PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Türkiye bazılarına göre Soğuk Savaş döneminde jeopolitik nedenlerden dolayı Batı’yla işbirliğine girdi ve Batı ittifakının bir parçası haline geldi. Oysa bu argüman ne önceki yazılarda ele aldığım iç dinamikleri dikkate alıyor, ne de tarihi gerçeklere tekabül ediyor. Önceden vurguladığım üzere Osmanlı modernleşmesi Avrupalılaşma/Batılılaşma ekseninde gerçekleşti. Soğuk Savaş’tan çok önce gerek Osmanlı döneminde, gerekse de cumhuriyetin ilk 15 yılında Batılı ülkelerle ittifaklar, ticaret anlaşmaları, yoğun diplomatik ilişkiler ve ziyaretler gerçekleştirildi. Dahası hem Osmanlı, hem de cumhuriyet dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu da, Türkiye de Avrupa hukuken ve fiiliyatta devletler sisteminin bir parçası olarak kabul edildi.
Dahası cumhuriyetin ilanından itibaren Türkiye modernleşmesi kendisinden önceki Osmanlı modernleşmesinden çok daha somut adımlarla Batılılaştırıcı reformlara imza attı. Medeni kanunun kabulü, alfabe devrimi, kadın-erkek eşitliği, (her türlü eksiğine karşın) anayasal manada devletin din dışı alana taşınması ve “dini olmayan devlet” (sekülerizmin temeli) modeline geçiş gibi reformlar elitlerin son 200 yıllık tercihi olan yönelime uygundu.
Elbette iki olay bu yönelime ivme kattı. Bunlardan birincisi Soğuk Savaş’ın başlaması ve Sovyet yayılmacılığının tüm Avrupa’yı tehdit ettiği gibi Türkiye’yi de tehdit etmesi, diğeri ise Avrupa entegrasyonunun başlamasıdır. Türkiye bu koşullarda Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesine alındı. Sonrasında Avrupa Konseyi kurucu üyesi oldu. Avrupa entegrasyonu başlar başlamaz ilgisini açıkça beyan etti ve özellikle Yunanistan’ın Ortak Pazar’a yönelmesinin ardından aynı biçimde Ortak Pazar’a üye olmak üzere çalışmaya başladı. Yine bir Batılı ülke olarak çok partili demokrasiye geçti.
Tüm bu yönelimlerin başarısı tartışılabilir, ancak bu Türkiye elitlerinin bu yönelimi seçtiği gerçeğini değiştirmez. Mesela 1987 tam üyelik başvurusu sonrası Avrupa Topluluğu Türkiye’nin müracaatını değerlendirmeye alırken, aynı şekilde müracaat eden Fas’ın başvurusunu “Avrupa aidiyeti olmaması” vurgusu yaparak reddetmiştir. Bu kanıt açıkça ortaya koymaktadır ki, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu üyeliği ilkesel olarak mümkün görülen bir sonuçtur ve Türkiye için bu çok önemlidir. Ekonomi ve hukuk devleti alanında eksiklikler nedeniyle üye olamamakla, ilkesel olarak değerlendirmeye dahi alınmamak ayrı şeylerdir. Türkiye siyasal elitleri de bunu bu şekilde okudular.
Türkiye tüm cumhuriyet tarihi boyunca Batı’ya yöneldi, Batılı bir aktör olarak hareket etti. NATO üyesi olarak ve AB sürecinde gümrük birliği ve tam üyelik adaylığı, tam üyelik müzakerelerine başlamış olmak ve müktesebatı Türk ulusal müktesebatına geçirmek gibi önemli merhalelerden geçti. Bu süreç eğer kesintisiz devam edebilmiş olsaydı, mutlaka çok tarihi bir başarıya imza atılacaktı ve Türkiye bir üst lige çıkacaktı.
Ancak kültürel ve politik coğrafya konusunda tüm elitler aynı rüyayı paylaşmıyordu. Özellikle 1960’lardan sonra ortaya çıkan İslamcı hareket, Osmanlı’dan beri modernleşmeyle kavgalı kesimlere bir yuva sundu. İlk kez kültürel gerekçelerle Türkiye’de bir grup Batı’yı öteki olarak algılıyordu. Başlangıçta marjinal bir hareket olarak başlayan Milli Selamet Partisi veya Milli Görüş, sonraları özellikle merkez sağdaki bölünmeden dolayı kitleselleşme trendine girecekti. 1980 Askeri Darbesi de bunun taşlarını döşedi. Türk-İslam Sentezi ideolojisi, küresel Yeşil Kuşak ve Arap İslamcılığı akımlarıyla beslendi. İran Devrimi de Türkiye’deki İslamcıları radikalleştirdi. Radikal olmayan İslamcı akımlar da sonraları AKP’nin iktidara tek başına gelmesiyle ve 28 Şubat’a tepki olarak Batı karşıtlığına yöneldiler. Özellikle AKP’nin 17 Aralık 2013 sonrası ulusalcı Avrasyacı derin yapıyla ve MHP’yle ittifaka girmesiyle beraber İslamcılar devletlûlaştı, muktedirleşti, devlet nezdinde rüştlerini ispat etti. 28 Şubat’çı anti-Batıcı ve Avrasyacı Ergenekon ekibi bu süreçte can simidi bulmuş oldu.
