Abdullah EZİK
Çağla Demirbaş, FiLBooks tarafından yayımlanan <Media omitted> ile ortaya fotoğraf ile yazıyı iç içe geçiren ve ortaya bir ayrılığın hikâyesini fotoğraflar üzerinden süren bir hikâye çıkarıyor. Demirbaş’ın çapraz banyolama işlemi ile yapılmış bir seri çift pozlama fotoğraftan meydana gelen kitabı, aynı zamanda özel bir projenin parçası olarak gün yüzüne çıkıyor.
Çağla Demibaş ile fotoğraf, proje ve <Media omitted> üzerine konuştuk.
Çapraz banyolama işlemi yapılmış bir seri çift pozlama fotoğraftan meydana gelen <Media omitted>, geçtiğimiz günlerde FiLBooks tarafından yayımlandı. Kitap, gerek tasarım gerekse içerik olarak farklı/özel bir projenin parçası. Öncelikle kitabın hikâyesini sormak istiyorum: <Media omitted> nasıl bir düşüncenin parçası olarak gün yüzüne çıktı?
Teşekkür ederim nazik düşünceniz için. <Media omitted>, tamamen bir tesadüfler silsilesi sonucu ortaya çıkan bir kitap. 2019 yılında birkaç ay sürmüş bir uzak mesafe ilişkisi yaşamıştım. Yalnızca bir kez buluşmuştuk. Hatta bu ilişki biz tam ilişkilenemeden bitmişti tabiri caizse. Bu flört mü ilişki mi ne olduğundan tam emin olamadığım ilişki üzerine bir fotoğraf serisi üreteceğimi, hatta bu serinin dünyayı gezip bana ödül ve adaylıklar getireceğini ve bu seriyi kitaplaştıracağımı asla tahmin edemezdim.
Bu söz konusu ilişkinin diğer yarısı, kullanmadığı eski, analog bir Leica’sını bana hediye etmişti. Fotoğraf çekmeyi hep severdim, ama o dönem fotoğraf ile profesyonel olarak ilgileneceğimi düşünmüyordum. Hatta hayatımda olduğu o dönem ilk kez yurtdışında bir workshop’a seçilmiştim ve buna gerçekten şaşırmıştım. Bu workshop’ta ürettiklerim sayesinde ilk kez işlerim bir galeride sergilenecekti.
Neyse, sorunuza dönersem, bana hediye ettiği bu Leica’yı ayrılık sonrası bir kenara attım. Bu ayrılık her ne kadar beni o kadar etkilememiş olsa da geriye dönüp baktığımda o dönemi hatırlamak istemiyordum. Kendi kişisel tarihimde de çok zorlandığım, büyüme sancıları yaşadığım bir dönemdi. Hatta bu ilişkinin gündemime gelmesinin yegâne sebebinin benim bu yalnızlığım olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belki bu yüzden o Leica’yı hiç kullanmamıştım.
Aradan geçen iki yılı aşkın sürede profesyonel olarak fotoğrafla ilgilenmeye başlamıştım, artık bir fotoğrafçı asistanıydım. Copenhagen Photo Festival için Kopenhag’a seyahat edecektim. Yolculuk için eşyalarımı toplarken kendi kameramı bir türlü bulamadım. Dürtüsel bir kararla elimin bir türlü gitmediği o Leica’yı götürmeye karar verdim. Fakat bir sürpriz beni bekliyordu: kamera çalışmıyordu. Bu durum bana gülünç gelmişti, ayrılık sonrası kameranın çalışır kondisyonda olduğuna dahi bakmamıştım.
Hemen soluğu daimî müşterisi olduğum Foto Analogue’da aldım. Şu an sorun tam neydi hatırlamıyorum ama kolayca çözülmüştü. Bu fotoğraf laboratuvarının kurucusu olan Duhan Şıblakay, kamerayı tamir ederken içinde bir film rulosu olduğu gerçeğiyle de yüzleştirdi beni. Bu keşif, beraberinde birden fazla sorunsalı da getirdi: Bu film rulosu kullanılmış mıydı? Makineyi tamir ederken rulo başa sardığı için, benim çekeceğim fotoğraflar halihazırda çekilmiş fotoğrafların üstüne mi binecekti? Eğer bu film rulosu kullanıldıysa bile, yine tamir sırasında kapak açıldığı için fotoğraflar yanmış mıydı? Belki de bu film rulosu kullanılmadan bir jest olarak makinenin içine koyulmuştur. Yine de, uzun süre makinenin içinde beklemiş bu rulonun iyi sonuçlar göstereceği ne malumdu? Duhan bütün bu ihtimallere dair beni hazırlarken film rulosunun 2005 yılına ait olduğu ve artık üretilmediği bilgisine ulaştık. Artık rulonun yanıp fotoğrafların gözükmeyecek olması ihtimali iyice ağırlık kazanmıştı. Bu öğrendiklerimin ışığında beklentilerimi iyice düşürmekten başka çarem yoktu.
