“Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın “benden başka herkes aldanıyor” demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
Daniel DeFoe
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Hep böyle oluyor sevgili dostlar. Gündelik siyasetin dışına çıkmak, hele hele bu zehirli çağda bambaşka tanıdığımız insanların nasıl savrulduklarını görüp kendimi harap etmek yerine başka bir mevzuya odaklanma planı yapıyoruz.
Ne gibi?
Avrupa Şampiyonası finalleri gibi.
Ne gibi?
Ağız tadıyla bir bayram yazısı yazmak gibi.
Dünya Kupası finallerinden beri neredeyse futbol maçı seyretmiyordum. Niyetim bu sefer Almanya’da tertip edilen finalleri yakından takip edip, eğlenceli, sanat odaklı turnuva ve maç analizleri kaleme almaktı.
Yine epey süreden beri her bayramın benim dimağımda bıraktığı o kekremsi tadı kelimelere dökmek gibi bir niyetim vardı mesela. Gelin görün ki, kaderin bambaşka işleyiş sistematiği var. Dücane Cündioğlu diye bir mesele gelip tam önüme düşüyor günlerdir.
Sağlık olsun ne diyelim.
Önce bir cemaziyülevvel tablosu çizeyim.
Siyasal İslamcı cenahın şöyle bir özelliği var. Neredeyse hiçbir alanda özgün ve düzgün duruş sergileyemedikleri için çok iyi taklit yeteneği geliştiriyorlar. Mesela şair taklidi yapanlar var, entelektüel taklidi yapanlar, ressam, oyuncu, akademisyen taklidi filan. Listeyi uzatmak mümkün.
Ve -maalesef- ilk samimiyet testinde o imaj vazosu kaynar sudan çıkarılıp bu havuzuna sokulmuşçasına çatır çutur tuzla buz oluyor.
Cündioğlu deneyimi bundan çok da farklı bir şey değil esasen.
Takumi Takasaki
Bilenler bilir kimseyi gömmek niyetiyle yazı yazmam ben. Öyle olsa Dücane Cündioğlu’ndan çok daha öncelikli isimler var. Özellikle de “Nevzuhur Arketipler” başlıklı yazımda işaret ettim tipolojiler.
Dücane Hoca bu yazıyı kişisel olarak algılayacaktır elbette. Ama tüm samimiyetimle söylüyorum öyle değil. Yazının ilerleyen bölümlerinde de fark edeceğiniz gibi, mevzuya bir arketip modellemesi bağlamında bile değil, belki olsa olsa sterotip perspektifiyle bakmış olacağız.
Dücane Cündioğlu’nun bireysel menkıbesine odaklandığımızda bir arayıştan ziyade, ne yapacağına karar verememiş bir İslamcı yarı-münevverin kafa karışıklığını görmek son derece net. Köşe yazılarından, söyleşi ve demeçlerinden ve dahi yazdığı kitaplardan ortaya çıkan netice tam olarak böyle maalesef.
Sosyal medyayı keşfetmesinden sonra kendisine bir alan olarak gördüğü felsefe derinleşmesi elbette takdiri hak eden bir yönelim. Ancak bunda da yine samimiyet testinden sınıfta kaldığını görmek şaşırtıcı değil. Zira siyasal İslamcı kitlenin tipik özelliklerinden biri, belki de birincisi bu maalesef. Çetrefilli, zorlu ve riskli mevzularda hemen esas kodlarına dönmeleri!
Bir dönem epey yakından takip ederdim Hocayı. Ancak özellikle sinema konusunda yaptığı boş gevezelikler beni o kadar bıktırmıştı ki, vazgeçmiştim. Ben Dücane Cündioğlu kadar sinema sanatına uzak olup, bu konuda ahkam kesen başka birini tanımadım maalesef.
Hemen bir örnek vereyim daha iyi anlaşılacaktır.
Wim Wenders’in son ve enteresan filmi “Perfect Days- Mükemmel Günler” isimli filmden bahsedeceğim size. Uluslararası En İyi Film dalında (Ki bunu En İyi Film Oscar’ı ödülünden daha çok önemserim) aday olan ve maalesef ‘The Zone Of Interest’ gibi başka muhteşem bir başyapıt ile aynı yıla denk geldiği için bu alanda Oscar alamayıp, fakat ciddi ve itibarlı 30’dan fazla festivalde övgü ve ödül alan bu film ile ilgili bir video çekti Cündioğlu.