Hırsızlığa batmış İslamcılar ve darbeci Rusya muhibbi anti NATO’cular, “paralel devlet” ve “FETÖ” diskurları üzerinden ideolojik manevralarını kutsadı ve meşrulaştırdı. Türkiye solundaki Marksist-Leninist etki hiçbir zaman Avrupa tipi bir sosyal demokratik veya demokratik sosyalist yönelime girmemişti ve bu da laik sol kitlelerin büyük çoğunluğunun Gülen Cemaati ve Kürt Siyasi Hareketi nefreti nedeniyle sürece göz yummalarına neden olmuştu. Erdoğan bu yakaladığı momentumla istediklerini elde etti. Yargı sürecini sivil darbeyle kapattı, Çözüm Sürecini bitirdi, Gülen Hareketi’ni biçti.
Bu dönüşümün elbette Türkiye’nin kültürel ve politik coğrafya kimliğine etkisi kaçınılmazdı.
Devlerin oluşturduğu diskurun temellerine Batı ve dış mihraklar olgusunu yerleştirdiler. İşlerine gelmeyen ger grup bunların ajanıydı. Kürtler ve Gülenciler Batı’nın kullandığı piyonlardı ve Batı servislerinin operatifleriydi. İslamcılar, Ülkücüler ve Ulusalcılar bu diskuru satın aldılar.
Temel düşünce biçimi, “Düşmanımın düşmanı dostumdur.” ilkesiydi.
Kürtler de, Gülenciler de var olabilmek için hukuka ihtiyaç duyuyorlardı. Bu her iki hareketin de tümüyle sütten çıkmış ak kaşık olduğu manasına gelmiyor. Fakat bu Türkiye’deki tüm siyasi ve sosyal hareketler için geçerliydi. Batı tipi liberal demokrasi ve insan hakları ölçütleri konusunda mükemmel olan hiçbir siyasal hareket yoktu. Ancak Kürt siyasi hareketi ve Gülen Hareketi, devleti liberal demokratik bir hukuk devletine dönüştürmek için – kendi varlıklarını koruma refleksine de dayanan – bir temayül içindeydiler. Oysa Milli Görüş, Ülkücü Hareket (Türkçüler) ve Ulusalcı sol bu konularda çok daha fazla rezerve sahipti. Devletin kuruluş mayasındaki otoriterlikle birleşince bu koşularda otoriter bir yönelime girmemesi için bir engel yoktu. Öyle de oldu.
Gezi, 17 Aralık ve 15 Temmuz Batılı dış güçlere bağlandı, fatura ABD’ye kesildi. Bu süreçte Türkiye’de ciddi bir Batı düşmanlığı/karşıtlığı doğdu, daha doğrusu üretildi. TV dizileri, filmler, ulusal kanallar, yazılı basın, üniversiteler, Dışişleri ve diğer kurumlar buna karşı koyamadılar veya koymak istemediler. 28 Şubat generallerinin “fazla Batı yönelimi göz çıkarır” yaklaşımı geçer akça olmuştu. 1998-2013 arası liberalleştirilen 1982 Anayasası böylece olduğu gibi rafa kaldırıldı. Yerine keyfi ve hukuksuz bir sivil rejim inşa edildi. Bu rejimin perde arkasında Avrasyacı derin devlet vardı ve ülkeyi hızla Rusya-Çin-İran Bermuda Şeytan Üçgeni’ne taşıdılar. Hukuken NATO üyesi ve AB tam üye adayı olsa da, Türkiye’yi bu yeni Mihver İttifakının merkezlerinden biri haline getirdiler.
Bugün Türkiye, en fazla ABD, AB ve Batı düşmanlığı olan ülkelerden biridir.
Ben bu süreci bir yönelim değişimi olarak okuyorum. Türkiye’nin kültürel ve politik coğrafyası Avrupa’dan Ortadoğu’ya kaydırıldı. Burada Avrasyacı Mihver’le birleşildi. Bu durum iç siyasette otoriterleşmeyi kalıcı hale getirdi. Yeni Mihver’in ortak özelliği otoriter ve anti-Batıcı oluşudur. Yeni Türkiye de buna uymuştur.
Bu tehlike sanılandan çok daha büyüktür. Hiçbir siyasal hareket Türkiye’yi eski rotasına geri döndürmeyi amaçlamıyor. Nasıl ki dış dinamikler Türkiye modernleşmesini başlattıysa ve demokrasinin ilk tohumlarını filizlendirdiyse, şimdi de anti-Batıcı bu patolojik ittifak insan haklarını, hukuku ve demokrasiyi her gün daha fazla biçiyor. Yetişmiş insanlar ve varlıklı bireyler ülkeyi terk ederken, kalan kitle giderek radikalleşiyor. Türkiye 1930’ların NAZİ Almanya’sı gibi karanlık bir döneme giriyor.
Bu olumsuz gidişatı daha yakından takip etmemiz ve okumamız lazım.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***