Bu makalenin özü, temelde ırkçılaştırma görüşüne dayanan baskıcı egemen grubun, diğer etnik azınlıklara göre ayrıcalıklı konumunu meşrulaştırmada nasıl bir rol oynadığı ve oynamış olduğu sorusudur.
Her ne kadar Avrupa’da milliyetçilik ile ırkçılığı belirli coğrafi ve tarihsel bağlamlarda birbirinden ayırmak zor olmasa da, Türkiye’de milliyetçilik ile ırkçılığı birbirinden ayırmak her zaman zor olmuştur.
Irkçılaştırma, “hakim etnik grubun” nasıl temel hakikatlık algılarına dayandığını göstermeye çalışan ve bu grubun öz imajının yapısal veya toplumsal düzeyde doğrulanması olarak hizmet eden bir perspektiftir.[1] Literatürde Kemalizm, diğer etnik grupların varlığını reddetmesi ve bazı “ırkların” diğerlerinden üstün olduğunu öne sürmesi nedeniyle biyolojik temelli ırkçılık olarak kategorize edilmektedir.
Yeni ırkçılığın temel noktası ise, ki buna halen uygulanan devlet politikası da diyebiliriz, bir yandan Türk olmayan grupları egemen çoğunluktan farklı olarak tanımlama gücünü elinde tutmak, bir yandan da kendini beğenmiş, sorgusuz sualsiz kabul edilen ve dolayısıyla görünmez hale getirilen bir “biz imajı” yaratmaktır. Irkçılaştırma bu nedenle biyolojik olarak koşullanmış ırkçılığa göre çok daha az dikkat çekicidir, çünkü çoğunlukla dile getirilmez ve toplum üyelerinin doğal bir sınıflandırması olarak görünür.
Irkçılaştırma perspektifinin anlaşılması açısından hayati önem taşıyan nokta, çoğunluğun (baskın egemen grubun) değer tabanını paylaşmayan azınlık gruplarını hedef almaktır. Egemen çoğunluğun uygulama biçimlerinin, etnik çizgiler boyunca kalıcı bir yabancılığın korunmasına katkıda bulunmasını amaçlamaktadır.
Irkçılaştırma, egemen çoğunluk tarafından doğal olarak algılanan, ancak gerçekte azınlık nüfusunun topluma dahil edilmesi ve katılımı önünde aşılmaz engeller yaratan günlük uygulamalar gibi. Tıpkı Kürtlerin seçilmiş temsilcilerine mecliste Kürtçe konuşma yasağı, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atanması ya da Kürtlerin yapacağı siyasi ve kültürel etkinliklerin engellenmesi buna birer örnektir.
AYRIMCILIK KAVRAMI IRKÇILIĞIN YERİNİ ALABİLİR Mİ?
Irkçılık kavramının Türk kamuoyunda kullanılmasının yaratacağı ahlaki öfke nedeniyle pek çok kişi, ayrımcılıktan bahsederek sorunun tamamını ortadan kaldırmayı tercih ediyor.
Ayrımcılık, sosyal ve politik bir olgudur; bu, bir kişinin veya bir azınlık grubunun, politika, yasa veya eylemdeki ayrımcılık nedeniyle insan haklarından veya diğer yasal haklarından hakim grup üyeleriyle eşit şekilde yararlanamaması anlamına gelir. Çünkü Kürt temsilciler Türkiye Cumhuriyeti’nin adaleti eşitsiz uyguladığı konusunda ısrarcı; Türkler için bir yasal koruma, Kürtler için başka bir yasal uygulama. Belki de Kobanê cezaları bu uygulamaya uyuyor.
Kürtler açısından ayrımcılık, etnik kökene dayalı adil olmayan farklı muamele olarak anlaşılmaktadır, çünkü kendilerini özdeşleştirdikleri tüm etnik, kültürel ve tarihi özellikler ya yasaklanmış ya da geliştirilmesi engelleniyor. Ayrımcılığın en önemli nedeni tam da budur, yani ayrımcılık yapanların güdüsü. Bir başka ifadeyle ayrımcılığın en önemli sebebi, yasakçı eylemleri gerçekleştirenlerin saiklerinde yatmaktadır.Türk devleti ile Kürtler arasındaki tartışmanın ana eksenini bu oluşturuyor. Çoğu Kürt de, etnik mensubiyet veya kimlik temelinde ayrımcılığa maruz kaldıklarına inanıyor.