Kopenhag’a gittiğimde film rulosunu “çektiğim fotoğraflar belki de çıkmayacak” düşüncesinin verdiği keyifli bir boşvermişlik ile bitirdim. Bu boşvermişlik, fotoğraf çekerken her zamankinden daha az seçici davranmam şeklinde de tezahür etti.
Döndüğümde yine Foto Analogue’un yolunu tuttum ve film rulosunu teslim ettim. Birkaç gün sonra bir akşamüzeri bana taranmış fotoğrafların linki geldi. Fotoğraflara ilk baktığımda ne hissettiğimi hala çok iyi hatırlıyorum, tüylerim diken diken olmuştu. Duhan’ın beni uyardığı bütün ihtimaller tek tek gerçekleşmişti.
Film rulosu gerçekten de kullanılmıştı ve bütün kareler çift pozlanmıştı. Onun yıllar önce, dünyanın bambaşka bir yerinde çektiği fotoğrafların üzerine benim neredeyse 15 yıl sonra çektiğim fotoğraflar binmişti. Ama önümdekileri sadece çift pozlama diye tanımlayıp geçemiyordum. Karşımdaki fotoğraflar kusursuz bir şekilde hizalanmıştı. Bu hizalanmayı sadece çerçeveleme olarak değil, aynı zamanda fotoğrafların içindeki unsurların mükemmel uyumu anlamında da kullanıyorum.
‘HİÇ ANLAŞAMAMIŞ İKİ İNSANIN FOTOĞRAFLARI ÇOK İYİ ANLAŞMIŞTI’
Danimarka’da Louisiana Museum of Modern Art’ın bahçesinde çektiğim ufuk çizgisi, yine bir ufuk çizgisi fotoğrafının üzerine yerleşmişti meğer. Alttaki fotoğrafta kim olduğunu bilmediğim kadın figürü, benim gerçekliğimde bir kayanın üzerine konumlanmıştı. Bu kadın figürünün yanı sıra kim olduğunu bilmediğim bir sürü kişi vardı bu karelerde. Dalga geçermişçesine, bir türlü tanıştırma fırsatı bulamadığımız arkadaşlarımız bu sayede tanışmıştı. En özet haliyle, hiç anlaşamamış iki insanın fotoğrafları çok iyi anlaşmıştı.
Bu çift pozlamanın yanı sıra fotoğrafların fuşyalığı da görmezden gelmek imkansızdı. Bu da yine tarafımca bilinçli yapılmış bir müdahale değildi. Yine Danimarka dönüşü fotoğrafları tabettirmeye bıraktığımda film rulosunun yaşı ve çoktan ışık görme ihtimali tekrardan gündeme gelmişti. Fotoğrafların çıkmama ihtimalini ortadan kaldırmak adına çapraz banyo (cross process) denilen bir işlemi kullanma kararı almıştık, bu da renklerin farklı çıkabileceği önkoşulunu kabul etmek demek oluyordu.
İLK KEZ “İŞLER DEĞİŞTİ” İSİMLİ KARMA SERGİ ARACILIĞIYLA İZLEYİCİYLE BULUŞMUŞ OLDU
Projenin kitaplaşmasına gelirsek, fotoğrafların indirme linki bana düşer düşmez kitabın yayınevi olan FiLBooks’un kurucusu ve fotoğrafı kovalamam konusundaki en büyük destekçim olan Cemre Yeşil Gönenli’ye yollamıştım. Cemre serideki potansiyeli ilk baştan beri fark etmişti. O dönem birlikte çalışıyorduk. Serideki fotoğraflar Cemre’nin Mart 2022 için Karaköy’de bir galeri olan Mixer Arts’ta küratörlük yapacağı belli olunca tekrar gündeme geldi. <Media omitted> ilk kez “İşler Değişti” isimli bu karma sergi aracılığıyla izleyiciyle buluşmuş oldu.