Neden olduğunu tam olarak anlamadığım bir şekilde şimdi o videoyu gizlemiş durumda linkini bulamadım. Ancak, Perfect Days filmi hakkında atıp tutmadan önce, bırakınız film hakkında detaylı malumatı, doğru düzgün izleme bile yapmadığını üzülerek bir kez daha görünce, abonesi olduğum Dücane Cündioğlu kanalını takip listemden çıkarmıştım. İşin enteresan tarafı Cündioğlu bu videoyu “Bir film nasıl okunur?” gibi iddialı bir alt başlıkla irdelemişti.
Bin sanat eserinden bahsedecekseniz öncelikle ona muhatap olmadan önce, onu oluşturan unsurlara hakim olmanız gerekir. Bunu herhangi bir izleyici için söylemiyorum elbette. Ama o film hakkında ahkam kesecekseniz, dahası bunun bir “film okuma” olduğunu söyleyecek kadar iddialıysanız, filmin bütün bileşenlerini bilmeniz, mevzuyu ihata edecek bir malumat arka planına sahip olmanız gerekir. Bununla ilgili tafsilatlı analizi, “Film eleştirmeni ve sinema yazarı arasındaki farklar” başlıklı geniş araştırmamamda belirtmiştim, tekrar gerek yok sanırım.
Perfect Days filmine bodoslama dalmadan önce Daido Moriyama ismini en azından duymuş olmanız gerekir. Kitabının önsözünde, “Abarttığımı düşünebilirsiniz ama başka hiçbir fotoğrafçı Japonya’daki umumi tuvaletleri benim kadar kullanmamıştır.” diyen bir fotoğraf sanatçısının bir başka isim Takuma Takasaki kadar Perfect Days’deki etkilerini bilmeden ne kadar atıp tutarsınız tutun, altı boş ve çürüktür. Hirayama karakterinin inşa edildiği fiziki, ruhsal ve sosyal portreyi bilmeden yorumlamaya kalkışmak hadsizlik olmasa bile büyük bir cesaret olduğu açıktır.
Tabii şimdi “Kim bu Takuma Takasaki?” sorusu gelecektir.
Dücane Hoca için sevabına yazalım o halde.
Perfect Days, Wings of Desire ve Paris, Texas filmlerinin yönetmeni Wim Wenders ile Tokyo’da yaşayan ve aynı zamanda reklamcılık alanında kreatif yönetmen, yapımcı ve roman yazarı olan senarist Takuma Takasaki’nin ellerinde sıradan bir tuvalet girişimi filme dönüşüyor. Takasaki’nin en büyük problemi ana dili haricinde herhangi bir dil konuşamaması, bunu tercüman aracılığıyla çözerek (Ki burada da Shion Ebina isimli neredeyse feylesof çapında biri vardır) dört kısa öykü, bir anda filme dönüşüyor. Takasaki’nin kurguladığı karakter ve dünya, Wenders’in sinematografisiyle böylesi bir başyapıta dönüşebiliyor. Eh şimdi Takasaki, Moriyama, hatta Ebina’yı haritada bir yer zannederken kalkıp bu anlatıya dair yorum yapmak ne tür bir had sınırı aşmaktır, takdir sizin. Tekrar edeyim, elbette burada klasik anlamda bir sinema analizinden bahsetmiyoruz. Teşbihte hata olmasın, hani herkes Kur’an’ı okur ve kendince bir fikir çıkarır. Ancak siz eğer buradan bir hüküm çıkaracak ve bunu insanlara mal edecekseniz, bazı donanımlara sahip olmanız gerekir.
Hadi sevabına biz de biraz malumatfuruşluk yapalım.
Bir film dört katmanlı bir yapıyla okunabilir. Bu katmanlardan en yüzeyde olanı, izlemektir. Bir alt katmanda anlamak, bir altında ise, çözümlemek vardır. En derindeki katman ise yorumlamaktır. İzlemek durup temaşa etmek ise, anlamak bir üst kademeye tırmanıp ihata edici bakışı yakalamak, çözümlemek koşmak ise, yorumlamak uçmaktır.
