Erdal GEZİK
İstanbul’un alışveriş merkezlerinde İranlılarla karşılaşmanın sıradan olmayan bir yanı var. Daha da ötesi; gömlek, pantolon ve tişört almak için heyecanla buralara kadar gelmelerinde hüzünlü bir yan bile var. Naif bir beklenti de olsa, insan bazen Farsça’nın kulakta bıraktığı tınılarında İran’ın üretken tarihinden yüzler bulmaya kendisini kaptırır. Hayal kırıklığından başka bir şey sizi beklemez.
En son onları bu yoğunlukta buralarda ne zaman görmüştük? Tam koca bir beş yüzyıl önce; Osmanlı-Safavi çatışmasının arifesinde. Ne kadar uzun bir zaman! Oysa İran bu tarihe kadar Anadolu üzerinde ardı arkası kesilmeyen düşünsel ve dinsel bir etkiye sahipti: Zerdüştiler, Majusiler, Mithracılar, Maniciler, Mazdakçılar, Hürremitler, İsmaililer, Hurufiler, Horasanlılar ve en son Safaviler. Ve sayılamayacak kadar çok İran menşeli alim ve mutasavvıf, Anadolu’nun içlerine kadar tesir etti. Sonra, 1514 yılında yapılan savaşla Orta Doğu ikiye bölündü ve iki yakasında uzun sürecek düşünsel fakirlik böylece başlamış oldu.
Aradan geçen beş yüzyıl sonra, alışveriş için gelen İranlıların tersine, Anadolu’dan İran’a ürkekçe de olsa yeniden gidip-gelmeler de başladı. Yanlış anlaşılmasın; Anadolu’dan İran’a gidenler alışveriş için değil, İran’da bizden ne kaldı sorusuna cevap bulmak için yollardalar. Gerçekten, İran’da ‘bize ait’ hala bir şeyler var mı?
Bu soruyu, Daryush Shayegan’ın Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni kitabını okurken sormak zorunda kaldım. Kitap bu soruyla doğrudan değil, tersten meşgul olduğu için. İran – ve belki bir yerde İslam – toplumunun içinde bulunduğu ruh halini ve açmazlarını anlamak istiyorsanız, Shayegan’ın çalışması yardımcı olabilir. Kitapta yapılan birçok saptama belki biraz acımasız, biraz fazla akılcı ve biraz da karamsar gelebilir. Yine de bu önemli meseleyi tartışabilmek için bu yaklaşımın gerekliliğini kabul etmek gerekir.
Soru şudur: 1979 yılında Tahran sokaklarında toplumun öncüsü olduğunu iddia eden kişiler gerçekte hangi tarihte ve dünyada yaşamaktaydılar? Ürettikleri çözümlerle yaşadıkları zamanın mı yoksa hayallerindeki geçmişin mi sorunlarına cevap vermekteydiler?
Shayegan’a göre bu soruyu cevaplamak için Orta-Doğu’nun 16. yüzyıldan itibaren Batı dünyası karşısında içine düştüğü durumu ve 1800’lerden başlayarak modern dünyanın karşısında her düzeyde yenilgisini anlamak gerekmektedir. Bu yenilgiyi bertaraf etmek için farklı yollar denenmiş olması Doğulu insan için bir çözüm üretememiştir. Hangi cenahtan olursa olsun, akılcılığın tutarlı bir kabulu yerine her zaman ‘yamama’ yöntemi ağır basmıştır.
Sonuçta da yapılan tahliller ve uygulamalar, her düzeyde çarpıklıklar bütününü temsil eden bir yönetici, düşünür, sanatçı ve esnaf sınıfı ortaya çıkarmıştır. Çarpıklıkların boyutu o kadar derindir ki ‘yamama’ yöntemi ile halledilecek bir mesele değildir. Daha da ötesi, İran’ın temsilcileri gerçeği kavrama yeteneğini kaybetmişler, onunla şizofreni bir ilişki içindedirler artık.
Tabi ki insan sormadan geçemiyor: Eğer toplumun her kesimi bu kadar şizofren bir ruh haline sahipse, yazarımızın bundan muaf olma şansı var mıdır?
Nizamü’l-Mülk, 11. yüzyılda devletin düşmanlarını sıralarken Batınileri hedef gösteriyordu. Onların kurucu atası olarak Mazdek’i tarif ederken, onu dünyaya ‘tanrıtanımaz’ düşünceleri getiren ilk kişi olarak takdim ediyordu. Mazdek lanetliydi ve laneti onun gibi adalet ve eşitlik isteyen ve onu sonraki yüzyıllar takip eden gruplar üzerinde de sürdü. Nizamü’l-Mülk kendisinden beş yüz yıl önce yaşamış Mazdek’i ihbar etme ihtiyacı duymuştu; kendi efendileri ve sonra gelecek efendiler için.
İşte lanetlilerin bol olduğu bu ülkede sonunda geleneksel İran toplumuyla en fazla bağları olan ve milli olduğunu iddia eden Şii ulema iktidarı ele geçirdi. Shayegan bu tecrübenin de diğerlerinden farklı olmadığını söylüyor.