Günümüze kadar geçen sürede fotoğraflar Avustralya, Çin, Güney Kore, İngiltere, Almanya, Hollanda ve Amerika gibi ülkelerde sergilenme fırsatı buldu. <Media omitted>’i bir gün kitaplaştırma fikri de Cemre ile hep aklımızın bir köşesinde kaldı. Mayıs 2024’te Yapı Kredi Kültür Sanat’ta gerçekleşen border_less ARTBOOK DAYS’a günler kala Cemre kitabı ansızın rüyasında gördü. Biz de gaza bastık.
‘BU FOTOĞRAFLARIN BİR PROJEYE DÖNÜŞMEMESİ İMKANSIZDI’
<Media omitted>, “çapraz banyo işlemi yapılmış bir seri çift pozlama fotoğraftan” oluşuyor. Kitabın gövdesinde önemli bir yerde duran bu tekniği siz nasıl kullandınız ve sizin fotoğraf pratiğinizde bu kullanımın özel bir karşılığı var mı?
<Media omitted>, “medium is the message” / “araç, mesajdır” önermesinin derinden hissedildiği bir iş. Yukarıda bahsettiğim hikâyeyi detaylandırmam ve daha teknik konuşmam gerekirse, çapraz banyo dediğimiz işlem normalde kullanılacak kimyasalın tam tersini kullanarak tabettirilmesi anlamına geliyor. Benim rulom söz konusu olduğunda da pozitif banyo kimyasalı yerine negatif banyo kimyasalı kullanıldı. Yine Duhan önermişti bu yöntem ile ilerlemeyi, özellikle son kullanma tarihi yıllar önce geçmiş rulolarda yegâne yöntem olduğu için. Ama bu da bir kumardı açıkçası, rulodaki fotoğraflar filmin yaşına göre yemyeşil de çıkabilirdi pespembe de.
Bu tekniği nasıl kullandığım ve fotoğraf pratiğimde nasıl bir karşılığı olduğu sorularını nasıl cevaplayacağımdan da emin değilim. Bu fotoğrafların bir projeye dönüşmemesi imkansızdı diyebilirim. Ben deklanşöre bastığımda hikâye kendi kendini yazmıştı.
‘BİR TÜR MUTLU KAZA’
Yukarıda da bahsettiğim gibi bir nevi çapraz banyo ile ilerlemekten başka çarem yoktu. Ortaya çıkan sonucu kavramsal bir çerçeveye oturtmayı melankolik bir determinizm olarak tanımlayabiliriz belki. Bu hayal kırıklığı denecek ilişkinin ve beklenti olmadan çektiğim bu fotoğrafların “bir sebebi var”dı belki de. Ayrılık sonrası Leica’ya nasıl elim gitmediyse fotoğraflardaki bu tüyler ürpertici uyumu gördüğümde benzer bir tepki vermediğim ve peşine düştüğüm için mutluyum.
Fotoğrafları yeniden bağlamsallaştırma sürecinde İngilizce’deki serendipity kavramı karşıma çıktı ve hemen benimsedim. Türkçe’deki karşılığıyla tevafuk: Birbirine denk gelme. Hoş bir şekilde uyum olma hali. Bir tür mutlu kaza.
Kitabın kendi içerisinde bütüncül bir hikâyesi var ve bu hikâye, giderek gerek diyaloglar gerekse pozlanan ânlarla kendisine büyük bir karşılık bulur. Bu bağlamda <Media omitted>, nasıl bir hikâyenin peşinden gider? Burada artık kurgunun bir parçası olan çift ve onların ilişkisi, kitabı nasıl şekillendirir?
Büyük bir karşılık bulduğunu düşünüyorsanız ne mutlu bana. <Media omitted> özelinde bir hikâyenin “peşinden gitme” ifadesinin çok doğru bir kullanım olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de sayfaları çevirdikçe bu hayali çifti takip ediyorsunuz lokasyondan lokasyona. Bir dağın tepesindeyken bir sonraki sayfada kendinizi bir pencere kenarında buluyorsunuz. Ufuk çizgileri birbirini takip ediyor. Beklemediğiniz bir anda suratlar dahil oluyor hikâyeye. Hem ben hem o seyahat etmeyi seven kişilerdik, hatta belki bu yüzden bir bağ kurmuştuk. Bu yüzden kitabın okuyucuyu bir yolculuğa davet etmesinin da manidar olduğunu düşünüyorum. Biz gezemesek de fotoğraflarımız çeşitli ülkelerde sergilenmişti ve dünyanın binbir yerinden okurların kütüphanelerine girmişti. Bu yolculuk aynı zamanda mental bir yolculuk. Her okuyucunun kitap ile deneyimi de farklı, arada neler yaşandığı ya da bu çiftin neden ayrıldığına dair farklı fikirleri var.