Bu aşamaları tastamam yapmadan izlemekten yorumlamaya, yani bakmaktan uçmaya geçerseniz, çakılmanız kaderdir. Maalesef Dücane Cündioğlu’nun sinemaya dair fikirlerinde bu sakatlığı hep görmenin üzüntüsünü hissetmişimdir.
Elbette bu yazının yazılmasının tek nedeni, Cündioğlu ve sanat arasındaki sıkıntılı ilişki değil. Her İslamcı fikir insanı gibi Cündioğlu da zaman zaman popülizmin bulanık göletinde kendini ifade etmeye çalıştığını görmek mümkün. Kendince üretmeye çabaladığı aforizmalar, deyişler, tespitleri bu cümleden gördüğümü ifade etmek isterim.
Ebu Seleme meselesine bu kadar yoğunlaşılmasının sebeplerini anlayabiliyorum aslında. Ancak internetteki bir kara delik görseline bile sapıkça yürüyebilecek kadar kendinde olmayan bir müptezelliğin, salt cemaate ‘çakma’ fırsatı oluşturdu diye bu kadar baş tacı edilip, üzerinde saatlerce gevezelik edilmesini kasıtlı bulduğumu belirtmek isterim.
Evet kasıtlıdır çünkü buradan bir şey çıkmaz, çıkmayacaktır. Derdimiz birtakım soruların cevabını bulmak ise bakacağımız yer tıka basa ahlak sorunsalı içeren böylesi bir tipolojiye sımsıkı sarılmak samimi olmaz.
Bunu sadece Dücane Cündioğlu bağlamında söylemiyorum. Onun bu topa niye girdiğini az çok anlayabiliyorum. Meseleyi bir fırsat olarak görüp “Bir tekme de benden!” korosuna katılması anlaşılmaz bir şey değildir asla.
Ancak, entelektüel haysiyet diye bir şey olmalı bence!
Cündioğlu’nun Ebu Seleme meselesinden sonra giriştiği sağlı sollu saldırılarda klasik bir malumatfuruşun “Kavgada yumruk mu sayılır!” histerisine kapılması bana çok ahlaki gelmedi.
Pele vs Muhammed Ali!
Aslında bu konuda çok detaylı bir yazıyı şurada kaleme almıştım. Şimdi yeri geldiği için o yazıya müracaat edeceğim. Özetleyerek şöyle diyeyim:
General Emílio Garrastazu Medici, Brezilya’nın 1969-1974 yılları arasındaki askeri diktatörüydü, iktidarını pekiştirmek için çeşitli propaganda yöntemlerine başvurdu ve bu süreçte ünlü futbolcu Pelé’yi de kullandığı bilinir. 1970 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın zaferi, Medici rejimi tarafından ulusal gururu artırmak ve hükümetin imajını güçlendirmek amacıyla kullanılmıştı. Pelé, bu zaferin önemli bir simgesi haline getirildi ve diktatörlük tarafından propaganda posterlerinde yer aldı. Pelé, Medici ile birlikte poz verdi ve rejim tarafından zorlanarak susturulduğu, siyasi mahkumlar veya işkenceler hakkında sessiz kaldığı eleştirilerine maruz kaldı.
Pelé’nin politik duruşu ve rejimle olan ilişkisi tartışmalıydı. Bazı eski takım arkadaşları ve eleştirmenler, Pelé’yi rejime karşı sesini yükseltmemekle ve diktatörlükle iş birliği yapmakla suçladılar. Pelé, ise futbolun dışında politikaya karışmamayı tercih ettiğini ve Brezilya’nın çıkarlarına hizmet ettiğini savundu. Ne ki kimse pek yemiyordu bu sudan bahaneleri. Bunlardan biri de efsane Muhammed Ali idi. Ünlü boksör, Pele’nin şahsi ikbal uğruna kötülüğün aparatına dönüşmesinin tarihe utançla geçeceğini savunuyordu.
Pelé ise uzaktan özgürlük şarkısı söylemenin kolay olduğunu, sıkıysa bu söylemi gelip Brezilya’da söylemesini tavsiye etmişti. Ve evet herkes biliyordu ki, Pelé’nin bırakınız eleştiriyi, Medici’yi desteklememesinin bile hem kariyerini bitireceğini hem de başta Pelé olmak üzere tüm ailesinin hayatının riske gireceğini biliyordu. Bu sebeple ona hak verenler de az değildi.
