İlker Cihan BİNER
Huo Rf “Hareket Alanı” adlı sergisinde etik perspektif oluşturarak “kişisel olan politiktir” konumunda. Fakat sanatçı bu pozisyonu sadece bir boyut olarak ele almakla beraber kolektif mücadelenin de farkında. Böylelikle kendi gelişimi ile toplumsal düzenlemeler arasında çeşitli düğümler atabiliyor.
Huo Rf ile 8 Mayıs – 14 Haziran tarihleri arasında ziyarete açık olacak Versus Art Project’teki sergisini ve eserlerinin oluşum süreçlerini konuştuk.
Versus Art Project’te gerçekleşen “Hareket Alanı” isimli yeni serginiz için politik diyebilir miyiz? Bu anlamda eserleriniz ile politik tutumlarınız hangi açılardan bir araya geliyor?
Tabii ki diyebiliriz. Kendim gibi olma hakkım var mı? İstediğimi konuşabiliyor muyum? Hareket alanıma ben mi karar veriyorum başkası mı? Yapamadığım her şey, gösteremediğim tepki, yaşayamadığım her şey pratiğime eklemleniyor. İstesem de istemesem de benim yolum bu oldu. Sıkıntı ve stres benim üretim sürecimi belirleyen en büyük iki kavram oldu. Bu sergideki işlerim 2015-2024 tarihleri arasındaki üretimlerimi kapsıyor. Yan yana gelişleri önceden düşünseydim tesadüf gibi ama bugünden baktığımda değil. Güvencesizlik, utanç, kimlik, toplumsal baskı, kimlik politikası… Hem birbirinden ayrı hem de aynı anda maruz kaldığımız, hissettiğimiz kavramlar, karşı karşıya olduğumuz politika. Bu soruyu benimle birlikte farklı profesyonellere sorsanız yine birbirinden farklı ama aynı kaynağı imleyen cevaplara ulaşacağız çok belli. Bütün bu zemin çatlaklarla dolu ve hareket alanı kısıtlanan herkes bu çatlaklardan sızmanın yollarını arıyor, buluyor ya da taktik geliştiriyor. Bütün bu mücadele alanlarına baktığımda bana iyi gelen tek şey hala üretiyor olabilmek ve bir çok mücadelemde yalnız olmadığımı bilmek.
“İsimsiz” adlı heykel seriniz ağırlıklı olarak kalp biçiminde. Üstelik kullandığınız malzeme çamur. Gündelik ilişkilerin sosyal sermaye bağlantılarından ibaret olduğunu görebiliyoruz. Kalpsiz kitlelerle dolu bir çağdayız. Serinizi böyle bir konumdan değerlendirebilir miyiz?
Bugün bir sohbette türümüzün kusurlarına dair konuştuk. Kurumlar kuruyoruz, çökertiyoruz. Sistem inşa ediyoruz. Olmuyor. Yasalar koyuyoruz. Kimini kapsıyor kimini kapsamıyor. Yasalar yazıyoruz. Uygulanıyor ya da uygulanmıyor. Hırsımız çok. Kibirimiz çok. Standardımız çok. Kusurluyuz. İyi miyiz? Bazen. Aralarda tutulduğum figürler oluyor. Ya tanıyor soğuyorum ya da hakkında bir şeyler duyuyorum, uzaklaşıyorum. Yani tutunduğumuz dallarda da emin olamıyoruz. Bu duyguları sadece benim yaşamadığıma eminim. Ben de bu sistemin parçasıyım, ben de o kusurlu kimselerden biriyim. Ama kendimi görmeye çabalıyorum, etrafımı anlamaya çalışıyorum, karşılaştığım olayların, durumların içinden çıkamadığımda üretmeye başlıyorum. Heykel serisinin merkezinde havayla kuruyan çamurla ürettiğim kalpler var. Bütün işlerin ortak parçası. Bu işlere 2015’te başladım. Eylül Cansın’ın ölmeden önce çektiği video ile karşılaştım sabah uyandığımda. Kendi güvenli alanımda, güvende hissetmeyen, çabalamış ama çok yorulmuş bir insanın mücadelesini dinledim. Bu videodan çıkamadım. Anlattıkları hâlâ kulağımda. Hâlâ unutmuyorum. Sorumlu bile hissediyorum bazen. Elimden geleni yapıyor muyum herkes ve her şey için? Kendi mücadeleme zor yetiyorum. Cansın için evimde, malzemelerimle küçük bir anıt ürettim.
