Joshua Lew McDERMOTT
Çeviren: Yener ÇIRACI
Tarihin her döneminde, bir toplumun yeniden üretimi için gerekli malları üreten emekçi sınıflar ve emekçi sınıflar tarafından üretilen mallara el koyan egemen sınıflar olmuştur. Kapitalist çağda, egemen sınıf kapitalist sınıftır, yani toplumun mülklerinin ve işletmelerinin sahipleridir. Emekçi sınıf ise işçi sınıfıdır, yani üretim araçlarından koparılan ve bu nedenle hayatta kalmak için emeklerini satmak zorunda olanlardır.
İşçi/kapitalist ilişkisinin özünde sömürüye dayalı olduğunu kabul etmek ve bu merkezi sınıf ayrımının üstesinden gelmek tüm sosyalist projelerin merkezinde yer alır. Yine de işçi sınıfı/egemen sınıf ayrımı sonsuz derecede karmaşıktır; her zaman jeopolitik, emperyalist, etnik, ırksal, cinsiyete dayalı ve sınıf içi eşitsizliklerle birlikte yinelenir.
Her zaman emek rejimlerindeki, istihdam ilişkilerindeki ve işçi sınıfı arasındaki toplumsal yeniden üretimdeki dinamik değişimlerle tanımlanır. Bununla birlikte, kapitalist toplumun kökeninde temel bir sınıfsal bölünmenin var olduğuna dair temel kavramsal içgörünün, tüm sosyalistlerin belirleyici içgörüsü ve turnusol testi olmaya devam ettiği iddia edilebilir.
O halde sosyalist düşüncenin temel görevi her zaman, temel kapitalist sınıf ayrımının herhangi bir zaman ve mekânda ortaya çıktığı ve yeniden üretildiği özgül tarihsel ve toplumsal koşulları tanımlamak ve kavramsallaştırmak olmuştur. Sosyalist düşünce, eğer etkili olacaksa, kapitalist toplumun fiilen var olan koşullarına ilişkin ampirik, gelişen kavrayışlara dayanmalıdır. Sosyalist eylemlerin temel görevi her zaman, yeni, sınıfsız bir toplum yaratmada işçi sınıfını etkin bir şekilde örgütlemek için bu kavrayışlara göre hareket etmektir.
Ancak sosyalist düşünce, tüm düşünce sistemleri gibi, durgunluk, dogma, ampirik hata, çarpıtma ve önyargıdan muaf değildir. 21. yüzyılda sosyalist düşüncenin başlıca iki çarpık miti şunlardır: Birincisi, sınıf mücadelesinde yapısal öneme sahip (geleneksel olarak düşünülen) alanlarda çalışan formel işçilere ayrıcalık tanınması (yani, sanayileşmiş proletarya miti) ve ikincisi, formel ücretli emeğin kapitalist toplumlarda işçi sınıfı tarafından üstlenilen normal emek biçimi olduğu varsayımı (yani, formel proletarya miti).
Her iki mit de Küresel Güney’de ve dünya genelinde işçi sınıfının en yoksul kesimleri arasında kapitalizm gerçekçiliğin silinmesini gerektirmektedir; ayrıca kimin işçi olup kimin olmadığına dair sömürgeci, cinsiyetçi ve ırksal kavramları ima eder.
