PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Şiddetin arkeolojisini yaptığımızda hemen her katmanda yüzümüze inen tokat aynı örüntünün parçasıdır. Bir tür sarmal gibi, sürekli dönen bir dönmedolap misali, süreç içerisinde belirli aralıklarla karşımıza çıkıp duruyor. Her seferinde yeni bir güne doğup hayata sıfırdan başladığını düşünen minik ördekçikler gibi, kitleselleşen vahşeti görüp şaşıranlar, esasında bu oyunun oyuncuları. Kimse masum değil. Çoğunlukla arkeolojinin sonuçlarından korkup geçmişin deşilip durulmaması gerektiğini tekrarlıyorlar. Yeni bir sayfa açılmalı, yeni nesil her şeyin normal, iyi ve güzel olduğuna inandırılmalı. Atalar pür-i pak tarihlerinde bizi utandıracak hiçbir şey yapmış olamazlar. Tüm şiddetin bir gerekçesi vardı. Ötekiler – her nevi dış ve iç düşman – başlarına gelen musibetleri hak etmişti. Kimseye durup dururken dokunmazlar, değil mi?
Bu şiddet neden ortaya çıkıyor? Niçin kurtulamıyoruz bundan? Hem yalnız değildik, değiliz de hâlâ şiddet konusunda. “Dünyada da böyle şeyler olmamış mı eskiden? E, o zaman mesele nedir? Demek ki bunlar normal.” Güney Amerika’da İspanyollar ve Portekizliler, Kuzey Amerika’da Fransızlar ve İngilizler, Afrika’da Araplar, Hollandalılar, Almanlar, İtalyanlar, yerlileri yok eden, köleleştiren, onlara ikinci sınıf insan statüsü veren bilimum hukuksuz rejimler, gaddarlıklar, hepsinden de önce şiddet! Sonra NAZİ’ler ve milyonlarca Yahudi’nin Auschwitz’te, Dachau’da, birçok toplama kampında sistematik olarak yok edilmesi? Japonların Çin’de ve Kore’de sistematik biçimde yaptığı toplu tecavüzler, katliamlar, soykırım? Yakın dönemde Amerika’nın Irak’ta yaptıkları? Örnekler mebzul miktarda olunca, kendi ülkendeki şiddete gerekçe üretmek de kolay, değil mi? “E ama tek biz mi yaptık bunu ya?” tavrı! Kötülükte yalnız olmamanın getirdiği dayanılmaz rahatlama! “Oh!”
Sürekli bir ötekileştirme – hayali cemaate dâhil olmayanların senin topraklarında olmaması lazım! Teritoryal bir varlık olan insanın yüz binlerce yıldır toprak ve doğal kaynaklarla olan bağımlılık ilişkisi, sürü psikolojisi, bunlarla bağlantılı doymaz güvenlik ihtiyacı – genetiğe kodlanmış bu temel verileri milliyetçilikle aktive ediş! 1648 Westfalya Anlaşması sonrası ortaya çıkan merkezi hükümet ve teritoryal devletin 1789 Fransız Devrimi ardından teritoryal ulus devletlere evrilmesi; kozmopolitizm karşısında mono-etnisiteye dayalı kapalı devre toplumların yaratılması!
Bu ortamda doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının belki de en nefret ettiği şey – İttihatçı A Takımı’ndan miras aldıkları – belli sınırlar içinde sadece “Türklerden” oluşan bir devlet kurmaktı. Bu devletin en merkezi paradigması, Türk olmayanlara karşı geliştirdiği duygulardı. Yunanlar, Ermeniler ve Araplar, bu paradigmada baş ötekiler oldu.
Ermeniler 1915’te sıfırlandı. Rumlar 1920’lerin ilk yarısında mübadele ve katliamlarla Anadolu’dan kovuldu. “Bizi arkadan vuran” Araplar retoriği ve “kültürel geri kalmışlığın simgesi” Araplar, Türk’ün “yüceliğinin” göstergesi olmak üzere “referans noktası” olarak belirlendi. Onlar gibi olmamaya çalışılmalıydı! Bu üç etnik grup da öteki oldu, Türk nedir diye sorulduğunda otomatikman “ne olunmadığının anlatıldığı” diskurda başrolü oynamaya başladılar. Böylelikle “üç tarafı denizlerle ve dört tarafı düşmanlarla çevrili” Anadolu coğrafyasının bir Türk yurdu olduğu tescillenecekti.