Bu noktada yazarın ölümü (the death of the author) fikrinin de alakalı olduğunu düşünüyorum. Hatta <Media omitted> söz konusu olduğunda yazarların ölümü. Seriyi ilk oluştururken zaman zaman hangi fotoğraf kime ait emin olmakta zorlandığımı hatırlıyorum.Yazarları da geçtim, ilişkinin hiç gerçekleşmemiş potansiyelinin de artık kendi başına bir hayatı var. Fotoğrafların ilk kez sergilendiği 2022 yılından beri toplam sergi sürelerini hesapladığımda ilişkinin kendisinden uzun bir süreye tekabül ediyor.
Fotoğrafların bana ait olan katmanlarının bir kısmını İstanbul’da, daha büyük bir kısmını da Kopenhag’da çektim. Fotoğraflarımın üzerine pozlandığı diğer fotoğraflar ise nerede çekildi bilmiyorum. Almanya ve İtalya olduklarını tahmin ediyorum. Karelerin 2005 yılından olduğunu varsayınca o bile hatırlamazdı herhalde, trekking için sık sık yurtdışına çıkan biriydi. İletişim halinde olmadığımız için soramıyorum da.
Aslına bakarsanız ona sorsam bile bilmeyecekti ki. Sonuçta bu fotoğraflar hiçbir zaman tabettirilmemişti ve bana bu kamerayı hediye eden kişi bile bu fotoğrafları görmemişti. Kendi çektiği fotoğrafları tanıyamaması olasıydı.
Henüz kitabın bu özelliğinden bahsetme fırsatı bulamadım, ama fotoğrafların arasına serpiştirilmiş WhatsApp yazışmaları da anlatının önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu diyaloglar WhatsApp’ta konuşmayı dışarı aktardığınızda karşınıza çıkan .txt uzantılı dosyadan olduğu gibi alındı. Her mesaj öncesi kaydedilen tarih ve saat bilgilerini ve Courier yazı tipini de dahil etmeye karar verdik.
Bu diyalogların sadece fotoğraflara eşlik etmekle kalmayıp hikayedeki boşlukları doldurmaya da yardım etmesini, en azından yeltenmesini, istiyordum. Bu mesajların içeriğine veya üstverilerine dokunmasam da serideki fotoğraflar gibi yeni bir bağlamda hayat bulmaları benim için önemliydi. Bu yüzden farklı zamanlara ait mesajları bir araya getirip yeni bir diyalog yaratarak bir nevi çifte pozlama tekniğini taklit ettim diyebilirim. Bu halleriyle bir yandan altyazıları ya da sessiz filmlere özgü arabaşlıkları anımsatıyorlar.
Kitabın kurgusuna dönersek, elimden geldiğince bu ilişkiyi onore etmeye ve adil davranmaya çalıştım. Bu ilişkinin yürümemesin ardında bir sürü sebep ve vardı, ama kimseyi ya da bir olayı işaret etmeden bu ilişkinin zaman çizelgesini en sade şekliyle anlatmayı seçtim diyebilirim. Bütün o yoğun pembenin ardında aslında çok yalın bir hikâye var, belki de bütün aşk hikayelerini damıttığınızda ortaya çıkan gerçeklik. İki insan tanışıyor, bir araya geliyor ve başka yollarda ilerlemeye karar veriyorlar.
<Media omitted>’ın aynı zamanda bir duyguyu ön plana çıkardığını, okura/izleyiciye duygular üzerinden bir karşılaşma sunduğunu söylemek mümkün. İlişkiler, bir ilişkinin başı ve sonu, çıkmazları, açmaz ve sorunsalları, güzellik ve çirkinlikleri kitabın ana duygulanımını oluşturur. Siz bu çerçevede temel olarak hangi duygunun/duygulanımın peşinden gittiniz?
Karşılaşma da aynı şekilde seriye yakıştırdığım bir kelime. Fotoğrafların arkasındaki hikâyeyi öğrendiğinde izleyiciden aldığım tepkiyi gözlemlemekten hiçbir zaman sıkılmayacağım sanırım. Özellikle iş ilk kez sergilendiğinde ve kitap ilk kez bir fuarda görücüye çıktığında kendimi bir günah çıkarma kabini ya da bir ağlama duvarı gibi hissettim. “Benim de benzer bir ilişkim vardı” minvalinde itiraflar, gözü dolanlar… Kalbi kırılmış bir arkadaşı için hediye olarak alanlar. Bana kalırsa <Media omitted>’ı yaratırken peşinden gittiğim duygu her şeyden önce “ne olabilirdi”ye dair bir meraktı.