Gerçekten de birçok sosyalist düşünür ve eylemci için ‘işçi sınıfı’ kavramları inatla modası geçmiş ve klasik sanayi kapitalizmi döneminden kaynaklanan analizlere bağlı kalmıştır. Bu anlayışlar, bilinçsizce de olsa, Avrupa ve Kuzey merkezlidir. Gerçekte, bugün ve kapitalist tarih boyunca dünya işçilerinin çoğunluğu kayıt dışı işlerde çalışmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyadaki işçilerin %60’ı kayıt dışıdır ve kayıt dışı çalışanlar küresel GSYİH’nin üçte birini üretmektedir.[1]
Kayıt dışı emek, kapitalist üretim tarzının bir parçası olarak, bir devlet aktörü tarafından zorunlu ve/veya kodlanmış düzenlemeler/korumalar olmaksızın üstlenilen gelir getirici emek olarak tanımlanabilir. Kayıt dışı çalışanlar asgari ücret, işyeri güvenliği veya sosyal refah açısından devlete herhangi bir başvuruda bulunamazlar. Kayıt dışı çalışanların yoksullaşma ve kötü muamele görme olasılıkları kayıtlı çalışan meslektaşlarına göre daha yüksektir.[2]
Gerçekten de bugün ve tarih boyunca kapitalizmde işçi sınıfıyla ilgili belki de en büyük yanlış anlama, genellikle ağır sanayilerde düzenli, düzenlenmiş (yani kayıtlı) ücretli çalışmanın, istihdam ilişkisinin normal, olağan biçimi ve kapitalizm altında işçi sınıfı tarafından üstlenilen emeğin tanımlayıcı biçimi olduğu varsayımıdır.
Genellikle aşağılayıcı bir terim olan “lümpen”in yanlış kullanımı ve sayısız tanımından, ‘prekarya’, ‘yedek emek ordusu’ ya da ‘artık insanlık’ gibi kavramların analitik açıdan tembel ve çoğu zaman tarih dışı uygulamalarına kadar, solcular arasında, kayıtlı işlerde çalışanları işçi sınıfı, kayıt dışı ekonomide hayatta kalanları ise sınıf dışı ‘madun’; lümpen nüfuslar ya da en azından işçi sınıfının marjinal ya da güçsüz alt kümeleri olarak tanımlayan inatçı bir varsayım vardır.
SANAYİLEŞMİŞ PROLETARYA MİTİ
Pek çok Marksist ve sosyalistin işçi sınıfı gücünü öncelikle belirli endüstriyel (yani fabrika işi) ve lojistik (yani kamyoncular, liman işçileri, vb.) endüstrilerle ilişkilendirdiği neredeyse bir gerçek haline gelmiştir. 1980’lerden bu yana ABD ve Birleşik Krallık’taki Marksist akademisyenler arasında analitik Marksizmin yükselişiyle bu fikir daha da pekişmiştir.[3] Dahası, sosyalist harekette, ister gizli ister açık olsun, sanayi emeğini kapitalist toplumdaki emeğin tanımlayıcı biçimi ve dolayısıyla sanayi işçilerini mükemmel işçi sınıfı olarak kabul etme eğilimi devam etmektedir.
Tarihsel olarak, Küresel Doğu ve Güney’de bu varsayımlara karşı çıkılmıştır. Lenin’den Kara Panterlere, Che Guevara ve Amilcar Cabral’a kadar, emek/sermaye ilişkilerinin doğasının statik olduğu ya da Marx’ın 19. yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselişi sırasında Batı Avrupa’ya ilişkin analizlerinin evrensel olarak uygulanabilir olduğu fikrine meydan okunmuştur. Bu meydan okumalar, tarih boyunca gerçekte var olan sosyalist projelerin başarısı için temel teşkil etmiştir.
ABD’de de son birkaç on yıldır bu varsayımlara meydan okuyan pek çok akademik çalışma ve aktivizm ortaya çıkmıştır. Örneğin, ABD’deki modern işçi hareketi, özellikle de en radikal unsurları, büyük ölçüde kamu ve hizmet sektörlerinde çalışan, çoğu kadın ve yine çoğu Siyah ya da Latin kökenli olan ve geleneksel olarak çok az yapısal güce sahip oldukları ya da ‘üretken olmayan’ işçiler (hatta en dogmatik ortodoks Marksist terimlerle lümpenproletarya) oldukları kabul edilen işçiler tarafından yönlendirilmektedir.
