KONUK YAZAR | SARE YILMAZ
Şu dünya üzerinde başkalarının fiziksel ya da manevi şiddetine maruz kalmamış bir insan yaşamış mıdır? ‘İnsanlık tarihi’ mefhumuna yönlendireceğim nazar onlarca şiddet olayının cömertçe sunacağı görüntülere şahit olur büyük olasılıkla. Bireysel ve kitlesel şiddetin türlü örneklerinde gezinmemin bu derece kolay olması şiddet kavramına dair zihinsel bir yolculuğa çıkmaya zorladı beni.
Bu fikirsel seyahat beraberinde farklı kavramları da getirdi önüme. Öteki, ben, onlar, biz gibi kavramların peşine düştüm kendimce. Özellikle öteki ve ben, onlar ve biz ayrımlarından doğan şiddet olaylarında hedef tahtası haline gelen bir grubun parçası olan ailemle beraber yaşadıklarım da hayata dair dertlerimi şekillendirdi ve neler olduğunu/olabileceğini anlama
çabamı körükledi.
Sünni Türk Müslüman bir kadın olarak hayatın çoğu noktasında ayrıcalıklı bir konumda olduğumu bugünden geçmişe baktığımda daha iyi anlıyorum. Bir Kürdün, Rumun, Çerkezin, Alevinin Türkiye toplumunda azınlık halinde yaşamasına dair geliştirdiğim kör noktalarımla “makul” Sünni Türk Müslüman kadınlığından Türk Devleti tarafından kovulduktan sonra yüzleşmeye başladım. Eğer bu ayrıcalıklı konum benden alınmasaydı kör noktalarımla yüzleşir miydim böyle bir zemine sahip olur muydum oldukça şüpheliyim.
Bazen bir fanusun içinde tek bir enstrümanla görkemli bir beste yapmaya çalışan zavallı insanlar olarak birbirimizi eylediğimiz küçük dünyalarımıza bakıyorum. Ördüğümüz duvarların içinde güvenli ilan ettiğimiz alanlarda gururla havaya kaldırdığımız kafalarımızın kuytu köşelerine sinsice sinmiş o dehşetli korkularımıza bakma cesaretini göstermek istiyorum. Sinir uçlarımızın uyarıldığı basmakalıp ifadelerin esiri olduğumuzda ötekine doğrulttuğumuz silahlarımızdan saçılan mermilere göz gezdiriyorum.
Çok sancılı bir seyahate çıktığımı mahşer alanı haline getirilen dehşetengiz havayı soludukça anlıyorum. Anlamaya başladığım tüm bu görüntüler omuzlarımda biriken birer yük oluyor.
Babası KHK’lı diye burs verilmeyen bir çocuğun varlığı “onların” defterinde üstü kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken bir “ötekiye” dönüşüyor. Bariz bir zulmün kurbanı olmayı reddedip Meriç’i geçmeye karar veren bir ailenin boğularak can vermesi “onların” medya kanallarında “ötekinin” bir sayıya indirgenmesiyle sunuluyor.
Hayalleri, sevdikleri, korkuları, özlemleri, favori mekanları, favori yiyecekleri, en sevdiği oyuncağı, aile fertleriyle kurduğu mizah dili, türlü şakalarla semaya yükselen kahkahaları olan insanlar koca bir “halkın” korkması gereken tehlike arz eden azılı “ötekiye” dönüştürüldü. Her lokmayı yutan “Anadolu irfanı” sahibi Türk halkı lokmaları yuta yuta Feridun gibi gül yüzlü bir çocuğu bir torbanın içine atıp, onu orada öğütüp, arkalarına yaslandıkları koltuklarından “Bu da büyüyünce…” cümlelerini kurarak geviş getirdiler.
Feridun’un adını, yüzünü, tebessümünü unutturmak için sabah akşam iftiralar yaydılar televizyonlarından. Sabah akşam bir çocuğa, dünya üzerinde masumluğa dair duygularıuyandıran bir varlığa insanlar nefret duysunlar istediler. Kulaklarına fısıldanan iddiaların
önüne arkasına bakmadan onların anlattıkları hikayeleri sahiplenen küçük militanlar olsunlar diye özenle tuttukları gazetecileri saldılar üzerlerine. Her bir köşe yazısında bir parça daha körüklediler nefret ateşini. Dillere pelesenk olan nefret söylemi evlerin en dip köşesine sindi, hiçbir noktayı ayırt etmeksizin yayıldı, anneler ve babalar “Şucular varya…” cümlelerini kurdukça çocuklar “ötekiye” dönüşen diğer çocukların düşmanı oldular.