Kitaba “hükmeden” pembe renk, gerek imlediği gerçekler gerekse bu gerçeklere aykırı bir şekilde hissettirdiği duygularla ortaya derin bir tezat çıkarır. Bu tezat, okurla/izleyiciyle metin/kitap/görsel arasındaki bağın da farklı şekillerde kurulabileceğini gösterir. Pembe rengin verdiği romantik düşünceye aykırı bir şekilde anlatılan hikâye oldukça karamsardır. Siz bu tezatlığı/karşıtlığı nasıl kurguladınız?
Her şeyden önce hayata pembe gözlüklerle bakmak deyimini hatırlatıyor bana. Seriyi ürettikten sonra birkaç kez kendimi ilişkiyi olduğundan daha iyi ve tatmin edici şekilde hatırlarken yakaladım. Bu pembelik yeri geldiğinde okuyucu için yorucu veya fazla güçlü gelebiliyor, onu fark ettim. Ama dediğiniz gibi bu romantik hissiyata tezat olan hüzünlü bir taraf da var. Fotoğraflara dikkatli baktığınızda hayaletvari figürler, bir köşede tek başına kalmış hatta sıkışmış silüetleri görüyorsunuz.
Pembeye dönersek fotoğraflardaki bu rengin tam karşılığı macenta aslında. Macentanın projenin ruhuna çok uyduğunu düşündüğüm ve sevdiğim bir özelliği mevcut: Macenta diye bir renk aslında yok, çünkü bir dalga boyu yok. Yine bu sebeple doğada kendiliğinden bulunmuyor. Kırmızı ve mavi renge duyarlı olan insan gözü, bu iki dalga boyunu ayrı ayrı alıp onları birleştirerek anca macentayı algılayabiliyor. <Media omitted>’da da benzer bir durum var, bu ilişki hem var hem yok. Bu ilişkinin “doğal” olarak bir araya gelemeyen iki unsurunu ayrı ayrı algılıyor ve beynimizin bize oynadığı bir oyunla beraber görebiliyoruz.
Bellek, bir eylem olarak hatırlama, zikretme gibi birçok mesele kitapta yer alan fotoğraf ve metinlere bakınca ön plana çıkar. Ortada hatırlayan, mevcudu kullanarak onu başka bir forma dönüştüren, bellekte izi kalan ânları değiştiren bir anlatıcı var. Son olarak <Media omitted> üzerinden hatırlamaya, bellek ve anıları değiştirmeye/dönüştürmeye dair neler söylersiniz? Bu mesele sizde nasıl bir ime dönüştü?
<Media omitted>, üretim pratiğimin kendisi hakkında düşünmeye itti beni. Belki de sırf bu yüzden bile benim için yeri ayrı olacak. Şu ana kadar çektiğim tüm fotoğraflara, bu fotoğrafların öznelerine ve hikayelerine, tekrar baktım. Fark ettiğim şey ise beni şaşırtmıştı, <Media omitted> kadar bariz bir şekilde olmasa da anlatmayı tercih ettiğim hikayeler benim için çok da önemli olmayan, ne bilinç üstünde ne de bilinç altında fazla yer kaplamadığını düşündüğüm hikayelerdi. Bir hikâyenin size bir şeyler söyleyebilecek alan bırakması için illa çok büyük bir hikâye olmasına gerek olmadığını fark ettim. Hatta küçük bir hikâyeye nüfuz etmek daha elverişli olabiliyor. Ama bu da tabii özünde bir başa çıkma mekanizması. Bu hikâye neden benim için önemli değil? Önemli olması gerekmiyor muydu? Bu hikâyeyi benim için anlamlı hale getirebilir miyim?
Hatta bu noktada bir adet kamera ve kör noktadan oluşan bir alegoriyi kullanmayı çok seviyorum. Kendimi bir kamera ve radarıma girmemiş hikayeleri birer kör nokta olarak konumlandırıyor. Bu kör noktalar kamera tarafından sonunda görülebildiğinde, kamera mı kendini kör noktaya çeviriyor? Yoksa kör nokta, kameranın görüş alanına girmeyi mi beceriyor? Sanırım cevabı ben de bilmiyorum.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***