Ama son tahlilde hakikat şuydu: Pelé’nin rejimle olan ilişkisi, onun kariyerinin ve kişisel yaşamının önemli bir yönünü oluşturdu.
Bugünkü Türkiye’de durum pek farklı değil.
Entelektüel haysiyetine bir dönem inandığımız, sağlam karakterli zannettiğimiz pek çok isim zalim bir rejime ruhunu satmış durumda.
Yapılan zulümlere, haksızlıklara seslerini çıkarmamakla kalmıyor, iktidarın bir aparatına dönüşüyorlar bir şekilde.
Ancak, yine de karşılaştırmalı bir okuma yaptığımızda Pelé’nin çok daha haysiyetli bir duruş sergilediğini söylemek mümkün. En azından zalimle beraber olup mazluma vurmamıştı Pelé!
Dücane Cündioğlu’nun son videolarını izlemek zorunda kalınca bu acı gerçeği görmek, ülke adına taşıdığımız minicik umutları bile sönümlerdirdi maalesef.
Düşünün, bu ahlaki olmayan davranışı için Makyavel’i bile kullanabilecek kadar savrulmuştu Cündioğlu. “Cemaat ve Makyavelizm” başlığıyla çektiği ve büyük bölümü boş lakırdıdan ibaret olan iki saatlik videoda entelektüellik iddiasında olan bir malutmatfuruşun dökülen makyajı vardı maalesef.
İzah edeyim…
Cündioğlu, “Makyavelizm cemaatlerin yazgısıdır, çünkü amacın kapsayıcılığı arttıkça (örn. kadrolaşmak yoluyla iktidarı ele geçirmeye odaklandıkça) hiçbir cemaat, tarikat ve örgüt, ister istemez, bu açmazdan kaçınamayacaktır.” şeklinde özetlenebilecek bu videosunda bolca hamaset, mebzul miktarda art niyet, geri kalan ise nefret ile tıka basa bir kötülük örneği sergiliyordu.
“Cemaat ile bugüne kadar aramızda birbirbirimize karışmamak gibi bir gizli anlaşma vardı!” nevinden kendince bir nedensellik de üreten Dücane Cündioğlu’na samimiyetle ifade etmek isterim ki, “Emin ol cemaatin seninle ilgili en ufak bir anlaşması, düşmanlığı ya da dostluğu gibi bir derdini ne duydum ne gördüm. Ancak bu modellerin cemaatin üzerinde tepinmek için bugünleri seçmesinin sebebini gayet iyi anlamaktayız. Vaktiyle, ‘Ne olur ne olmaz ekmek kapısı olabilir’ diye uzaktan uzaktan geçtiğiniz kitleye olan nefretinizi artık gizlemenin anlamı kalmamıştır!”
Hemen şunu ifade edeyim, Cündioğlu’nun videosundaki mantığı doğru kabul edersek, bütün dinler, peygamberler ve hatta Allah bile katıksız bir makyavelist olmalıydı! Doğrusu zalime yaranabilme adına bu kadar savrulma epeyce acınası bir durum, ki yazıktır, günahtır!
Hadi şimdi bakalım şu Makyavelizm neyin nesidir ve günümüz ile ilgili bir korelasyon yaptığımızda kime “cuk” diye oturacak bu gömlek? Tabii Cündioğlu gibi hakikatin yüzünü gözünü yamultmadan, etik dışı saptırmalar yapmadan izah edelim bunu.
Niccolo Machiavelli malum (1469 – 1527), İtalyan Rönesans dönemi siyasetçi, tarihçi, filozof, diplomat ve yazarıdır. Karaktersizin, haysiyetsizin tarihte görülmemiş bu örneği, modern siyaset biliminin kurucularından biri olarak kabul edilir ve özellikle siyaset teorisi ve pratikleri üzerine yazdığı eserlerle tanınır. En ünlü eseri, 1513 yılında yazdığı ve 1532’de ölümünden sonra yayımlanan “Il Principe” (Prens) adlı kitaptır.
Makyavelizm vs. Cündizm!
Makyavelizm’e gelecek olursak.
Machiavelli’nin özellikle “Prens” adlı eserinde ifade ettiği siyasi düşünce ve stratejilerin genel adına deniyor Makyavelizm. Bu durumda kitabın içeriği ve hikayesi önem kazanıyor elbette.