“Kime hangi şartlarda nasıl ulaşır düşünmedim…” isimsiz heykel serisi toplumsal olayları anlamaya çalıştığım bir süreçte ortaya çıktı. Gerisinin izleyicinin kurduğu ilişkiyle ilerlemesini arzu ediyorum.
“Kişi, Eylem, Durum” isimli çalışmalarınızdaki duygu politikasından bahseder misiniz?
2019’da başladığım ve utanç duygusunu/kavramını merkezine alan bir seri. New York’ta American Turkish Society ve School of Visual Arts’ın misafir programını kazanarak bu süreci işlemeye başladım. Bu süreçte mentorlerimden Dara Birnbaum’un işleri nasıl kendi deneyimlerimle ele alacağım konusunda yönlendirmesi zihin açıcıydı.
Utanca dair temas ettiğim kişilere üçer soru soruyorum, sorularımı kabul eden kişilerin cevaplarını, nesneler ve imajlarla işlediğim bir sürece giriyorum. Bu seriye New York’tan sonra Napoli’de Fondazione Morra’nın misafir sanatçı programında ve İstanbul’da devam ettim. Utancın toplumla, kültürle, çevreyle, politikayla, bir sürü çıktıyla nasıl ilişkilendiğini yakından izlemeye başladım. Bu süreçte kavrama çok daha yaklaşmamı sağlayan, hem karşılaştığım hem de birlikte çalıştığım Ekin Coşkuner, Aylin Kuryel, Banu Karaca ve Zehra Begüm Kışla gibi farklı akademisyen ve kültür-sanat profesyonellerinin çok önemli katkıları oldu. Bütün bu süreci sergime eşlik eden dört farklı metin aracılığıyla sergimde deneyimleyebilirsiniz.
“Spot Işığı” eseriniz nasıl oluştu?
Bu soruyu Banu Karaca’nın “Spot Işığı” için yazdığı metninden buraya taşımak isterim: Fotoğrafta neredeyse dayanılması zor bir yalnızlık mevcut, gidecek başka bir yeri olmayan genç bir adamın “yastığı”. “Ev, başını yastığa koyduğun yerdir” İngilizce’de sıkça kullanılan bir deyim, ancak böylesine yaşanmaz yerler ve zamanlarda geçerliliğini yitiriyor. “Spot Işığı” böyle zamanların mütevazı, yürek burkan bir kaydı. Ama aynı zamanda onurlu bir yaşam ve güvenli bir ev dileğinin, arzusunun da ifadesi.
2017’de “Tersten Hikâyeler” adlı serginizle ilgili Sanatatak’ta bir yazı kaleme alıştım. 2018 yılında da Art Unlimited’taki köşem olan Kıvrım’a “Was Here/Buradaydı” serginizi yazmıştım. Sanatla ilişkili bu çalışmalarınızdan beri yaşamanızda neler değişti?
Kişisel serüvenimde bütün eşiklere eşlik ettiğini görüyorum bu soruyla. “Tersten hikayeler” adlı sergimde bana dayatılanlarla mücadelem söz konusuydu. Bugün ürettiğim işler yine benim yaşadıklarıma dair ama başkasının stresini de, sıkıntısını da kapsıyor.
Bakırın dalgalanışı, eleştirel gücün akışı
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***