Mahalle berberi çok kullanışlı bir kralcı olduğundan beri “Bunlar giremez…” tabelası astı dükkanının camına. Ülkenin üstüne karabasan gibi çöken bu karanlık fiziksel, söylemsel ve duygusal şiddeti palazladıkça palazladı. Bu bazen masum başka bir çocuğun ailesinden taklit ettiği hareketle, bazen bir asalağın çıkarına göre şekil almasıyla, bazen birinin Hizmet Hareketi’ne duyduğu öfkenin kalbini çölleştirmesiyle, “ötekilerden” geriye kalan konumlara salyalarını akıtanların ateşe odun taşımasıyla oldu.
Tüm bunlar ben yaşarken oldu, başka şeyler de olmuştu, olmuş yani, geçmişte, henüz ben doğmadan 5 sene önce mesela, yine şehrin ortasında bir ateş yakılmış, kocaman, tüm insanlığı, insanca duyguları yok edecek harlı bir ateş yakılmış, insanların canlarına kast etme cürmünü işlemek için iştahlı insanlar doluşmuş ateşin etrafına.
O ateş hiç sönmüş mü peki? Hayır. 1993 senesinde Sivas’ta yakılan o ateş hala şehrin ortasında yanıyor. Hala ateşe odun taşıyanlar var. Hala ateşin içinde yananlar var. 31 sene geçmiş o ateşin üstünden. Şöyle biraz silkinip, duruşumu doğrultup, zihnime baskı yapıp biraz daha gerilere bakmasını sağlayınca bu ateşin çok daha önce yandığının idrakına varıyorum.
Bir yüksek gerilim hattının içinde dünyaya gelen çocuklar yüksek patlamalarla yara bere içinde kalırken hatta bazen ölürken ben Sünni Türk Müslüman bir kız olmanın konforlu alanında idame ettirdiğim bir yaşamım olduğunun pekte farkında değildim. Ne zaman ki o enerji hattının riskli alanına benim yaşamım çekildi o zaman anladım. Anladığımı zannediyorum. O ateşin alevleri ne zamanki Feridun’un yüzüne değdi, Ahmet Burhan Ataç’ın yollarına düştü alevler, Işık evlerinin kapılarında yükseldi o zaman anladım “öteki” olmak ne demek bu topraklarda.
Ve ötekiyle ben ayrımında şiddetin nasıl kendine yuva edindiğini ve günbegün nasıl devleştiğini o zaman anladım. Bu hengamenin içinde herkesin tercihleriyle meydan muhaberesinde boy gösterdiğini anladım. Victor Emil Frankl İnsanın Anlam Arayışı kitabında, toplama kamplarına dair hafızasındakileri aktarırken insan ırkının soylu ve soysuzlardan oluştuğunu yazar, alevler Feridun’un, Ahmet Burhan Ataç’ın, Bahadır’ın, Halime Gülsu’nun yüzünde gezinirken anladım insan ırkının soylu ve soysuzlardan oluştuğunu.
Bir “mahallenin” içine doğdum ben, çocukluk yıllarım asude zamanlarına denk gelirken gençlik yıllarım alevlerin yükseldiği dönemlerine şahitlik ediyor. Meğer bu alevler iki gün boyunca cesedi annesi tarafından buzdolabında bekletilen Cemile’yi, Sivas’ta aydınları, İstanbul’da Rumları da yakmış. Meğer yıllardır yanan bu ateş bir araya gelmediğim, beraber sofra kurup Oya Baydar’ın Hiçbiryere Dönüş kitabı üzerine iki lafın belini kırmadığım, ellerimizde içeceklerimiz, gözlerimiz gözlerimizde ve diz dize oturmadığım nice “ötekiyi” yakan onları yaktıkça harlanan ve bugün gelip beni de saran ateşmiş anladım.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***