Ayrımcılığın dört unsuru vardır: Birincisi, bir bireye veya gruba, kıyaslandığı kişilerden farklı muamele edilmesidir. İkincisi, bu ayrımcılığın birey ya da grup açısından dezavantajlı olmasıdır. Üçüncüsü, ayrımcılığın – veya bunun sonuçlarının – ayrımcılık karşıtı mevzuatla korunmamasıdır. Dördüncüsü, sonucun kasıtlı olup olmadığına veya kasıtsız bir eylemin etkisine bakılmaksızın, farklı muameleyi meşrulaştırmanın mümkün olmadığıdır. Bu unsurların dördü de dikkate alındığında, Kürtlere Türklerden farklı davranılan bir grup haline geliyor. İkinci olarak bu ayrımcılığın birey veya grup açısından dezavantajlı olduğu açıktır.
BAZILARI NEDEN DİĞERLERDEN DAHA ÖNEMLİDİR?
Herkese eşit muamele etmeyi, insan haklarının daha güvenli bir şekilde korunmasını amaçladığı iddia edilen yasaların azınlık gruplara yönelik olarak tam tersi şekilde uygulanması siyasi bir paradoks değil mi? Kobanê Davası’nda Kürt siyasetçilere verilen ağır cezalar da bu iddiayı destekliyor. Kürtlerin büyük bir kısmı siyasetçilerin etnik kökene dayalı olarak haksız bir ayrımcılığa uğradığını düşünüyor. Uygulamada herkes için aynı olması gereken kurumsal düzenlemeler, belirli gruplara mensup kişilere karşı sistematik ayrımcılığa yol açmaktadır.
Bu, İsrail’deki veya bölgedeki diğer ülkelerdeki ayrımcılığa dikkat çekmemizi zorlaştıracak. Çoğunluk ideolojisi, Türk olmayan azınlıkların korunmasız kalmasına katkıda bulunan bir konuma sahiptir.
Olayın aynı zamanda psikolojik etkisi de var. Kobanê Davası’nda beraat eden bir siyasetçi bana şunları anlattı: “Kürtlerin liderlerini yargıladığınızda ve onları yargıladığınız gerekçeler uymadığında, sanırım diğer toplumların da onlara karşı belli bir bakış açısına sahip olduğunu hissedecektir. Hükümlülerin diğerleri kadar iyi olmadıkları ve diğerleri kadar normal olmadıkları düşüncesi hakim kılınır. Yani onlar belki Türkler kadar onurlu değiller. Öyle bir şey yaratacağını düşünüyorum ki, belki de Kürtler ile Türkler arasındaki ilişkiyi bozabilir.”
Türkiye’deki tartışmalarda yer almayan bir argüman, gündelik yaşamdaki etnik farklılıkların önemsizleştirilmesiyle ilgili. Siyasette, iletişimde, kültürel faaliyetlerde ve diğer sosyal ilişkilerde etnik farklılıkların önemsiz olduğu konusunda ısrar etmek. Çünkü tartışmalar çoğunlukla azınlıklara milliyetçi Türk bakış açısıyla bakıyor. Onlara göre azınlıkların talepleri toplumsal bir sorun teşkil etmiyor.
Bu tarz bir yaklaşım, Müslüman ülkelerde yaygın olan erkek-kadın ilişkisini anımsatıyor: Kadın kendine kocasının gözü ile bakmalı. Başka bir ifadeyle, erkek kadına hep şu mesajı vermek istiyor: Ben seni nasıl anlamak istiyorsam sen de kendini öyle anlamalısın.
Egemen grubun azınlıklara yönelik talepleri de şu şekilde: Bizim sizi anlamak istediğimiz gibi siz de kendinizi anlayın. İşte dünyanın her yerinde kınanan asimilasyonun mantığı budur. Türkiye asimilasyon konusunda ikircikli davranmaktadır. Türkiye, uluslararası alanda asimilasyonu kınıyor ve Almanya, Çin, Yunanistan ve diğer bazı ülkeleri suçlayarak bu ülkelerin Türk azınlıkları asimilasyona maruz bıraktığını iddia ediyor, ancak aynı devlet Kürtleri dünyadaki en katı asimilasyon uygulamalarına maruz bıraktığını reddediyor. Bu mirası Mustafa Kemal’den devraldıklarının altını da çizmek gerekir.