Önce hikayesine bakalım.
Yıl 1512… Floransa’da Medici ailesinin uzun süren iktidar mücadelesinin başarıyla tamamlandığı yıl olmuştu. Bu bankacı, zengin ve zorba aile neredeyse 50 yıldır iktidar için her türlü entrikayı meşru görüyordu. Söz gelimi 1478 Pazzi komplosu. Medici’lerden Giulionu ve Lorenzo kendilerine sahte suikast düzenleterek, en büyük rakipleri Pazzi ailesini tarihten silmişlerdi.
Medici’nin iktidarıyla beraber siyasi rakiplerin tamamını ya öldürtmüş ya da hapse veya sürgüne yollamıştı. Kısa süre sonra ülkeyi demir yumrukla yönetmeye başladı Medici’ler. Özellikle I. Cosimo de’ Medici… Her türlü baskı ve işkence onların yönetim şekli olmuştu.
Bu durumdan etkilenenlerden biri de Niccolo Machiavelli idi. Medici ailesi, Machiavelli’nin işvereni olan Floransa Cumhuriyeti’ni devirmişti ve bu durum, Machiavelli’nin işsiz kalmasına ve hatta kısa bir süre hapse atılmasına neden olmuştu. Serbest bırakıldıktan sonra, siyasi iktidara yaranmak için Medici ailesine hitap eden bir rehber yazmaya karar vermişti. İsmini “Hükümdar” koymuştu. Ancak kendisi kitabı bitirene kadar Medici Hükümdarı ölünce kitabının ismini “Prens” olarak değiştirecekti!
Bugün aradan 500 yıl geçmesine rağmen otoriter her rejimin baş tacı ettiği bir kitaptır Prens ve Makyevelizm siyasetin en önemli silahlarından biridir.
Kitap her anlamıyla siyaset ile ilgili… Daha doğrusu bir iktidar ne pahasına olursa olsun iktidarını nasıl ettirebilir sorusunun cevabı niteliğinde. En büyük rezillikleri, ahlaksızlığı, edepsizliği mübah olarak görmeyi salık veriyor. Bakınız Prens neler anlatıyor, ki bu içerik aynı zamanda Makyavelizm’in de temelini oluşturuyor:
- Amaca Ulaşmak İçin Her Yol Mubahtır:
Makyavelizm, amacın araçları meşru kıldığı anlayışını savunur. Hükümdar, devletin çıkarlarını korumak ve gücünü pekiştirmek için ahlaki kuralları çiğneyebilir.
2.Pragmatizm:
Makyavelist bir lider, gerçekçi ve pratik olmalıdır. Teoride doğru olanın yerine pratikte işe yarayanı tercih eder.
3.Güç ve İktidar:
Makyavelist düşünce, gücün korunması ve artırılması gerektiğini savunur. İktidarı elde tutmak için gerekli olan her türlü strateji ve taktik uygulanmalıdır.
4.Manipülasyon ve Aldatma:
Manipülasyon ve aldatma, Makyavelist stratejiler arasında yer alır. İnsanların zayıflıkları ve arzuları, güç elde etmek ve sürdürmek için kullanılabilir.
- Korkuyu kullanma:
Bir lider hem sevgi hem de korku uyandırabilmelidir. Ancak, korku, liderin kontrolü kaybetmemesi için daha güvenilir bir araç olarak görülür.
Daha uzatmayacağım… Şimdi elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin, tarihte bu tanıma Tayyip Erdoğan ve Siyasal İslamcı iktidarından daha çok uyan bir hükümdar ya da iktidar gördünüz mü?
Tablo bu kadar da net iken, ortaya fırlayıp mazlum ve masum olanı (Utanmadan cemaate yapılanları olumlu bulduğunu söyleyebildi bu videolarda) Makyevelizm ile suçlamak nasıl bir ahlak dışılıktır?
Aslında bu hamur çok su götürür ama burada bitirirken son olarak şunu söyleyeyim.
Eğer Niccolo Machiavelli bugün yaşasaydı ve Türkiye’de yaşasaydı emin olun İslamcı Faşist iktidarın hoşuna gidecek Youtube videoları çekerdi!
Vesselam…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***