Yine de sermayeye karşı mücadelede endüstriyel ve formel işçilerin ayrıcalıklı kılınmasına yönelik pratik, ampirik ve teorik meydan okumaların büyüyen mirasına rağmen, çağdaş Marksist düşüncenin bazı kesimleri dünyamızın değiştiğini ve sürekli değişmekte olduğunu kabul etmekte yavaş kalmıştır. Marksistler, bugün ne yapılması gerektiğini anlamak için, 21. yüzyılda kapitalizmin kendine özgü dinamiklerini ve sermaye birikiminin karmaşık ve çeşitli bölgelerdeki özgüllüğünü yeniden değerlendirme ihtiyacını her zamankinden daha fazla kabul etmelidir.
1970’lerden bu yana küresel emek arbitrajının yükselişi ve buna bağlı olarak küresel Kuzey’de sanayisizleşme ve işçi hareketinin zayıflamasının klasik sosyalist teori ve praksis için varoluşsal bir krizden başka bir şey olmadığını iddia etmek yersiz değildir. Sosyalist devrim için tek umut yapısal olarak güçlü bir sanayi sınıfında yatıyorsa, günümüzün geç neoliberal döneminde sanayisizleşme ve sanayi sonrası hizmet ekonomilerine geçişin ardından geriye hangi umut kalır? Dahası, Küresel Güney’de, özellikle Afrika’da, sanayi sektöründe hiç çalışmamış yüz milyonlarca işçi ne olacak? Sosyalizm mücadelesiyle, belki de sadece var olarak küresel ücretleri belli belirsiz düşürmenin ötesinde bir ilgileri yok mu?
Hem ABD’de hem de yurtdışında işçilerin çoğunluğunun endüstriyel işlerde çalışmıyor olması göz ardı edilemeyecek ampirik bir gerçekliktir. Dahası, Batı Avrupa’nın fabrikalaşmış, endüstriyel işçi sınıflarının 19. ve 20. yüzyıllarda öngörülen devrimleri gerçekleştirmedeki tarihsel başarısızlığı, özellikle Batı’da sosyalist düşünceyi uzun süredir şekillendiren sınıf bilinci ve işçilerin gücüne ilişkin kusurlu varsayımların bir başka kanıtıdır. Sınıf bilinci ve işçilerin gücünün yalnızca endüstriyel atölye tabanından kaynaklandığı fikri ampirik olarak yanlıştır.
Yine de işçi sınıfının kimlerden oluştuğu, kimlerin radikalleşebileceği ve kimlerin devrimi ateşleme gücüne sahip olduğuna dair bu varsayımlar bugün küresel sosyalist hareketin pek çok köşesinde inatçı bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Tıpkı yirminci yüzyılın büyük sosyalist düşünürlerinin köylülüğe yönelerek devrimci sınıfın doğasına ilişkin geleneksel kavramlara meydan okumaları gibi, bugünün sosyalistleri de teori ve pratiğimizin kapitalist sistemin ve işçi sınıfının bugünkü koşullarını cesurca yansıtmasına izin vermeye istekli olmalıdır.
KAYITLI PROLETARYA MİTİ
Bugün sosyalist düşüncede en zararlı ve yaygın olan diğer mit, kapitalizm altında çalışma ilişkilerinin ve işin her zaman büyük ölçüde kayıtlı ve düzenli çalışma ilişkileri ve koşulları tarafından tanımlandığı varsayımıdır. Kayıtlı proletarya miti iki yönlüdür: Birincisi, kayıt dışı çalışanların tümünün kendi hesabına çalışan küçük üreticiler ve satıcılar olduğu varsayımıdır. Durum böyle değildir. Dünyadaki tüm kalıcı tam zamanlı çalışanların %15,7’sinin kayıt dışı işçi olduğu tahmin edilmektedir. Yarı zamanlı çalışanlar, geçici çalışanlar ve yarı zamanlı geçici çalışanlar için kayıt dışılık oranı sırasıyla %44, %56,7 ve %64,4’tür.[4] Bu rakamlar bile muhtemelen düşük tahmin edilmektedir.
