MAHMUT AKPINAR | YORUM
Bugün resmi olarak doğum günüm. 50 yaşın üstündeki pek çoğumuz gibi, gerçek doğum günümü tam olarak bilmiyorum. Rahmetli anam, “Sen Gediz Depremi’nde üç yaşındaydın, koyunlar kuzularken doğdun.” derdi. Gediz Depremi 28 Mart 1970’te olmuş. Bu durumda 1967 Mart ayında doğmuş oluyorum. Koyunlar da o dönemde kuzuluyor zaten. Uşak’ın Banaz ilçesine bağlı, kıraç bir köyde çiftçilikle geçinen bir ailenin son ve 13. çocuğu olarak dünyaya gelmişim. O günün şartlarında sağlıklı doğan 9 kardeşim, bebeklik ve çocukluk dönemlerinde bakımsızlık ve sağlık imkanlarının yetersizliği nedeniyle vefat etmiş.
Rahmetli babam aslında beni nüfusa zamanında kaydettirmek istemiş, buna özen göstermiş ve köyden kasabaya giden bir yakınımıza tembih etmiş: “Kasabaya gittiğinde benim oğlanı nüfusa yazdırıver!” demiş. Bir yıl sonra hatırlayıp sormuş, “Ben onu unuttum!” cevabını almış. Dolayısıyla farklı yılda ve ayda nüfusa kaydedilmişim. Resmi doğum günüm 2 Temmuz 1968 olsa da, gerçek doğum yılım büyük ihtimalle 1967 Mart ayı. Gün hakkında bir fikrimiz yok. Ömrüm boyunca doğum günü kutlamasıyla ilgim olmadı. Bizim çocukluğumuzda, çevremizde doğum günü kutlamaları bilinmezdi. Yeni nesil kendi doğum günü yanında ebeveynin doğum gününü de kutlamak istiyor. Ama benim doğum günüm söz konusu olunca tatlı çelişkiler yaşadık. En sonunda, resmi tarihte kutlamaya karar verdik.
57 yıllık ömrüme geriye doğru baktığımda, çok başarılı, imrenilecek bir ömür sürmediğimi görüyorum. Köyde doğdum, 5-6 yaşından sonra şehre taşındık. Annem ve babam, ikisi de okuma yazma bilmeyen insanlardı. Onları hep rahmetle anarım, düzgün hayat yaşayan, hak hukuk tanıyan, güzel müminlerdi.
Çocukluğumu o zamanlar 50.000 nüfuslu küçük bir şehir olan Uşak’ta geçirdim. Ailem eğitimim için özel bir çaba sarf etmedi; ortaokul kaydımı gidip kendim yaptırmıştım. Allah lütfetti geniş ailenin ilk üniversite mezunu çocuğu oldum. Akademisyen oldum, yazar oldum, konferanslar verdim. Şöhretim yoksa da, kimsenin meydana çıkmadığı dönemlerde ortaya atılıp tanınır oldum.
Her ademoğluna insan olarak bakmaya, kendimi kimsenin üstünde görmemeye çalıştım. Empati yapmanın, insanları anlamanın çok önemli olduğunu düşünürüm. İşimi-gücümü kaybettiğimde, “vatan haini”, “terörist” ilan edildiğimde, yurt dışında hayata tekrar ve sıfırdan başladığımda yıkılmadım. Hak bildiğim şeylerden dönmedim, kimseye kırılmadım. Allah da kimseye muhtaç ve mahkum etmedi.
Çocukluğumdan beri gayem, ülkeme, insanlara ve İslam’a hizmet etmekti. Çocukken, erken gençlikte dini pratiklerim eksikti. Ortalama bir imam hatip öğrencisi gibi ben de gözü dışarıda, biraz haylazdım. Ama İslam’ın hakikatine inanıyordum ve bu ülkenin, bu toplumun ezilmişliğine, geri kalmışlığına üzülüyordum. Bu nedenle çocukluğumdan beri hayalim, idealim Türkiye’nin, insanımızın, daha gelişmiş, güçlü, müreffeh olmasıydı. Çocuk yaşlarda bunları konuşurduk, dertlenirdik.
