PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
İçeriden umut kesilince dışarıdan medet ummak gibi eleştirilebileceğinin farkındayım bu sorunun. Zira zaten rejime dair ne yazılsa bu yönde yorumlar çıkıyor karşımıza. Ancak Osmanlı-Türkiye tarihi uzamına baktığımızda süreklilik gösteren bir durumla karşılaşıyoruz: Bu topraklarda sosyolojik ve politik değişimin yönü her zaman yakın bölgelerle etkileşim içinde şekillendi. Özellikle de Avrupa, bu konuda başat rol oynadı.
Osmanlı reformları dış dinamikler olmasa düşünülemezdi. Zaten reformlara gerek duyulmasının nedeni de Devlet-i Aliyye’nin Avrupalı güçlerle olan ilişkilerinde zayıflamasıydı. Dahası 1648 Westfalya Barışı’nın akabinde Avrupa’da teritoryal devletlerin kuruluşu ve güçlenen merkezi devletler, bunun yanında 1789 Fransız Devrimi sonrasında teritoryal ulus devletlerin sahneye çıkmasıyla, çok kültürlü ve kozmopolit Osmanlı İmparatorluğu çalkantılı bir döneme girdi.
Aynı şekilde, Ortaçağ sonrası 1555 Augsburg Antlaşması sonrası siyasete giren seküler anlayış ve kademeli olarak Katolik Kilisesi’nin tahakkümünün sonlanması, Reformasyon ve Aydınlanma, Rönesans ve Bilimsel Devrim, Sanayi Devrimi gibi birbiri arkasına meydana gelen köklü değişimlerle bunların getirdiği ilerleme, Osmanlı İmparatorluğu’nun görece geri kalmasına yol açtı. Bu gelişmeleri yakalayamayan Osmanlı, neticede erimeye başladı, duraklama ve gerileme dönemlerine girdi.
Batı’daki ilerlemeler onu ekonomik, teknolojik, bilimsel ve bürokratik olarak hızla geliştirirken, Osmanlı elitleri kendi ülkelerinin mukayeseli bağlamda görece geri kalması sorununu aşmaya çalıştılar. Ancak her ne kadar birçok padişah belli reformlar yapmaya çalıştıysa da, toplumdaki tutucu dinamikler ve yerleşik diyanet-siyaset merkezli elitler değişime karşı çıktı. Matbaanın ülkeye girişinin engellenmesi gibi çok ciddi problemler, Osmanlı’nın rekabet etme şansını sabote etti. Bugünle kıyasla, mesela internetin engellendiğini hayal edin! Matbaanın girişinin gecikmesi böyle bir şeydi. Aynı şekilde Avrupa’da yaygınlaşan eğitim hamleleri ve rasyonelleşmenin izlenememesi, keza benzeri olumsuz etkilerde bulundu. Örneğin Osmanlı gibi bir konumu olan Rus Çarlığı bu konuda daha köklü hamleler yapabildi.
Osmanlı’daki modernleşme çabalarının yavaşlığı ve hantallığına karşın, 20. Yüzyılda iyi kötü meşruti monarşiye kısmen evrilmiş, parlamentosu olan, modern ve iyi yetişmiş elitleri bulunan, ordusunu kısmen de olsa evirip çevirebilmiş ve bürokrasisini elden geçirmiş bir Osmanlı var. Her ne kadar kimlik siyaseti konusunda istediği başarıyı yakalayamamış olsa da, potansiyel olarak kendisini kurtarma ihtimali olan bir devlet söz konusu. Bu devleti İttihatçılar batıracaktır. İşin garibi, bunu yaparlarken, başlangıçta birçok Jöntürk’ün iyi niyetle yola çıktığını görüyor, daha da şaşırıyoruz. Sendikal hareketlerden sekülerizme, demokrasi tartışmalarından eşit vatandaşlığa, birçok ciddi konunun yazılıp çizildiği, açıkçası Batılı birçok toplumla aralarında çok ciddi bir sosyal yapı farkı olmayan bir Osmanlı toplumu vardı. Balkanlar ve doğu Avrupa, güney Avrupa, Rusya ve Çin, Japonya ve dünyanın geri kalan bölgeleri benzer zorlukları yaşıyordu.
Osmanlı’nın coğrafi konumu ona çok büyük bir avantaj sağlamaktaydı.