Bu rakamlar, dünyadaki çalışanların milyarlarcasının kayıt dışı olduğu anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle, tarihsel olarak ve bugün norm, her zaman güvencesizlik, düzensiz istihdam ve evet, kayıt dışılık koşullarında hayatta kalma mücadelesi veren bir işçi sınıfıdır. Aslında, son iki yüzyıldaki büyük emek mücadelelerinin çoğu, tam da işçilerin devlet ve işverenler tarafından kayıtlı olarak tanınmasını sağlamak ve böylece haklar ihlal edildiğinde ayakta durmak ve başvuruda bulunmak için olmuştur.
Tarım işçilerinden Siyah emek hareketine, taşeron madencilere ve çelik işçilerine kadar, kayıtlı hale gelme mücadelesi her zaman işçi sınıfını birleştirmek ve kapitalizmi yıkmak için verilen daha geniş sosyalist mücadelenin bir parçası olmuştur. Kayıt dışı çalışanları gerici lümpenlerle ya da marjinalleşmiş, güçsüz bir artık-işçi alt sınıfıyla bir tutmak, tarihsel işçi hareketinin en radikal ve etkili itici güçlerinin kendilerinin işçi olmadığını varsaymaktır!
Kayıtlı mitinin ikinci yönü, küçük üreticiler ve satıcılar (yani kendi hesabına çalışanlar) olarak kendi hesabına çalışan kayıt dışı işçilerin bir şekilde kapitalist dinamikler ve ilişkilerden yalıtılmış ve bunların dışında oldukları ve dolayısıyla küresel işçi sınıfının (önemli) üyeleri olmadıkları düşüncesidir.
Aksine, dünyanın kendi hesabına çalışan işçileri kapitalist sistemden kopuk, marjinal, değiştirme gücünden yoksun ya da dışlanmış değildir. Gerçekte, dünyanın dört bir yanındaki kendi hesabına çalışanlar kapitalist değer zincirlerine entegre olmuş durumdadır veya büyük ölçüde kapitalistler için kar üretme ya da işçi sınıfının toplumsal yeniden üretimini sağlama işlevi görürler. Örneğin sokak satıcılarının çoğu, şirketler tarafından üretilen ve güçlü toptancılar tarafından kendilerine satılan ithal malları pazarlayan satış işçileri olarak anlaşılabilir. Nihayetinde bu işçiler burjuva ve küçük burjuva üreticiler, tüccarlar için kâr elde etmektedir.
Diğer kendi hesabına çalışanlar, Küresel Güney’deki kitlelerin toplumsal yeniden üretimi için gerekli olan ucuz mal ve hizmetlerin sağlanmasında temel bir işlev görmektedir. Evlerinde ya da sokaklarda son derece küçük kar marjlarıyla yiyecek satan milyonlarca kadın ve çocuk, işçi sınıfının yeniden üretimi için, yüzyıllardır ailelerini geçindirmek için gerekli ücretsiz bakım işlerini yapan kadınlar (ve genellikle bunlar bir ve aynıdır) kadar önemlidir.
Kendi hesabına çalışan diğer işçiler ise doğrudan kaynak çıkarma endüstrisinde çalışmakta, orta ve yüksek gelirli ülkeler tarafından kaynakların ucuza çıkarılması için gerekli olan aşırı sömürülmüş işgücünü sağlamaktadır. Geleneksel anlamda bir işverenleri olmasa da bu ‘kendi hesabına çalışan’ kayıt dışı işçiler tarafından üretilen tarım ürünlerini, keresteyi, balığı, elması vb. nihai olarak satın alan aracılar ve şirketler, gerçekte hiper-sömürü yapan işverenler olarak işlev görmektedir.
