ADEM YAVUZ ARSLAN | YORUM
Eğer gelişmeleri sadece Türkiye medyasından takip edenlerdenseniz, İbrahim Kalın yönetimindeki Türk istihbaratının İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yapılan en büyük mahkum takasını gerçekleştirdiğini düşünüyorsunuzdur. Gerçekten de tek elden çıktığı belli yazı ve yorumlara bakarsanız, MİT aynı anda birçok ülkeyle müzakereler yürütmüş, anlaşmaları ve lojistiği sağlayıp işi bitirmiş! Övgünün -siz buna yalakalık da diyebilirsiniz- sınırı yok. Ancak Washington ve Moskova başta olmak üzere olaya taraf ülkelerin başkentlerinden bakarsanız durum pek öyle değil.
Detaylara geçmeden hadiseyi kısaca özetlemekte fayda var. Her ne kadar Erdoğan rejimi ve medyası fırsattan istifade itibar devşirmeye çalışsa da olayın kendisi önemli. ‘Tarihi takas’ tanımı abartı değil. ABD, Almanya, Polonya, Slovenya, Norveç, Rusya ve Belarus cezaevlerinde bulunan 26 kişi karşılıklı olarak takas edildi. Operasyon kapsamında ABD’den iki, Almanya, Polonya, Slovenya, Norveç ve Rusya’dan birer uçak olmak üzere toplam 7 uçak ile Türkiye’ye nakledilen mahkumlar/rehinelerden ikisi çocuk, 10 rehine Rusya’ya, 13 rehine Almanya’ya ve üç rehine de ABD’ye nakledildi.
Peki bütün bu süreçte Türkiye’nin rolü neydi derseniz, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in açıklamasına bakmak fikir verebilir. Açıklamasında süreci özetleyen Blinken, “Başta Almanya, Polonya, Norveç ve Slovenya olmak üzere bu anlaşmayı mümkün kılan bir dizi müttefikimizden aldığımız destek için minnettarız. Ayrıca Türk hükümetinin bu kişilerin ABD ve Almanya’ya güvenli bir şekilde iadesi için bir yer sağlamasını da takdirle karşılıyoruz.” dedi.
Blinken’in ‘teşekkür listesi’nde Türkiye beşinci sırada ve takas için lojistik destek vermesine vurgu var. Aynı şekilde Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada da Türkiye beşinci sırada. Birçok başkentte olduğu gibi Washington’da da background bilgilendirme yaygın olarak yapılıyor. Nitekim dünkü takas sonrası ABD Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan bilgilendirme toplantısında sürecin detayları anlatılırken Erdoğan medyasından çok farklı bir dil kullanıldı.
Özetle mahkum takası önemli bir olay ama Erdoğan rejiminin propaganda aygıtlarına kulak asmayın. Türkiye’nin bu süreçteki rolü lojistik üs olmanın ötesinde değil. Kaldı ki bu da son derece normal. Zira Rusya gibi bir ülkenin uçaklarının inebileceği çok fazla alternatif yok. Tarafların bu işi toparlayabileceği yer olarak Türkiye öne çıkıyor. Bu durum da yıllardır anlattığımız ‘arazi değeri’nden kaynaklanıyor. Tabiri caizse Türkiye ‘kupon arazi’ üzerinde. Bu nedenle çok değerli… Yoksa Erdoğan rejiminin altındaki Türkiye, her yeri dökülen bir gecekonduya döndü. ABD başta olmak üzere büyük güçler, Türkiye ile olan ilişkilerini bu arazi değeri üzerinden değerlendiriyor.
İbrahim Kalın, ‘enkaz’ devraldı!
Öte yandan İbrahim Kalın’ın durumu da anlaşılabilir. Çünkü Hakan Fidan’dan bir enkaz devraldı. Bakmayın ‘Havuz medyasının’ güzellemelerine… MİT’in sicili hiç parlak değil. Hakan Fidan’ın Suriye politikaları-icraatları bile İbrahim Kalın’ın başını ağrıtmaya yetiyor. Dün gerçekleşen mahkum takası ile itibar toplamaya çalışmaları da bu açıdan fırsatçılıktan başka bir şey değil.
Yeri gelmişken hatırlatalım; Türkiye’nin rehine takası konusundaki tecrübesi pek parlak değil. IŞİD, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’na 11 Haziran 2014’te baskın yapıp Başkonsolos Öztürk Yılmaz dahil 49 kişiyi rehin almıştı. IŞİD, adeta davul zurna ile konsolosluk basıp Türk vatandaşlarını rehin almış, dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan bildik hamasi nutuklarla skandalı örtmeye çalışmıştı. Her ne kadar Davutoğlu ve Fidan rehineler için fidye ödemedik, pazarlık yapmadık dese de örtülü ödenekten IŞİD’e ödenen yüklü miktarda para ve cezaevlerinden serbest bırakılan IŞİD militanları herkesin malumu.
Öte yandan rehine-pazarlık bahsini açınca IŞİD’in vahşice yaktığı iki Türk askerini hatırlatmamak olmaz. IŞİD, 22 Aralık 2016’da elinde rehin tuttuğu iki Türk askerini yaktığı görüntüleri yayınlamıştı. 19 dakikalık kan donduran video sonrası AKP hükümeti, “Böyle bir olay yok!” diyerek yalanlama yapmıştı. Ancak yıllar sonra öğrendik ki IŞİD’in kaçırıp rehin tuttuğu askerlerimiz için Erdoğan ve AKP yönetimi kılını bile kıpırdatmamış. Detayları şu videoda anlatmıştım. Meğerse rehin askerleri kurtarmadıkları gibi cenazelerinin bile Türkiye’ye getirilmesine izin vermemişler. Kısacası rehine ve takas işlerinde MİT’in dolayısıyla da Erdoğan rejiminin sicili hiç parlak değil.
