yaparak, dönemin Avrupa’sını gölgede bırakmış.
Endülüs’ün belki de en dikkat çekici özelliği, farklı dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşama becerisi. “Convivencia” olarak adlandırılan bu model, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudilerin ortak bir medeniyet inşa etmelerine olanak sağlamış, bu ortam İbn Rüşd, Musa ibn Meymun ve İbn Arabî gibi büyük düşünürlerin yetişmesine zemin hazırlamış. Antik Yunan felsefesinin İslam dünyası üzerinden Avrupa’ya aktarılmasında kritik bir köprü vazifesi gören Endülüs, Batı’nın entelektüel uyanışında önemli bir rol oynamış.
Endülüs’ün bilim alanındaki başarıları, çağının çok ötesinde. El-Zehravi’nin modern cerrahinin temellerini atması, El-İdrisi’nin dünya haritacılığına yön vermesi ve İbn Firnas’ın uçuş denemeleriyle havacılığın öncüsü olması, bu toprakların bilim dünyasına yaptığı katkılardan sadece birkaçı. Astronomi, matematik ve kimya alanlarında yapılan buluşlar, Avrupa’nın bilimsel gelişimine yön vermiş.
Öte yandan sanat ve mimaride de Endülüs, İslam estetiğinin en zarif örneklerini sunmuş. Kurtuba Ulu Camii, Granada’daki El Hamra Sarayı ve Sevilla’daki Alkazar, İslam mimarisinin ölümsüz şaheserleri olarak günümüze kadar ulaşmış. Bu yapılar, geometrik desenler, kaligrafi ve bahçe sanatının muhteşem bir sentezini sunarak, ziyaretçilerini büyülemeye devam etmekte. Endülüs müziği, edebiyatı ve şiiri ise Avrupa kültürüne derin bir etki yapmış, özellikle “troubadour” geleneğinin doğuşuna ilham vermiş.
Ne yazık ki, bu parlak medeniyet 1492 yılında Granada’nın düşüşüyle sona ermiş. Ancak Endülüs’ün mirası, Avrupa Rönesansı’nı besleyen en önemli kaynaklardan biri olarak insanlık tarihindeki yerini korumakta. Endülüs deneyimi, farklı kültürlerin ve inançların bir arada yaşayabileceğini ve bu etkileşimin insanlığı nasıl ileriye taşıyabileceğini gösteren eşsiz bir örnek olarak modern dünyaya ilham vermeye devam etmekte. Bu miras, günümüzde hoşgörü ve kültürler arası diyaloğun önemini vurgulayan bir ideal olarak karşımızda durmakta.
İsmail Ünal’ın “Fethullah Gülen ile Amerika’da bir ay” isimli kitabında biraz önce bahsini ettiğimiz Endülüs mevzusuna Gülen’in bakış açısını kavrayabilmek açısından bakabiliriz mesela. Gülen, tıpkı biraz önce vurguladığımız gibi Rönesans’ın ilk kıvılcımı Endülüs’ten alarak aydınlanma ateşini yaktığını vurguluyor: “Batı, Rönesans’ı Endülüs’ten, Sicilya’dan etkilenmeler yapıyor. Fakat, sonunda tamamen kendine ait ve bambaşka kriterler, değerler üzerinde bir medeniyet kuruyor.
Bugün böyle bir şey mümkün mü?
Toplumların kültürleri, aldıklarını yoğurup şekillendirmede çok önemlidir. İhtiyaçları, karakterleri, inançları, hep kullandıkları malzemeyi şekillendirir ve kendilerine ait yapar. Batı’nın Doğu’dan aldığı malzemeyi kendine mal etmesini garipsemem. Onlar, aldıkları her şeyi, faydalandıkları ilim adamlarının isimlerini değiştirmeğe varıncaya kadar kendilerine mal etmişler ve “Biz, sizden bir şey almadık” diyorlar. Aldıklarını aldıkları gibi bırakmamışlar. Kendilerine göre yoğurup, şekillendirmişler ve kendilerine ait blokajlar üzerine bina etmişler.
Biz de aynı şeyi yapabilir miyiz? Bu, çok zor değil. Önemli olan, kendi dinamiklerimizin çok sağlam olması; kendi aslî dokumuzun muhafaza edilmesi, kendi değerlerimizin korunmasıdır. Bunları başardığımız takdirde, buradan aldığımız şeyleri kendi millî blokajımız üzerinde şekillendirir, kendi kalıplarımıza ifrağ edebiliriz.”
Dikkatinizi çekerim bu cümleleri Gülen, Amerika’ya henüz gelmişken yani 2001 yılında kullanıyor.
Bu söyleşinin ilerleyen bölümünde ise Gülen önce meselenin açmaza girdiği noktayı, yani kırılma noktasına açıklık getiriyor: “Rönesans döneminde, Avrupa’da toprağa göre nüfus fazla, ihtiyaçlar çok idi. Yani, yeni bir medeniyetin oluşması için o günkü şartlar daha müsait bir manzara arz ediyordu. Bugün için ise, yeni bir medeniyet için şartlar bu derece elverişli mi? Farklı dünyalar arasında sanki bir yakınlaşma var gibi görünüyor.”
Ve yakıcı gerçeklik: “Üçüncü dünya, tek milletten, tek ülkeden ibaret değil. Rönesans dönemindeki farklılığa benzer farklılıklar, sözü edilen ayrı dünyalar arasında yine var. Bugünkü medeniyetin sahibi olan dünya karşısında, bu medeniyetin bedevî sayacağı toplumlar var. Onların şartları, yeni bir medeniyetin teşekkülünü zorlayacaktır. Medeniyet tarihçilerinin tespitine göre, insanlık tarihinde 30’a yakın medeniyet kurulmuş ve bunların 20’den fazlasını bedevî kavimler kurmuştur. Bugüne kadar gelen-geçen medeniyetler gibi şu andaki medeniyet de çökecektir. Fakat bu çökme birden olmaz. Şu anda, gelişmiş teknoloji ve iyi işleyen bir sistemin sağladığı rantabl bir yürüyüş var gibi. Ama bu durum, insanları sistem körü eder. Böyle bir durumda insanlar, fazla alternatifli düşünemez. Mevcut sistem üzerinde yürürler ve yenilenemezler. Bu faktörler, çöküşü getirir. Diğer dünya ise, bulunduğu durumdan kurtulma adına çok daha alternatifli düşünür; farklı sistemler üretebilir. Bu ise, yeni medeniyetlerin teşekkülü demektir.”
Mevcut sistem üzerinde yürüme ve yenilenmeme…
Bir dönemin aktif, dinamik ve sürekli büyüyen bir sistemini bir süre sonra atalete mahkum etmek, (dizinin ilerleyen bölümlerinde canımızı yaksa da ele alacağız) önce duraksamayı, ardından çöküşü getirmesi gayet anlaşılır olmuyor mu?
Toplumun büyük bir cemaat, cemaatin ise küçük bir toplum olduğu gerçeğini hatırlatmama bilmem gerek var mıdır?
Devam edeceğiz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***