KOBANÊ CEZALARI, EGEMEN GRUBUN AZINLIĞA UYGULADIĞI AYRIMCILIĞIN BİR ÖRNEĞİDİR
Ayrımcılık biçimlerinin anlaşılması kolaydır çünkü bunlar ceza infaz kurumunun uyguladığı haksız ayrımcılığın ifadesidir, dolayısıyla sistemsel ayrımcılık hakim grubun kendi norm yapısına dayanmaktadır ve hakim grup tarafından doğal olarak algılanmaktadır.
Etnik ayrım çizgilerinin dışlanması yapısal düzeyde meydana geldiğinde ayrımcılık kavramı birlikte örülür. Kobanê Davası’nda Kürt siyasetçilerin ağır cezalara çarptırılması “egemen çoğunluğun zulmüne” bir örnek değil mi?
Kürtlerin çoğu, Kobanê cezalarının etnik kökene dayalı bir boyutu olduğuna inanıyor ki bu da ayrımcılığı ifade ediyor. Sert cezalar, Mustafa Kemal döneminden bu yana aktif baskının devam ettiğini kanıtlıyor. Bu aynı zamanda, bir azınlık grubunun, karar alıcı çoğunluk grubu tarafından kasıtlı olarak baskı altına alındığının veya zulme uğradığının da bir kanıtıdır.
Batılı yorumlar, Kürtlere yönelik cezalandırma kararını, baskın Türk çoğunluğunun aldığı kararların azınlık gruplarının çıkarlarından uzak çıkarları desteklediği ve despotizmdeki aktif baskıyı andırdığı Türk siyasetinin tipik bir örneği olarak değerlendirdi. Dolayısıyla, demokratik bir sistemde siyasi, etnik, görüş veya yaşam tarzına sahip bir azınlık grubu, karar alıcı bir çoğunluk grubu tarafından kasıtlı olarak baskı altına alınabilir veya zulme maruz kalabilir.
Bu tartışma aynı zamanda demokratik sistemin zayıflığına da işaret ediyor. Demokraside insanlar, işleyen bir demokratik sistemin “doğru” kararlara yol açacağına inanmayı öğrenirler. Bir kararın “doğru” olup olmadığını ve neye dayanarak karar verilmesi gerektiğini belirleyen şey nedir? Bir karar elbette hakikate dayanmalıdır. Ama her zaman şu hakikat problemini yaşadık. Mustafa Kemal’in aydınlanma kisvesi altında salt etnik Türk milliyetçiliğine dayalı, merkezi ve yapay bir kimlik inşa etmesiyle hakikatları mezara gömdü, çünkü Cumhuriyetin ilkeleri toplumun kendisini hakikatlar üzerine yeniden tanımlanmasını içermiyordu. Ve bugüne kadar onun halefleri bu hakikatsizlik çizgisini takip ettiler.
Büyük siyaset felsefecisi Alexis de Tocqueville, demokrasinin “çoğunluğun zorbalığı” olarak adlandırdığı bir duruma dönüşmesinin tehlikesini vurguladı. Aynı de Tocqueville, kısmen buna karşı çıkmanın çok zor olması nedeniyle, böyle bir zorbalığın diğer zorbalıklardan çok daha tehlikeli olduğuna inanıyordu. Belki de bu konuda haklıydı.