KÜRESEL İŞÇİ SINIFINI VE GÜNÜMÜZDEKİ KAPASİTELERİNİ TANIMAK
Kayıt dışı çalışanların muazzam gücü belki de hiç 2010’ların dünyayı sarsan Arap Baharı devrimlerinde olduğu kadar belirgin olmamıştı. Devrimler, kayıt dışı çalışan bir işçi olan sokak satıcısı Muhammed Bouazizi’nin kendini yakmasıyla ateşlendi. Buazizi’nin ölümünün ardından bölge genelinde sokaklara dökülen milyonlarca kişinin büyük bir kısmı kayıt dışı çalışanlardan oluşuyordu.
Arap Baharı devrimleri nihayetinde başarısızlık ve gericilikle sonuçlanmış olsa da dünyadaki kayıt dışı işçilerin kitlesel gücünü göstermiş ve devrimci mücadelede işçi gücü kavramlarında sendikacılığı ve formel işçileri vurgulayanların sahip olduğu varsayımlara meydan okumuştur.
Belki de devrimlerin bu kayıt dışı işçilerin maddi koşullarının iyileştirilmesiyle sonuçlanmamasına katkıda bulunan en büyük faktör, tam da bu işçilerin sınıf çizgileri doğrultusunda örgütlenmemiş ve disipline edilmemiş olmalarıydı.
Marksistler ve sosyalist örgütler Ortadoğu’da on yıllardır sayıca ve önemce azalmışlardır; bu durum CIA, Mossad ve diğer emperyal istihbarat aygıtlarının Ortadoğu’daki seküler, Marksist solu yok etmek için yürüttükleri açık bir stratejinin sonucudur. Dolayısıyla Arap Baharı devrimlerinin başarısızlığı, kısmen emperyalizm ve liberalizmin neoliberal dönemde küresel sola karşı giriştiği saldırının bir mirasıdır.
Ancak Arap Baharı’nın başarısızlıklarında solun kendisi de suçsuz değildir -tüm dünyada Marksistler ve sosyalistler, tarihsel olarak devrimci sosyalist hareketle ilişkilendirilen kayıtlı ve endüstriyel işlerden yoksun oldukları için kayıt dışı çalışanları tanımakta, kavramsallaştırmakta ve örgütlemekte çok uzun süre başarısız oldular. Eğer bölgede ve ayaklanmaların yaşandığı ülkelerde geniş, kapsayıcı bir sosyalist örgütlenme mevcut olsaydı, devrimler kitleler için çok daha farklı sonuçlanabilirdi.
Yine, sanayileşme ve resmiyet meseleleri sadece Küresel Güney için önemli değildir. Küresel Kuzey’de sanayisizleşme, geleneksel sosyalist işçi sınıfı kavramlarına meydan okuyan bir unsurdur. Bir diğer unsur ise, Uber ve DoorDash gibi, işçileri çalışan yerine bağımsız yükleniciler olarak sınıflandıran teknoloji endüstrisi “yeniliklerinin” yükselişidir. Ancak bu yenilikler yeni olmadığı gibi, bazıları tarafından “prekarya” olarak tanımlanan yeni bir sınıfın yaratıldığını da yansıtmamaktadır.
Bunun yerine, sözleşmeli ve taşeron çalışmanın günümüzdeki yükselişi, hem Kuzey’de hem de Güney’de sermayenin işçilere ödeme yapma ve/veya işçi sınıfının toplumsal yeniden üretimini sağlama sorumluluğundan kaçmaya çalıştığı uzun kapitalizm tarihinin bir parçasıdır. İşçi sınıfının büyük bir kısmı, özellikle de en çok kötülenen kesimleri, her zaman güvencesizliği deneyimlemiştir.
Kapitalizmin anomalisi, bugün işçiler arasındaki güvencesizlik değil, Batı’da Fordist, Keynesyen Savaş Sonrası dönemde yaşanan kısa süreli istikrardır. Bazılarının adlandırdığı gibi ‘Kapitalizmin Altın Çağı’ da kapitalizmin herkesin ilerlemesi ve iyiliği için yönetilebilirliğinin bir kanıtı değildi. Bunun yerine, Savaş Sonrası yılların ekonomik patlaması, Avrupa’da yaşanan akıl almaz yıkım ve dünyanın ABD egemenliğindeki bir kapitalist hegemonya sistemine entegre edilmesi nedeniyle ortaya çıkan muazzam yatırım fırsatları sayesinde mümkün olmuştur.