Hizmet, çocukluk hayallerimi somut öneriler halinde önüme serdi. İncelediğimde yapmak istediklerimi Hizmet’in usulünce ve başarılı şekilde yaptığını gördüm. Bu nedenle hayallerimi gerçekleştiren bir yol ve yöntem olarak üniversite çağından itibaren Hizmet ile birlikte yürümeye çalıştım.
Bu topraklarda ülkesini, milletini sevmenin, Müslüman ve iyi insan olmanın, dürüst olmanın hep bir faturası oldu. Hizmet’i tanıdıktan sonra bu faturanın ağırlığını daha iyi hissettim. 1980’li yıllar boyunca, Kemalist rejimin baskılarından dolayı insanlar sürekli tedirgin oldu, kendisini saklamak zorunda kaldı. Hizmet’in hızlı geliştiği dönemlerde bile düşmanlıklar, husumetler eksik olmadı.
Fethullah Gülen Hocaefendi 2007 yılına kadar idamla yargılanıyordu. Ama son on yılda yaşadıklarımızın olabileceğini hiç düşünmezdim. Bunların ancak eski Sovyetler Birliği, Kuzey Kore, Saddam’ın Irak’ı gibi otoriter ve kapalı rejimlerde yaşanabileceğini düşünürdüm. Bir sosyal bilimci, siyaset bilimci olarak demokratik Türkiye’nin kısa sürede bu kadar olumsuz bir dönüşüm yapacağına ihtimal vermiyordum.
Bediüzzaman’ın Tek Parti döneminde yaşadıklarının geride kaldığını, Türkiyenin bunları aştığını düşünürdüm ama öyle olmadığını hep beraber müşahede ettik. Son 10 yılda Bediüzzaman’ın ve arkadaşlarının yaşadığından daha ağır değilse de, çok daha yaygın bir zulüm dönemi yaşadık. Ve bunu yaşatanlar, aynı kabeye yöneldiğimiz, ‘Müslüman kardeşlerimiz’ oldu.
İnsanoğlu hayatının farklı dönemlerinde muhasebe yapar, geriye dönüp yaşadıklarını hatırlar. “Bu ömür yaşadıklarıma değdi mi?” diye düşünür. 57 yıllık ömrümde geriye doğru baktığımda, doğrusu hayatımın hiçbir çizgisinin değişmesini istemem. Bir pişmanlığım yok. Ne yaşadıysam aynısını tekrar yaşamak isterim. Hatalarım olsa da hepsinin ayrı anlamı, ayrı güzelliği, ayrı değeri var. Hayat biraz da yaşadıklarınla barışık olmak demek değil midir? Mutluluk, başına gelenleri kabullenebilmek, onları hayatın bir parçası görebilmek değil midir?
Doğum günü kutlamalarında “İyi ki doğdun!” derler. Kendi kendime soruyorum: “İyi ki doğdum mu? Ömür zarfının içine koyduklarım yaşamaya değer şeyler miydi? Önemli miydi? İnsanların yararına mıydı? Dünya ve ahiretim için kazanç vesilesi miydi?”
Bütün bunları düşündüğümde, ihmallerim, eksikliklerim, tembelliklerim, yapmadıklarım ve daha iyi yapabileceklerim aklıma geliyor. Ama yaşadıklarımdan, tecrübe ettiklerimden şikayetçi değilim. İyi ki doğdum ve iyi ki bu yaşadıklarımı yaşadım. Daha ağır şeyler yaşasaydım, işkenceye maruz kalsaydım, hapislerde yıllarımı geçirseydim bunları söyleyebilir miydim emin değilim.
Fakat kendi yaşam muhasebemi yaptığımda, topluma, insanıma, ülkeme, çevreme taammüden zarar vermediğimi, kendimi ve ailemi utandıracak şeyler yapmadığımı, aksine eksik gedik de olsa iyi şeyler yapmaya çabaladığımı düşünüyorum. Bu nedenle de “İyi ki doğdum ve iyi ki bunları yaşadım!” diyorum.
Dualarınızla Allah ömrümün geri kalanını daha bereketli, verimli ve hayırlı eylesin. Amin.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***