Kürtler cumhuriyetin kuruluşundan bu yana dramatik ve acı bir zulüme maruz kaldılar.1923’ten bu yana Kürt siyasetçiler, Türklerle eşit şartlarda özgürlük ve eşit haklar talep ettikleri için ağır cezalara çarptırıldılar. Bunun için terörist olmakla veya benzeri akla gelebilecek en kötü özelliklerle itham edildiler. Her halükarda, suçun ciddiyeti, zorlayıcı baskının yaygın şekilde kullanılmasını pek haklı gösteremez. Çünkü bu görüş iki dünya savaşı arası dönemin egemen ırkçı ideolojisine aittir. Ve geçerliliği Kürtler tarafından hiçbir zaman meşru görülmemiştir. Kürtler suçlandıkları konuda masumdurlar. Bu bağlamda ayrımcılığı inceleyen herkes, ünlü Norveçli şair Arnulf Øverland’ın 1930’larda yazdığı şiirini gözden kaçırmaz:
“Seni etkilemeyen adaletsizliğe bu kadar yürekten katlanmamalısın”![2]
ÜSTTENCİ BAKIŞ
Türklerin çoğu Kürt sorununun varlığının farkında. Ancak olumsuz tarafı, sistemik ayrımcılığa bir çözüm getirilmesinin tartışılmasına uyumlu değiller. Sistematik ayrımcılığa odaklanmak, egemen grubun kendi norm yapısında, çoğu insanın doğal karşıladığı ve egemen grup üyeleri tarafından doğal olarak algılanan kurallara ve uygulama biçimlerine doğru bir değişiklik yapılmasını gerektirir. Kürtler ve diğer azınlıklar sıklıkla, baskın egemen grup tarafından karakterize edilen “Burası Türkiye cumhuriyeti”, “Türkiye türklerindir”, “biz burada bunu böyle yapıyoruz” türünden üsttenci anlayışlarla karşı karşıya kalıyor. Egemen/baskın grubun pervasız davranışları, muhalefetle karşılaşmalarının önemli bir nedeni değil mi?
Yukarıda değindiğim Kürtlere dayatılan zoraki asimilasyon üsttenci bakış açısına dayanır. Kürtler arasında hakim olan izlenim, Türklerle tanışmanın onların üstünlüğü, her şeyi biliyormuş gibi davranmaları ve hiçbir zaman onların seviyesine çıkamayacağı yönündedir. Hayranları ve kurbanlarıyla çevrili oldukları için herkesten daha iyi olduklarını düşünüyorlar.
Alçakgönüllülük bu insanların sahip olduğu bir nitelik değildir. Kendilerini diğerlerinden üstün kılacak her şeyden daima gururlu ve üstün davranırlar.
İnsan başkalarına boyun eğdirme duygusuyla gurur duyabilir mi? Bu düşünce ve duygu maalesef Türkiye’deki milliyetçi siyasetçiler arasında yaygındır. Başta Devlet Bahçeli olmak üzere pek çok milliyetçi siyasetçi, Kobanê cezalarından derin memnuniyet duyduğunu ifade ettiler.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra uzun dönemler boyunca bazı kültürlerin diğerlerinden daha iyi olduğu düşüncesi hakim kılındı. Örneğin Türk kültürünün ve dilinin diğerlerinden üstün olduğu düşüncesi.
Bu da iki hakikat algısı yarattı: (1) Kürtler, Türklerin elde ettiği eşit haklar için mücadele etti, ediyorlar, (2) Türkler Kürtleri eşit haklardan mahrum bıraktı ve neredeyse tüm kaynaklarını ayrıcalıklarını ve üstünlüklerini korumak için kullandılar, kullanıyor.
Birçokları için birden fazla etnik kültürden oluşan bir ulus hayal etmek tuhaf görünebilir; ama çoğunluğun içinde yaşadıkları ve kendi aralarında değiştirmek istedikleri devletin tanıdığı sahte bir ideolojiyle birbirine bağlı olduğu, yalnızca milliyetçilerden oluşan bir ulus hayal etmek de çok daha tuhaf değil mi? Milliyetçilerin Mustafa Kemal’den devraldıkları tezler sahtedir, çünkü Kemalizm, farklı etnik grupların homojen Türk ulus projesi içinde birbirleriyle uyum içinde olacağını iddia eder. Bu kültürel karışımlar, kaçınılmaz olarak çatışmalara ve kanlı düşmanlıklara yol açmıştır.
* Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü. ‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabının yazarı.
KAYNAKÇA
[1] Ronald Craig: Systemic Discrimination in Employment and the Promotion of Ethnic Equality. Leiden/Boston: Martinus Nijhoff Publishers, 2007.
[2] Arnulf Øverland. «Du må ikke sove», 1937.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***