Fakat özellikle izlenen yanlış politikalar ve seçilen yanlış yönelimler yanında, özellikle kültürel bakımdan yenileşmeye kendini kapatmış ama sosyolojik bakımdan güçlü konumda olan muhafazakar elitler ve bunların karşısında tezahür eden jakoben kadrolar arasına sıkışan ülke, 1920’ye geldiğimizde artık tümüyle yıkılmıştı. Bunda Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisi kadar, Türkçülük ideolojisinin hakimiyet alanı kazanması belirleyici bir rol oynamıştı.
Osmanlı reformlarının hemen tümü Avrupa etkisiyle yapılmıştı. Ana motivasyon da, vurguladığım gibi, Batı ilerlemesini yakalamak mefkuresiydi. Osmanlı elitleri Batı’nın bazı zararlı özelliklerini – mesela etnik nasyonalizm üzerine inşa edilecek milli devlet gibi – alma hatasına düştüler ama bu sadece Osmanlı toplumuna özgü bir durum değildi. Orta ve doğu Avrupa’da birçok toplum benzeri hatalar yaptı. Önemli olan iyi kötü Yirminci Yüzyıl başında bağımsız bir ulus devlet kurulmasıydı. Bu devlet bir başlangıç olabilir, giderek konsolide olup çocukluk hatalarını aşabilir, modernleşebilir, demokratikleşebilir, çağa giderek ayak uydurabilirdi. Nitekim 1920’lerdeki Türkiye’yle 1960’lardaki Türkiye farklıdır. Türkiye modernleşmesinde kat ettiği mesafe ve uluslararası konjonktürün getirdiği bazı avantajlarla, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerin sahip olduğu avantajları elde etti. Avrupa Konseyi, NATO, Ankara Antlaşması sonrası Avrupa Ekonomik Topluluğu’yla kurduğu dinamik ilişki, ciddi fırsatlardı.
Keza, 1990-1991 Körfez Savaşı sürecinde yakalanan momentum, 1995 Gümrük Birliği ve 1998’den itibaren Avrupa Birliği ile yakalanan süreç de Türkiye’nin önünü açacaktı. İstemediğiniz kadar çok fırsat, Türkiye’ye Batı ligiyle bütünleşme fırsatı sunuyordu.
AB reform sürecinde Türkiye tarihinin en ciddi demokratikleşme sürecini yaşadı.
1999-2011 arasındaki süreçte idam cezasının kaldırılmasından Milli Güvenlik Kurulu’ndaki askeri veto rejiminin aşılmasına, Kürtlerle Çözüm Süreci’nden insan haklarında ilerlemeye, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasından ekonomik büyüme ve istikrara, Türkiye cidden altın bir dönem yaşadı.
Bu ilerlemelerde en önemli dinamik Avrupa’dır.
Avrupa “havucu” olmasa bu ilerlemeler de olmazdı.
Bugün içinde bulunulan ağlanılası olumsuzluğun kaynağı da bu istikametin kaybedilmiş olmasıdır.
Özgür Özel’in sıklıkla Avrupa Birliği’ni anması ve Türkiye’nin AB üyelik sürecini canlandırma hedefini dillendirmesi bu nedenle önemsenmeli.
Evet, Türkiye zordadır. Özellikle ekonomik durgunluk, hayat pahalılığı, enflasyon, devalüasyon, yolsuzluklar, işsizlik, fakirleşme, altyapı yatırımlarının durması, fahiş özelleştirmeler, aklınıza ne gelirse, Türkiye’yi köşeye sıkıştırıyor. Güvenli bir liman arayışı bu tür zorluklar ortaya çıktığında en önemli ihtiyaçtır. Avrasyacı-İslamcı işbirliği ve bunların süzme karakterlerinin kurduğu suç şebekesi artık top çeviremez duruma geldi. Bunun üzerine bir de geriatri problemini ekleyelim. Türkiye’deki saray rejiminin mümessilleri kognitif yetenekleri bakımından ülkeyi yönetemez durumdalar.
Şu an için dış konjonktür müsait olmasa da, ilk fırsatta – şansın da etkisiyle – bölgesel-küresel gereklilikler içerisinde yine Türkiye’ye ihtiyaç duyulabilir. İç dinamiklerden çok bu dış belirleyici (eksojen faktör) hesaba katılmalı kanısındayım. Kasım ayındaki ABD seçimleri ve Avrupa aşırı sağındaki korkutucu ilerleme sonucunda jeopolitik konumlar yeniden hesaplanabilir ve AB içerisinde merkez (sol veya sağ, fark etmez) Türkiye’nin konumunu yeniden gündeme getirebilir. Avrupa’nın güney doğusunda bir gedik açılmasından en çok Avrupa korkar.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***