Tabi bu başlangıç koşulları da asla yetmezdi. Hedef daraltmak gerekiyordu. Türkiye’de Misak-ı Milli’nin Türkiye sınırları dâhilinde kalan bölgelerinde hala görece çok kültürlü bir demografik yapı vardı. Kürtlerin varlığı! Kürtler Şark Islahat Planı’na tabi tutuldu. Çünkü ya “güzellikle” veya “seve-isteye” Türkleşeceklerdi, ya da kendilerinden öncekilerin başına gelenleri göze alacaklardı. Türk olmayanların “Türkiye’de sadece hizmetçi olma hakkı vardı”. Böylece asimilasyon politikaları hayata geçirildi. Acımasız asimilasyon politikaları!
Kürtler haricinde Aleviler de hedef alındı. Laik olduğunu iddia eden cumhuriyet, insanlara zorla devlet tarafından evcilleştirilmiş bir tür Sünni İslam’ı dayattı. Diyanet İşleri’nde Alevilik bir “sapkınlık” olarak görüldü, Alevi köylerine camiler yapıldı, imamlar atandı, bu imamların maaşları Alevi vatandaşlardan da toplanan vergilerle finanse edildi. Böylece laik rejim, kendisinden önceki Osmanlı Hanedanı egemenliğinde yürütülen politikaları aynen devam ettirdi. Tek tip Türk, devletçe empoze edilen ideal vatandaş “Homo Respublicus” (cumhuriyet insanı) Nürnberg Kanunları kadar rijit ve detaycı şekilde olmasa da, bir rejim kurdu, bu rejimin ana çerçevesinin dışında kalanlara varoluş hakkı tanınmadı. Şeyh Sait ve Dersim İsyanları gibi “badireler”, mostralık birçok ders ortaya koymuş, en ücra köylerde yaşayan vatandaşları bile devletleriyle tanıştırmıştı.
Bu devletten korkanların tek hayatta kalma stratejisi sisteme eklemlenmek, sistemin oyuncusu olmak, olanı kabul edip “devlete içeriden dâhil olarak, artık ne kadar mümkünse o kadar” devleti dönüştürmekti. Kürtler ve Aleviler bu sistemde kimliklerini reddettikleri oranda bağıra basıldılar. Yıllar yılı “bakın filanca da Kürt ‘kökenli’, falanca da Alevi “kökenli” dendi. Bunlar gibi olmayanlar “Bakınız mesele bunların Kürtlükleri veya Alevilikleri değil, mesele bunların hainlikleri” şeklinde bir endoktrinasyon yapıldı.
Bu arada Tanzimat’tan beri sürekli modernleşen ve demokratikleşen bir toplum diskuru, iyi bir reklam kampanyası neticesinde toplumun tüm segmentlerine kabul ettirildi. “Modernleşiyorduk üstadım, demokratikleşiyorduk!” ve bunu cumhuriyete borçluyduk! Şeklen bu doğruydu. Neticede İsviçre’den Medeni Kanun’u almamış mıydık? Daha ne olabilirdi ki?
“Derdiniz ne sizin kardeşim? Karşı devrimci misiniz, takunyalı mısınız, Kürtçü müsünüz? Yoksa sadece mankurt, kendi coğrafyasının gerçeklerinden bihaber bir avuç kendini bilmez zibidi misiniz? Liboş musunuz? Nesiniz!”
250 yıl bunlarla oyalandık, buna 100 yıllık çok yoğun bir cumhuriyet maratonu da dâhil. Son etapta 1998-2010 arası çok yoğun bir Avrupa Müktesebatı tercüme çalışması var! Tercüme çalışması, evet; zira 2004 AB Raporu da Kopenhag Kriterleri konusunda “asgari seviyenin yakalandığını” ürkekçe tespit ederken, uygulama yönündeki endişelerini dillendiriyordu. Bizi herkes tanıyordu çünkü! Yasa çıkartmakla o yasanın gereklerini yapmak, sosyolojiyle hukuk arasında denge kurmayı gerektiriyordu. Ne var ki Türkiye bu dengeyi hiç kuramadı.