Ayrıca, tıpkı klasik sömürge döneminde olduğu gibi Altın Çağ döneminde de Avrupa ve Kuzey Amerika’nın refahı gezegenin geri kalanının mahrumiyetine ve az gelişmişliğine bağlıydı: 1950’ler ve 60’larda CIA’in Latin Amerika, Asya ve Afrika’da sosyalist ve milliyetçi hareketlerin ABD sisteminden bağımsız olarak gelişme girişimlerine karşı yürüttüğü acımasız entrikalarda kendini gösteren temel bir eşitsizlik.
Dolayısıyla Keynesyen sistemin çöküşü ve Batı’daki refah devleti modeliyle ilişkili görece yüksek yaşam standartları ve düşük iç eşitsizlik, dünya genelinde kapitalist dinamiklerin normalleşmesinin doğal sonucuydu. Refah modeli bugün bizi kurtaramaz; sermaye ve emek arasındaki Fordist uzlaşmaya geri dönüş de kurtaramaz: Sermayenin gücü küresel olarak çok dağınık, çok yerleşik ve Batı demokrasilerinde bile emekle uzlaşmak için dünya çapında giderek güçsüzleşen liberal demokrasilerin baskılarından muaftır. Neo-faşizmin ve gerici popülizmin dünya genelinde yükselişi bu gerçeğin kanıtıdır.
Gelecek, işçi kitleleri için yoksullaşma, gündelik usulü çalışma ve kayıt dışılık, profesyonel yönetici sınıflar için giderek daha güvencesiz ama uyumlu bir orta sınıf yaşamı ve yönetici seçkinler için muazzam bir güç ve zenginlik olmaya devam ediyor. Reform olasılıkları her zamankinden daha fazla nafile görünüyor. Kayıt dışı çalışanları görmezden gelmek, yok saymak ya da aktif olarak aşağılamak, demokratik ve insancıl bir geleceğin bağlı olduğu devrimci sınıf aktörlerinin büyük bölümünün altını oymak demektir.
Gerçekten de emek gücü, sınıf bilinci ve dayanışma kavramlarını küresel işgücünün birkaç küçük kesimiyle (genellikle de en ayrıcalıklı kesimleriyle) sınırlandırmak, hem emek mücadelesi tarihini ve başarılı devrimci hareketleri görmezden gelmek hem de yirmi birinci yüzyılın sosyalist hareketini ilgisizliğe, karamsarlığa ve umutsuzluğa mahkum etmek demektir.
İşçi sınıfı fabrika ile sınırlı değildir; dünyadaki işçilerin tamamı da kayıtlı ve düzenli bir işte çalışmamaktadır. Bu gerçek bizi umutsuzluğa ya da devrimci değişim umudundan şüpheye düşürmemelidir. Sadece içinde yaşadığımız dünyayı doğru analiz etme ve etkili bir şekilde örgütleme konusunda bizi cesaretlendirmelidir.
Joshua Lew McDermott kimdir?
Pittsburgh Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yardımcı doçent. Çalışma alanları arasında uluslararası politik ekonomi, kalkınma, kent çalışmaları, emek, toplumsal hareketler, Meksika ve Batı Afrika bulunmaktadır.
Kaynakça:
[1] ILO (International Labour Organization). Women and Men in the Informal Economy: A Statistical Picture. 3rd ed. (Geneva: International Labour Office. 2018).
[2] Women in Informal Employment: Globalizing and Organizing (WIEGO) “Links with Poverty” (2023). https://www.wiego.org/informal-economy/poverty-growth-linkages/links-poverty
[3] Erik Olin Wright Working-Class Power, Capitalist-Class Interests, and Class Compromise. 2000 (American Journal of Sociology105, 4: 957–100).
[4] ILO (2018) 60.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***