Ona göre İslamileşme toplumun hayal dünyasında var olan bütün çarpıklıkların güncelleştirilmesinden başka bir şey değildir: ‘Batının karşısına dikileyim derken kendisi Batılılaşmakta; dünyayı manevileştireyim derken kendisi kutsallıktan uzaklaşmakta; ve tarihi reddedeyim derken bütünüyle tarihe gömülmektedir.‘ (87)
Bu yüzden, ulemanın çıkmazları ve ürettiği ‘yamamalar’ İran toplumu için vahim olmuştur: ‘Tam da bu ‘modern’ ve totaliter taraf, çirkinliği başlı başına bir kategoriye dönüştürmektedir, öyle ki çirkinlik bu rejimde neredeyse ontolojik bir asalet kazanmaktadır.‘ (103)
Ne kadar acı; Orta Doğu’ya her düzeyde en fazla anlam ve değer katan bir ülkenin temsilcisi olduklarını iddia eden bir zümrenin sonunda geldiği yerin ‘çirkin’ olarak nitelendirildiğini okumak.
Ne garip ki İran her zaman zıtlıkları en üst bilinçle yaşayan Orta Doğu ülkesi oldu. Muhtemelen bundan dolayı dönüşümleri de şiddetle kendi bağrında üretti. Bunun da geçmişini epey uzaklarda aramak gerekir. Bir zamanlar İrani halklar Zurvan adında bir Tanrının varlığına inanırlardı. Madem her şey zaman içinde yaratılıyordu, öyleyse Zaman (Zurvan) tanrının kendisi olmalıydı. Fakat Zurvan sonsuz evren içinde yalnızdı; yalnızlığına son vermek için kurban adamaya başladı. Rahimde iyiliğin oluştuğundan haberi yoktu. İçine şüphe düştü; şüphe kötülüğü doğurdu. Böylece iyilik ve kötülük, karanlık ve aydınlık ikiz kardeş oldular.
Sorun kolay çözülecek cinsten değildi. Kim bilir belki bu yüzden yalnız Orta Doğu’nun bu kültür coğrafyasında Nizam-ül Mülk ile Hasan Sabbah’ı, Gazali ile Şuhraverdi’yi, Tusi ile Hayyam’ı aynı karede görmekteyiz. Karanlık ve aydınlığı kimin temsil ettiğini ayırt etmek her zaman kolay olmayabilir. Hele de, dışardan bakıldığında bu durum daha da anlaşılmaz bir hal alabilir.
Acaba bundan dolayı mı, İran, Anadolu’da gerçek haliyle değil, bir yanılsamalar dizisi olarak hala vardır? Mevlana anlatıla anlatıla bitirilemezken, yaşadığı şehir Konya’da Mevlana’nın İranî ruhuna dair bir şey bulmak için bir hayli çaba sarf etmeniz gerekir.
Aleviler Şah İsmail’i anarken, onun kurduğu Safavi Devleti’nin, Shayegan’ın tarif ettiği ‘çirkin’ İran’ın temelini oluşturduğunu görmek istemezler. Belki de bilmezler. Osmanlı ve Cumhuriyet, İran karşısında her zaman Sunni İslam’ı temsil ederken, o Sunniliğin içeriğini belirleyenlerin bir çoğunun İran kökenli alimlerin olduğunu unuturlar. Tıpkı İdris-i Bitlisi gibi; siyaset onu sadık bir Osmanlı olarak tanıtırken, gerçek İdris-i Bitlisi İran’a olan özlemiyle yaşadı. Yanılsamaların en ilginci ise, 1990’lı yıllarda sokaklarda atılan slogan oldu: ‘Türkiye, İran olmayacak’.
Türkiye hiçbir zaman İran olmadı; olma ihtimali de yoktu.
Öyleyse, yeniden başa dönelim. Gerçekten, İran’da beş yüzyıllık Şiileşme ve iki yüzyıllık ‘yamama’ geleneğinden sonra ‘bize ait’ bir şeyler kaldı mı? Shayegan’ın tespitlerini esas alırsak çok fazla şey bulma şansımız yok. Büyük çoğunluğun ülkelerini terk etmek için hayaller kurduğu bir ülkede geçmişi, üstelik beş yüzyıl ve öncesini, konuşacak vakit de kalmamıştır.
İranlılar tıpkı Attar’ın kuşları gibidirler. Tıpkı onlar gibi İran’ın zahmetli yolculuğunu yarıda bırakmaları için bin bir haklı nedene sahiptirler. Onlar içinde en ilginci ise 10’uncu kuştur. Kendisini güçsüz ve kanatsız olarak tarif eden bu kuş için, hiçbir zaman erişemeyeceği Simurg’a dair ümit taşımak da anlamsızdır. ‘Madem öyle, kuyu içinde kendi Yusuf’umu arayayım’ der 10’uncu kuş.
10’uncu kuş aynı zamanda umudun sembolüdür.
Daryush Shayegan’ın kitabı da bizleri ne kadar karamsar kılsa da, en azından, başlangıçtaki sorumuzu yanlış sorduğumuzu da öğretmiş bulunmaktadır. Soru şöyle sorulmalıydı: 2024 yılında İstanbul, Ankara veya Diyarbakır’da İran’da ‘bize ait’ bir şeyler bulmak için yolculuk planları yapan kişiler gerçekte hangi tarihte ve dünyada yaşarlar?
Bu, çok mu çok yerinde bir soru oldu.
Erdal Gezik kimdir?
Dersim-Ovacık kökenli olup 1980’den beri Hollanda’da ikamet etmektedir. Tarih ve ekonomi eğitimi sonrası sözlü tarih, Alevilik ve Kürdoloji alanlarında birçok çalışması yayımlandı; yayınlarının ana kaynağını Dersim bölgesinde yapılan alan derlemeleri oluşturdu.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***