İsmail Haniye, 23 Nisan 2024’te Tayyip Erdoğan’la da görüşmüştü.
HAMAS lideri Haniye’yi kim sattı?
Gündemin bir diğer önemli başlığı da HAMAS’ın diplomatik kanadını temsil eden İsmail Haniye’nin İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın yemin törenine katılmak için gittiği Tahran’da suikaste uğrayarak hayatını kaybetmesi. Suikast her şeyiyle tarihi öneme sahip. Zira Netanyahu yönetimindeki İsrail aynı gün içerisinde Lübnan’da Hizbullah yöneticilerinden Fuad Şükr’ü ve HAMAS’ın siyasi kanat sorumlusu İsmail Haniye’yi öldürdü. Her iki suikastin nasıl gerçekleştirildiği kadar neden olacağı kaos da ayrı ayrı analiz edilmeyi hak ediyor.
Öncelikle şunun altını çizmek lazım: İran her ne kadar binlerce yıllık bir devlet geleneğine ve güçlü bir diplomasi ağına sahip olsa da son yıllarda ‘kağıttan kaplan’a döndü denebilir. Zira son yıllarda yaşananlara bakıldığında İran’ın en kritik isimlerini dahi koruyamadığı açıkça görülüyor.
Hatırlatalım; İran’ın nükleer programının kilit isimlerinden Muhsin Fahrizade 27 Kasım 2020’de Tahran’da suikasta kurban gitti. İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün komutanı Kasım Süleymani’nin Bağdat’ta ABD tarafından öldürülmesi sonrası İran’da yapılan cenaze töreninde patlayan bomba, yüze yakın sivilin ölümüne neden olmuştu. Geçtiğimiz mayıs ayında da Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopteri şüpheli şekilde düşmüş ve Reisi hayatını kaybetmişti. Şimdi de HAMAS’ın en önemli ismi Tahran’da, İran Devrim Muhafızları’nın korumalı evinde öldürüldü.
İran, büyük bir acziyet içinde
Uzun lafın kısası şu: İran kendi başkentini ve önde gelen isimlerini bile korumaktan aciz.
Gelelim en kritik konuya; İsrail bu suikastleri, özellikle de Haniye suikastini nasıl yaptı? Haniye’nin öldürülmesi bölgede büyük sarsıntılara neden olacaktır ama bundan sonra yaşanacakları anlayabilmek için önce suikastin nasıl yapıldığını ortaya koymak şart.
İran kaynakları saldırının uçaktan atılan bir füze veya insansız hava aracı ile olduğunu duyurdu. Ancak binanın görüntüleri ve New York Times’e konuşan bölge kaynakları bu iddiayı teyit etmiyor. Çünkü saldırıya uğrayan binanın saldırı öncesi ve sonrasına dair görüntüleri, drone ya da uçaktan atılan bomba iddiasını boşa düşürüyor. Binada yaşanan hasar, saldırının içeriye yerleştirilen bir bomba ile yapıldığı izlenimini veriyor. Nitekim New York Times gazetesi, beş Orta Doğu ülkesinin üst düzey yetkililerine dayandırdığı haberinde Haniye’ye yönelik saldırının söz konusu eve iki ay önce yerleştirilen bir bomba ile yapıldığını iddia etti. Habere göre Haniye daha önce de burada kaldı ve İsrail istihbaratı bu evi uzun süredir takip ediyordu. İddiaya göre bu eve yerleştirilen bombalar uzaktan kumanda ile patlatıldı. Olay yerinin görüntüleri ve binada başka bölgenin zarar görmemesi bu iddiayı destekliyor.
Peki bu neden önemli?
Eğer İsrail bu suikastı iki ay önce yerleştirdiği bombalarla yapmışsa, İran içinden ciddi destek almış demektir. Sonuçta bina İran Devrim Muhafızlarına ait ve iyi korunuyor. Böyle bir saldırı yerli işbirlikçi olmadan yapılamaz. Bu durumda doğal olarak “Haniye’yi kim sattı?” sorusu akla geliyor. Malum olduğu üzere 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail yönetimi, HAMAS yöneticilerinin Türkiye, Katar ve İran dahil hiçbir ülkede güvende olmayacağını açıklamıştı. Kaldı ki böyle bir açıklama olmasa bile HAMAS yöneticilerinin hedef olduğunu bilmeyen yok.
İşte bu noktada teoriler havada uçuşuyor. HAMAS içi çatışmalardan İran yönetiminin rolüne kadar onlarca iddia var. Haniye’nin ılımlı kanadı temsil ettiği, ortadan kaldırılmasıyla radikal kanadın güçleneceği tezini yabana atmamak lazım. Ayrıca unutmamak lazım ki Netanyahu çok tartışılan ABD seyahatinden yeni döndü. Her ne kadar Biden yönetimi “haberimiz yok” dese de Netanyahu’nun yeşil ışık aldığı tezi yabana atılacak türden değil. Yabana atılmayacak bir diğer nokta da şu; Netanyahu iki kritik suikastle İran’ı savaşa çekmek ve savaşı bölgeye yaymak istiyor.
Kısacası bölgeyi hiç iyi günler beklemiyor.
Ancak bu aşamada herkesin aklına gelen temel bir soru var: İsrail aynı gün hem Lübnan hem de İran’da nokta atışı operasyonla çok kritik iki ismi tereyağından kıl çekme rahatlığı ile öldürebiliyorsa, 7 Ekim’de yaşananlar neydi? Netanyahu yönetiminin üstün istihbarat yetenekleri o gün neredeydi?
Bu sorunun cevabı hem Orta Doğu’nun hem de dünyanın geri kalanının geleceğini şekillendirecek.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***