Böylece tektonik kırılmalar toplumu bölmedi sadece; büyük sosyal ve siyasal tsunami dalgaları da oluşturdu. 2013’te Gezi ve 17 Aralık sonrası yürütme fiilen yargıyı ele geçirdi. Son olarak da 2016 Temmuz’unda artık rejim kuruluşu neticelendirildi; büyük bir tasfiyenin ardından, bürokrasi, askeriye, adliye, mülkiye ve ilmiye denen temel işlevlerin tamamı bu rejimin eline geçti, onların ifadesiyle “temizlendi”.
Dönüşüm neden zor? Çünkü bunlar tümüyle sosyolojiye ve değerler evrenine dayanıyor. Hiçbiri topluma metazori dayatılmış değil. İnsanlar durumdan memnun. Evet, ekonomiden, yolsuzluklardan, hayat pahalılığından ve işsizlikten, mültecilerden falan şikâyetçiler. Ama bunların kök nedenleriyle alakalı bir teşhisleri yok. Evet, Erdoğan gitsin diyorlar belki hatta ama yerine gelen ne yapsın, hiçbir ilerici beklentiye dayalı talepleri yok. Dönüşüm bu nedenle çok meşakkatli olacak, eğer olursa!
Bir noktayı es geçmemek durumundayım. O da Ermenilerin ahı! 2023’te temiz bir sayfa açma şansı varken 1915 Soykırımı’nın failleriyle hesaplaşılmalıydı. Bunun yerine İttihatçı faillerin yaptıklarını es geçtiler, onların yolundan gittiler. Tarih kitaplarını Türk-üstünlükçü bir doktrine dayalı kimlik inşasının enstrümanları haline getirdiler. Narsist bir ulus inşa ettiler. “Atalar hata yapamazdı”.
Yeni kimlik bu ön kabul üzerine inşa edildi. Anadolu coğrafyasından kopuk, ama o coğrafyanın sonradan gelip fatih olmuş muzaffer ve kahraman bir milleti diskuru genç beyinleri iğfal ederken, sadece tüm Anadolu’daki yaşayan yerli halklara değil, aynı zamanda son on bin yıllık Anadolu tarihindeki tüm ortak atalar da dışlanıyor ve onların miraslarına da reddi miras yapılıyordu. İşgal, fetih, yağma, üstünlük, zafer, denize dökmek gibi askeri-eril bir dil kullanılarak yeni jenerasyonlar radikalleştiriliyordu. Dahası yaşadıkları coğrafyayla yetinmeyecek, o coğrafyayı öz yurdu değil, sonradan gelip aldığı bir yer olarak gören, buna tekabül eden biçimde başka coğrafyaları ve oralardaki yerli halkları da kendi genişlemeci politik oyununun zayıf ve aşağı piyonları olarak algılayan habis bir algı yerleşti.
Yeni devlet bu algıyı eğitim politikaları üzerinden kurumsallaştırdı.
Oysa devletin görevi nedir? Devletin birincil görevi vatandaşını güven ve refah içinde yaşatmak, onun mutlu olması için gereken koşulları sağlamaktır. Devletin gücünü değil, kendi özgürlüğünü, refahını ve mutluluğunu önceleyen bireyler, radikalleşmez. Kültür, mimari, sanat, bilim, teknoloji ve ekonomik gelişme bu tür toplumlar tarafından yaratılır. Militarist, kavgacı, ırkçı, yayılmacı, ötekileştirici, hamasi toplumlar ise devleti kontrol eden bir gurup parazit elit tarafından piyon olarak kullanılır, sözde ulvi kolektif amaçlar uğruna heba olurlar.
“Neden birey?” sorusunun yanıtı burada gizli! Kolektif amaçlar tuzağına düşmemek için kendi varlığının ayırtında olan, kendini önemseyen, kendini kolektife feda etmek yerine kolektifi beraber inşa etmek ve mutlu olmak amacı taşıyan – yani sağlıklı bir psikolojiye sahip – bireyler! Kolektifin ıslahı ancak bireyleşmekle mümkün olur.
Bunlar olmadı mı her on-on beş yılda bir yeni bir Dersim Katliamı, 6/7 Eylül Pogromu, Varlık Vergisi, Maraş Katliamı, Sivas Katliamı, Malatya Zirve Yayınevi, Gezi, 15 Temmuz veya 1 Temmuz Mülteci Pogromu kaçınılmazdır.
Rüzgâr eken fırtına biçer. 200 yıl önce yanlış iliklenmeye başlayan düğmelerin bedeli ödeniyor.
Her zamanki gibi olan masumlara oluyor!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***